“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz.” Tartışmaları Üzerine

Rivayet o ki; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa 1950 itibarıyla uygulamaya konan serbest seçim sistemi halkın reyiyle Demokrat Parti’yi iktidara getirince, tek-parti diktatörlüğü dönemi “devlet partisi” CHP’nin milli şefi İsmet İNÖNÜ; kızgınlığını “İktidar olabilirsiniz ama muktedir olamazsınız.” vecizesiyle dile getirmiştir… Vecizenin pek de yabana atılır olmadığını Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın da iştirak ettiği, Milli Savunma Üniversitesi tarafından düzenlenen 2024 yılı mezuniyet töreni sonrası Kara Harp Okulu mezunu genç teğmenlerin bir araya gelerek “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz.” sloganıyla gerçekleştirdikleri kılıçlı gösteri bir kez daha ispatlamıştır, demek, çok da kolay yanlışlanamaz… Açıktır ki CEHAPE (Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın tabiridir.) zihniyeti eleştirileriyle kurulan “muhafazakâr demokrat parti” AKPKemalci oligarşinin; halkın tarihine, dinine ve diline karşı yaratmak istediği İslam dışı (karşıtı) seküler kültür adına yaklaşık seksen yıl boyunca icra edilen Batıcı politikaların yanlışlığını seslendirerek, sürekli periferide tutulmuş olan halkın reyiyle iktidarı ele geçirmeyi başarmış ise de yirmi iki yıllık iktidarına rağmen eğitim-öğretim ve kültürel değişim programlarında liyakat ve ehliyet yetersizliğinden ötürü başarısız olmuş (Başarılı olduğu alan acaba hangisi?) “muhafazakâr demokrat” icraatlar yerine, kâr maksimizasyonu gayesiyle  karşısında mevzilendiğini söylediği CEHAPE zihniyetine benzer bir düşünsel forma bürünerek, “yeni tek-adam rejimi” ve “yeni devlet partisi” politikalarıyla tüm gücünü sadece ve sadece mevcut iktidarını muhafazaya endekslemiştir. Tabiatıyla böyle bir durum da onu, kendisine destek olacak, iktidardan nemalanmak isteyen her kesimle uzlaşmaya ve iktidarını riske sokacak her türlü tavırdan da uzak durmaya sevk etmiştir. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; siyasî hayatının ilk yıllarında kendileriyle bin-bir çeşit hakaretamiz polemiğe giriştiği sol Kemalist, Doğu PERİNÇEK[1] ve sağ Kemalist, Devlet BAHÇELİ[2] ile son yıllarda stratejik ortak olması, her türlü uzlaşıya açık olduğunu göstermez mi? 2001 yılı kuruluş aşamasında yazılan “iç tüzük” metninde geçen “Ak Parti; milli iradenin tek belirleyici güç olduğunu kabul eder… Millet adına egemenlik yetkisi kullanan kurumların ve kişilerin gözetmeleri gereken en üstün gücün ise hukukun üstünlüğü ilkesi olduğunu savunur… Milli irade, hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasi, bireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliği, siyasi yönetim anlayışının temel referansları olarak kabul eder… En üstün hizmetin, insana hizmet olduğuna inanır… İnsanın mutluluğu, huzuru, güveni ve sağlığı çalışmalarının hedefini teşkil eder… İnsanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan var olan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar… Farklı olmanın ayrışma değil, pekiştirici kültürel zenginliğimiz olduğunu kabul eder… Birey-devlet ilişkilerinde, demokratik toplum olmanın gereklerine uygun düşmeyen yaklaşımları ve her türlü ayırımcılığı reddeder… Devleti, bireye hizmet için, bireylerin oluşturduğu etkin bir hizmet kurumu olarak kabul eder… Milli iradenin egemen olabilmesinin, bütün siyasal hakların ancak özgür kullanımı ile mümkün olabileceğine, özgür siyasal hak kullanımının ise, çoğulcu ve katılımcı hür demokratik düzen içinde hayat bulabileceğine inanır… İnsanın, insanca yaşamasının yöntemi olan sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesine özel önem verir…”[3] şeklindeki taahhütlerinden vazgeçip, “yeni tek-adam rejimi” kurmaya kalkışırsa Kemalist müttefiklerine rağmen Kemalizm aleyhtarlığı iktidarını riske sokmaz mı?

Handikap şu ki kendisine destek olacak iktidardan nemalanmak isteyen her kesimle uzlaşmaya ve iktidarını riske sokacak her türlü adımdan da uzak durmaya mecbur kalan AKP; tek-parti diktatörlük dönemi “devlet partisi” CHP’nin aksine, iktidarda kalabilmek için bir taraftan da halkın reyine ihtiyaç duymaktadır… Halkın değerleri ve halkın rızası, demokratik yöntemlerle iktidara gelme kaygısı taşımayan sağ ve sol Kemalistleri pek fazla ilgilendirmiyorsa da (PERİNÇEK’in; “Kurtarıcı, sandıktan çıkmaz, Samsun’a çıkar.” vecizesi tam da bunu anlatmaktadır.) sözde “muhafazakâr demokrat” olan AKP’yi behemehal ilgilendirmektedir. Binaenaleyh AKP; her hal ve şart altında “koyunların hamisiymiş gibi davranıp, kurtlarla işbirliği yapan çoban” marifetiyle siyasî maharet göstermek mecburiyetindedir. AKP’nin yirmi iki yıllık iktidarının bu maharetten kaynaklandığını söylemek pek de abartı olarak nitelendirilmese gerektir. Haddizatında AKP, en üst mevkiden; “Eğitim ve kültür politikalarında başarılı olamadık.” cümleleriyle düştüğü pozisyonu zaman zaman itiraf da etmektedir… Peki bu muvaffakiyetsizliğin temel sebebi nedir? Şüphe yok ki AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelişinin gerçek nedeni “liyakat ve ehliyet” gibi üstün nitelikleri değil, sağ ve sol Kemalci oligarşiye karşı halkın birikmiş öfkesi ve nefretidir. Zira, ATATÜRK ve arkadaşları tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi topraklar üzerinde halkın tarihine, dinine ve diline karşı inşaya çalışılan [Mesela; Hilâfetin Kaldırılması (1924), Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Şapka Kanunu (1925), Harf Devrimi (1928), Dil Devrimi (1932), Ezan Yasağı (1932), Türk Müziği Yasağı (1934), Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (1934), vd.] nominal cumhuriyet rejimi hiçbir zaman Avrupa standartlarındaki karşılığıyla, “eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon” ve “halkın rızasına dayanan yönetim” şeklinde gerçek cumhuriyet olmamış ve hiçbir zaman da halkın kahir ekseriyatı için “özgürlük”, “eşitlik” ve “ekonomik refah” temin etmemiştir. 1950 öncesi tek-parti diktatörlüğü döneminde de 1950 sonrası sağ Kemalist partilerin iktidar olduğu dönemde de halkın kahir ekseriyatının payına çoğunlukla “yoksulluk”, “işsizlik”, “sefalet”, “cehalet” ve “hastalıklar” düşmüştür. Monarşi-aristokrasi devirlerinde olduğu gibi, “özgürlük”, “eşitlik” ve “ekonomik refah” da yalnızca bir avuç zümreye münhasır kalmıştır. Halkın tarihine, dinine ve diline yönelik tasallutlar da cabası olmuştur. Muhafazakâr-liberal politikalarıyla Turgut ÖZAL ve Necmettin ERBAKAN iktidarları kısmen farklı olmuş ise de maalesef o dönem de çok kısa sürmüştür. Mamafih, Kemalci oligarşinin seçilen iktidarlar üzerindeki askerî vesayeti hiçbir zaman eksik olmamış, çoğunluğu Müslüman olan halk, DARBE kepazelikleriyle daima cenderede tutulmuştur. İşte bu askerî vesayet ve tasallut politikaları halkı canından bezdirmiş olmalı ki 3 Kasım 2002 seçimlerinde Kemalci oligarşiden kurtulmak niyetiyle, kendisini halka “muhafazakâr demokrat” diye takdim eden ve Batıcı politikaların yanlışlığını seslendiren siyasal İslamcı AKP’yi tek başına iktidara taşımıştır. İktidarının ilk birkaç yılında, vesayetçi yapıdan kurtulmak isteyen AKP, kabul etmek lazım ki halkın desteğini kaybetmemek maksadıyla halka yakın durmuş ve halkın lehine sayılabilecek bir takım icraatlara da imza atmıştır. Ancak bu dönem de kısa sürmüş, vesayetçi yapıdan kurtulan liyakat ve ehliyet fakiri AKP; iktidarın nimetleriyle tanışınca, etik dejenerasyona dûçar olmuş ve iktidardayken halktan yana tavır koymanın pek de kârlı olmadığını kabullenerek, kuruluş günlerinde bitireceğini vaad ettiği yasaklar, yoksulluklar ve yolsuzluklar yumağıyla anılmaya başlamıştır. İlerleyen süreçte de halka verdiği sözleri tamamen unutup, kendi oligarşisini ve kendi totaliter kültürünü yaratmaya çalışmıştır. Dolayısıyla da eleştirdiği Kemalci oligarşi devirlerindeki gibi, halkın kahir ekseriyatını o da “yoksulluk”, “işsizlik”, “sefalet”, “cehalet” ve “hastalıklar” bataklığına itelemiştir. Daha da ötesi; Kur Korumalı Mevduat Hesabı, Kamu-Özel İşbirliği Yatırımları, Davetiye Usulü İhale, Çok Maaşlı Altın Bürokrat ve benzeri icraatlarla milyarlarca dolara baliğ kamu kaynaklarını bir avuç yeni mutlu azınlığa aktarmakta beis görmemiştir. Maatteessüf, “AKP Usulü Başkanlık Sistemi” yılları itibarıyla da ahlak, liyakat ve ehliyet kaygısı yok edilerek “asiyab-ı devleti har da olsa döndürür” kurnazlığı ön plana çıkarılmış ve kamu idaresi vasıfsız ellere tevdi edilmiştir. Siyasetin hedefi adaleti tahakkuk ettirmek değil de bir avuç siyasetçinin kâr maksimizasyonu olunca, haliyle hem meşruiyetin aslî kaynağı evrensel hukuk ve evrensel insan hakları (Siyasal İslamcı oldukları için İslam’ı da dahil etmek yanlış olmaz.) unutulmuş hem de meşruiyetin talî kaynağı olan halk algı operasyonlarıyla “ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” kabilinden, Kemalci oligarşinin geçmişteki İslam karşıtı icraatları hatırlatılarak, AKP’nin ahlakî (İslamî) meşruiyeti tartışılır her türlü icraatına “ehven-i şer” akidesiyle mecbur bırakılmıştır. Böyle bir yapıda iktidara yönelik meşruiyet eleştirilerinin yoğunlaşacağı izahtan varestedir. Acaba, Türkiye’de cumhuriyetdenilen rejimin meşruiyet kaynağı Kemalizm ya da Atatürkçülük diye adlandırılan CEHAPE zihniyeti midir yoksa iktidarın halk tarafından seçilmiş olması mı yahut da Avrupa standartlarındaki gerçek cumhuriyet (demokrasi) gibi evrensel hukuk, evrensel insan hakları ve halkın rızası birlikteliği midir? Şüphesiz olması gereken, Avrupastandartlarındaki gibi evrensel hukuk, evrensel insan hakları ve halkın rızası birlikteliğidir, ancak insanlar sözde eğitim-öğretim sayesinde cahil bırakıldıkları için kakofoni kaçınılmaz olmaktadır. Türkiye’deki siyasal problemlerin kaynağı tam da bu tartışmalarda yatmaktadır. CEHAPE zihniyetinin varyasyonları (CHP, MHP, İYİP, VATAN P, İP, TKP, ÖDP, vd.) meşruiyetin kaynağını Kemalizm ya da Atatürkçülük denilen düşünce zannederken; AKP, meşruiyetin kaynağını yalnızca seçilmiş olmakta görmektedir. Bu tartışmalardaki AKP’nin ironik açmazı; karşıtı olduğu zihniyetten, kâr maksimizasyonu sevdası nedeniyle meşruiyet devşirmek zorunda kalmasıdır. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; geçmişte, mecliste yaptığı konuşmalarda “iki ayyaş”[4] diye bahsettiği insanların kimler olduğu, akledebilen her insanın malumu değil midir?

İşte AKP; seçilmiş de olsa kâr maksimizasyonu sevdası nedeniyle ikilemlere düşüp, muhalefet ettiği zihniyetten meşruiyet devşirmeye kalkıştığı içindir ki iktidarına ortak olmak isteyenlerin ve politikalarına balans ayarı yapmaya niyetlenenlerin sayısı her geçen gün biraz daha çoğalmaktadır. Açıktır ki Kara Harp Okulu mezunu genç teğmenlerin “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz.” sloganıyla gerçekleştirdikleri kılıçlı gösteri[5] de bu vasatın neticesidir. Teğmenlerin gösterisinden rahatsız olan AKP’lilere sormak gerekmez mi: Cumhuriyetin meşruiyet kaynağını Kemalizm, Atatürkçülük zanneden, daha doğrusu tüm hayatı boyunca maruz kaldığı yanlış formel eğitim sayesinde öyle öğrenen insanlar, inhiraf gördüklerinde bir biçimde itiraz etmezler mi? Yanlış formel eğitimle cahil bırakılan insanlara, doğru formel eğitim vasıtasıyla monarşilerde askerlerin “majestelerinin askerleri”; diktatörlüklerde “diktatörlerinin askerleri”ulus-devlet rejimlerinde ise “uluslarının, devletlerinin askerleri” olduğu gerçeğini öğretmek elzem değil midir? Türkiye Cumhuriyeti hâlâ ulus-devlet olamadı mı yoksa? Bu yanlış formel eğitim sistemini yirmi iki yıllık iktidarı süresince hiç esnetmeden sürdüren AKP değil midir? Türkiye’deki tüm eğitim kurumlarında, tek-parti diktatörlüğü niçin hâlâ cumhuriyet diye öğretilmektedir? Hayatı boyunca, cumhuriyetrejiminin olmazsa olmazı “kuvvetler ayrımı” prensibine karşı çıkmış olan ATATÜRK, niçin hâlâ cumhuriyetçi diye takdim edilmektedir? 1923-1950 dönemi devlet örgütlenmesinin görünüşte cumhuriyet olduğu ama sistemin muhtevasında yürütme, yasama, yargı ayrımının esamesinin dahi bulunmadığı niçin hâlâ anlatılmamaktadır? Oysaki, Atatürkçülüğün önde gelen ideologlarından, o dönemde CHP milletvekili ve partinin resmi yayın organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı AtayATATÜRK’ün kurmaya çalıştığı cumhuriyetin niteliklerinin ne olduğunu 1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitapta açık açık tanımlamıştır: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[6] Realite o ki yeni rejim Falih Rıfkı Atay için; cumhuriyet diye adlandırılan tek-parti diktatörlüğüdür… Sualler baki: Dönemin devlet partisi CHP’nin iktidarını icbar ile elde ettiği ancak seçim yoluyla iktidar olunuyor görüntüsü verdiği niçin hâlâ gizlenmektedir? Sözde seçimlerde; seçilenlerin de seçenlerin de listesinin tek-parti (CHP) tarafından belirlendiği niçin hâlâ saklanmaktadır? Milletvekili olmak isteyenlerin CHP’ye müracaat ettikleri, listede kimin yer alacağına parti divanının, daha doğrusu hem partinin hem de dikta rejiminin başkanı olan kişinin (ATATÜRK, İNÖNÜ) karar verdiği niçin hâlâ ört-bas edilmektedir? Sözde seçimlerin sayımının; gerçek cumhuriyetlerdeki genel oy hakkının öngördüğü ilke üzerine “gizli oy, açık tasnif” olarak değil, “açık oy gizli tasnif” esasına göre yapıldığı niçin hâlâ ifşa edilmemektedir? İşbu seçim görünümlü mizansenin 1950’ye kadar devam eden tek-parti diktatörlüğü süresince resmi seçim sistemi olarak uygulandığı niçin hâlâ açık açık anlatılmamaktadır? Daha da ötesi tiyatral seçimlerden sonra bir de halkla dalga geçercesine “Sandık Alayı” adı verilen törenler düzenlendiği, oy sandıklarının bayraklar, halılar, dallar ve çiçeklerle süslenerek sokaklarda dolaştırıldığı, “Hakimiyet Milletindir.” yazılı pankartlar taşıyan okul çocuklarına ve esnaf cemiyetlerine düğün yaparcasına parti devletine ve dikta rejimine methiyeler dizdirildiği niçin hâlâ beyan edilmemektedir? Kısacası, 1923-1950 yılları seçim yöntemi; diktatöryal yöneticilerin kendilerine, halk nezdinde meşruiyet kazandırmak için başvurdukları bir onaylattırma yöntemidir. Yani dikta heveslilerinin kendilerine karşı çıkabilecek hiçbir muhalif olmadan ve rakiplerine propaganda özgürlüğü tanımadan, iktidarlarını halka-seçmene onaylattırmalarıdır. Tabiatıyla bu yapıda halk-seçmen edilgendir; karar alma sürecinin sadece neticesine konu mankeni olarak katılan figüran topluluğudur.[7] Tek-parti diktatörlüğü dönemi seçimlerinin sakil bir tiyatro örneği olduğunu; CHP Genel Sekreterliği’nin seçim öncesi valiliklere ve il parti başkanlıklarına gönderdiği “Müntehib-i sani Yoklama Talimatnamesi”, zeka özürlü insanların dahi anlayabilecekleri açıklıkta ortaya koymaktadır: “1- İntihap yoklama talimatnamesinin ikinci maddesi mucibince, Mebus intihabına esas olan müntehib-i sani seçimlerinde yoklama yapmak mecburidir… Talimatnamede yalnız müntehib-i sani intihapları için yapılan yoklamalara mahsus olmak üzere Parti, vilayet idare heyetlerine yoklama neticelerini gösteren listeler üzerinde lüzum gördükleri değişiklikleri yapma salahiyeti vermiştir. Mebus intihabı gibi hayati ehemmiyeti haiz olan bir intihaba esas teşkil eden müntehib-i sani intihabının neticesinden mesul olan vilayet idare heyetlerinin bu işe mahsus salahiyetlerini artırmak ve yoklama listelerinde itimada layık görmedikleri herhangi bir şahsı değiştirerek yerine itimada layık bir zatı koyabilmeleri temin edilmektedir. 2- Müntehib-i sani intihabının Mebus intihabı üzerindeki tesiri mutlak ve malum olduğuna göre, yoklamalarda müntehib-i sani olarak seçilecek arkadaşların behemehâl Partili olması, Parti prensiplerine sadık ve Parti disiplinine riayetkâr olması şarttır. Teşkilatımızda faal vazife almış ve bu sebeple tecrübe edinmiş arkadaşlara müntehib-i sani yoklamalarında geniş bir surette yer verilmelidir.” (Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı, İkinci-kanun 1939’dan 30 Haziran 1939 Tarihine Kadar, Cilt 14, Büro I. Zerbamat Basımevi, Ankara, 1940).[8]  İşte bu sakil tiyatrodan ötürü, CHP parti devleti rejimi uzun yıllar istedikleri vekilleri istedikleri yerden seçtirmeyi başarmıştır?! Böylesi bir dikta rejiminin uzun süre devam etmesinin arka planında yatan asıl faktörse maalesef muasır medeniyet seviyesi diye lanse edilen Batılı hayat tarzını yani İslam’a karşı Batılılaşma tercihini gerçekleştirmeye matuf icraatların [Hilâfetin Kaldırılması (1924), Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Şapka Kanunu (1925), Harf Devrimi (1928), Dil Devrimi (1932), Ezan Yasağı (1932), Türk Müziği Yasağı (1934), Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (1934), vd.] sayesinde devşirilen uluslararası ortamın duygudaş, sorgulamayan ve ilgisiz varlığı ve yönetici mevkiindeki asker-sivil bürokrat seçkinler arasında bulunan yüksek seviyedeki örgütlü oligarşi birliğinin, dağınık köylü kitleler karşısındaki üstünlüğüdür… Teğmenlerin gösterisinden rahatsız olan AKP’lilere yine sormak gerekmez mi: Türkiye Cumhuriyeti devletinin “ulusal-sivil” bayramlarında camilerde yaptırılan “dua” merasimlerinde ATATÜRK’ün adını anmadığınız için başınıza bu tür işler geliyor olmasın? CEHAPE zihniyeti mensuplarının “dua” taleplerini niçin karşılamadığınızı açık açık anlatmanız lazım gelmez mi? CEHAPE zihniyeti mensuplarından sempati ve rey beklediğiniz için mi ATATÜRK’ün İslam dini hakkındaki kanaatlerini (Kanaatin ötesinde, on sekiz yıl süren EZAN YASAĞI icraatını) insanların öğrenmelerine hâlâ izin vermiyorsunuz? Oysaki ATATÜRK’ün İslam dini hakkındaki kanaatleri, el yazısıyla 16/17 Ağustos 1931 tarihinde Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne gönderdiği mektupta apaçık beyan edilmiştir: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, medeni cihanlarda, bilhassa Türk zengin medeni muhitlerinde bu iptidai ve cahiliyet devrinin timsali olan düstura dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır.”[9] ATATÜRK’ün, “Ikra, Bismi, Rabbi safsatası”, dediği şey; bilenlerin malumudur; Kur’an’ın ilk ayeti olduğu kabul edilen, Alak Suresi’nin ilk ayeti, “Ikra bi-ismi rabbike-l leżî ḣalak” (Yaratan Rabbinin adıyla oku.) ayetinden başkası değildir… ATATÜRK’ün, İslam’la ilgili kanaatlerini; isteyenler, Kâzım Karabekir’in, “Paşaların Kavgası” başlıklı kitabının “Kur’an’ın Türkçeye Çevrilişi” bölümünden de okuyabilirler. ATATÜRK şöyle diyor: “Evet, Karabekir; Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Ta ki budalalık edip, aldanmakta devam etmesinler.”[10] ATATÜRK’ün, “Arap oğlunun yaveleri” dediği şey de elbette İslam dininden başkası değildir… AKP’lilere göre, dinlerini tahkir dahi etse Müslümanların, ATATÜRK’e “dua” etme mecburiyeti mi vardır? Cahil kitlelerin ve CEHAPE zihniyetine mensup “entellektüel” taifenin bu gerçeği bilmeye hakkı yok mu ki engel oluyorsunuz?! Malum “entellektüeller” bu gerçeği bilseler, herhalde Cihan Harbi esnasında, pragmatik nedenlerle ATATÜRK’ün ahaliyle birlikte dua eden resimlerini gösterip, el-aleme ders verme cehaletini göstermeyeceklerdir?!

Hülasa etmek gerekirse: Şüphesiz, muhtevası hukuk devleti olan Avrupa standartlarındaki bir gerçek cumhuriyet (demokrasi) diğer tüm yönetim biçimlerinden daha makbuldür ve tercih edilmelidir. Zira tarihi tecrübe göstermiştir ki yalnızca muhtevası hukuk devleti olan Avrupa standartlarındaki gerçek cumhuriyet (demokrasi) şöyle ya da böylebütün yurttaşlar için özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah temin etmeyi görev bilmekte ve insan onuruna yaraşır hayatın önündeki “yoksulluk”, “işsizlik”, “sefalet”, “cehalet” ve “hastalık” biçimindeki beş büyük engeli şöyle ya da böyle asgarî seviyelere indirebilmektedir. Gerçek cumhuriyet (demokrasi) rejimlerinde askerler, yalnızca ulus-devletin askerleridir. Birilerinin askeri olma mecburiyetleri yoktur. Silah taşıma imtiyazına sahip olmalarının yegâne sebebi de hukuk devletinin emri altında halkın güvenliğini temin etmektir. Ne var ki cahil kitlelerin ve CEHAPE zihniyetine mensup “entellektüel” taifenin zannettiği gibi, ATATÜRK ve arkadaşları tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu bakiyesi topraklar üzerinde halkın tarihine, dinine ve diline karşı inşaya çalışılan nominal cumhuriyet rejimi hiçbir zaman Avrupa standartlarındaki karşılığıyla, “eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon” ve “halkın rızasına dayanan yönetim” formunda bir gerçek cumhuriyet olmamıştır. Dolayısıyla da siyasî iktidarı serbest seçim yoluyla değil, icbar ile elde etmiştir. Söz konusu dönem, Kemalci oligarşi için bir “altın çağ” olsa da halkın kahir ekseriyatı için daha ziyade “yoksulluk”, “işsizlik”, “sefalet”, “cehalet” ve “hastalık” dönemi olmuştur. Bütün bunlara rağmen birilerinin Mustafa Kemal’i sevmeye ve onun askeri olmaya hakkı yok mudur? Başkalarını icbar etmemek kaydıyla elbette vardır… Ancak cehalet nedeniyle kendilerine yapılan kötülükleri iyilik zanneden insanlara GERÇEĞİ öğretmek de hem gerçek entellektüellerin vazifesi hem de CEHAPE zihniyetine karşı nominal cumhuriyeti gerçek cumhuriyete tebdil etmek üzere halk tarafından tavzif edilmiş olan seçilmiş erdemli siyasetçilerin vazifesidir. Algı operasyonlarıyla iktidarını sürdürmeye çalışan kâr maksimizasyonu sevdalısı siyasetçilerin erdemli olup olmadığını idrâk etmekse özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah isteyen tüm insanların vazifesidir. Vazifesini ifa etmeyenlere VEYL olsun…

 

[1] https://tr-tr.facebook.com/1801951846793893/videos/1296304760548501/

[2] https://www.youtube.com/watch?v=29ars6k4a_Q

[3] https://www.akparti.org.tr/parti/parti-tuzugu/

[4] https://www.youtube.com/watch?v=QknVq9fWtOI

[5] https://www.youtube.com/watch?v=SqZF1ntuxY8

[6] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.

[7] Kemal Gözler, “Referandum mu, Plebisit mi?”, www.anayasa.gen.tr

[8] Mehmet Ö. Alkan, “Milli Şef’li Tek-Parti Döneminde Seçimler”, Prof. Dr. Bülent Tanör Armağanı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2006.

[9] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2018.

[10] Kâzım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 1994.

Bu yazı Güncel Yazılar, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.