İslam düşüncesinin yüz akı simalarından İbni Haldun; medeniyetin ne olduğunu umran kavramından hareketle şöyle açıklıyor: Umran; kurumsal ilişiler ağı anlamında sosyal yapı ve ona tabiatı gereği arız olan haller, yani toplumsal hayattır. Umranın inşa sebebi, insanların hayatlarının muhafazası ve idamesi için lüzumlu olan şeyleri tek başlarına temin edememeleri ve müşterek savunma ihtiyaçlarıdır. Çünkü maişetin ve savunmanın temininde vasıta olan akıl ve el, başkalarının yardımına her zaman muhtaçtır. Bu yardımlaşma olmadığı takdirde ne ferdi ne de ictimai varoluş mümkündür. Umranın iki tarzı vardır. İlki; grup şuurunun, ‘asabiyet’in çok yoğun bir biçimde yaşandığı, iptidai ilişkilerin hâkim olduğu, şehirden öte köy, yayla veya ovalarda yarı yerleşik hayatın sürdürüldüğü ve yönetimin de kabilevî riyaset şeklinde görüldüğü bedevi toplumsal hayat, yani ‘bedevi umran’; diğeri ise grup şuurunun, asabiyetin şu ya da bu biçimde kaybolduğu, rasyonelliğin, ekonomik refahın ön plana çıktığı, yerleşik hayatın şehirlerde istikrar kazandığı ve kabilevî yönetim biçimi riyasetin de güç temelli mülke, devlete dönüştüğü medeni toplumsal varoluş, ‘medeni umran’dır. Yani medeniyet; umranın, toplumsal hayatın bir formu olup; siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan tekâmül etmiş, üst seviyeden bir yaşama biçimine tekabül eder.
Klasik formuyla değişik medeniyetlerden; bir Yunan, bir Roma, bir İran, bir Hint, bir Çin, bir İslam medeniyetinden bahsedilebilir ise de modern formuyla yalnızca Batı medeniyetinden (civilization/modernity) söz etmek gerekir. Medeniyetleri birbirinden ayırt eden temel unsur; farklı varlık, bilgi, değer, insan, toplum, siyaset, ekonomi ve benzeri anlayışlara sahip bulunmaları, farklı parametreler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Ancak, Batı medeniyetinin öyle bir özelliği vardır ki işte o özellik, onu diğerlerinden tamamen farklı bir kategoriye sokmaktadır. O özellik de Batı medeniyetinin herhangi bir erdem tasavvurunu baz almayan, güç eksenli “erdemsiz bir toplum projesi” olmasıdır. Klasik medeniyetler her ne kadar siyasal, sosyal ve ekonomik tezahürleri itibariyle birbirlerinden farklılaşıyor iseler de yine de tüm yapılanmalarında muayyen bir dinî düşünceyi ya da muayyen bir erdem tasavvurunu temel belirleyici unsur olarak kabul etmektedirler. Bu farklılıktan ötürüdür ki bugün, sosyal bilimler literatüründe Batı medeniyetinin yaşandığı toplumlara modern toplum, diğer medeniyetlerin yaşandığı toplumlara da klasik/geleneksel toplum denilmektedir. Yani, Batı medeniyetini daha doğrusu “modernite”yi, “sivilizasyon”u diğer medeniyetlerden ayıran ana özellik; siyasal, sosyal ya da ekonomik türden münasebetlerde nihai determinasyon ilkesi olarak, din ya da erdem faktörünü kabul etmemesidir. Max Weber her ne kadar sivilizasyonun, modernitenin doğuşunda Protestan etiğinin etkili bir faktör olduğunu söylüyor ise de “mekanik temele dayanan sivilizasyonun, modernitenin kuruluş sonrası o desteğe de ihtiyacı kalmamıştır” diyerek, sürecin tamamlanmasıyla Protestan etiğinin de sistem dışına itildiğini itiraf etmektedir. Öte yandan; erdemsiz bir toplum projesi de olsa sivilizasyon, modernite güç eksenli yönü sayesinde on sekizinci yüzyıl sonrası itibarıyla bütün klasik/geleneksel medeniyetleri yıkmış ve tüm dünyada yaşanması gereken yegâne hayat tarzı olduğunu da insanlara bir biçimde kabul ettirmiştir. Bu başarısını halka/halklara vâdettiği manipülatif “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” ideallerine borçlu olduğu da muhakkaktır. Muasır medeniyetler seviyesine yükselmekten maksat da şüphesiz, realize olsun ya da olmasın, bu vaadler vesilesiyle “modernite”ye, “sivilizasyon”a adapte olmaktır…
Moderniteye, sivilizasyona geçiş; kaynakları hayli eskilere dayanmakla birlikte, esasta Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin yaşanmaya başlandığı Batı Avrupa’da tezahür eden radikal değişimlerle gerçekleşmiştir. Bu değişimler dört kategoride ele alınabilir: Epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel. Bunlardan her biri bir takım aşamaları ihtiva ederse de sadece Batı medeniyetini yaratan mantığın gösterilmesi bakımından, genel çerçevede değerlendirilmeleri muhtemelen yeterli olacaktır: Epistemolojik değişim; bilgi ve inanç ayrımını, doğru bilginin rasyonel-ampirik platformda ispatlanması gerektiğini, din ya da ahlakın rasyonel-ampirik temellendirmesinin yapılamayacağı için hayatın tanziminde belirleyici olmaması yönündeki kanaati, dolayısıyla ‘pozitivizm’i; ekonomik değişim; kâr maksimizasyonunu, rekabete dayalı piyasayı, toplumsal ilişkilerin üretim ilişkilerince determine edilmesini, dolayısıyla ‘kapitalizm’i; politik değişim; kapitalizmin yarattığı homojen seküler değerleri koruma görevini üstlenmiş ‘ulus-devlet’ rejimini, dolayısıyla eşitlik eksenindeki siyasal organizasyonu içeren ‘demokrasi-cumhuriyet’i; kültürel değişim de hayatı, rasyonel ve din-dışı boyutlara indirgemeyi, apriori-muteal düzeydeki ilkeleri hesaba katmamayı, yeryüzüne egemen olmak için gökyüzünden yüz çevirmeyi, ‘sekülarizasyon’u ve bütün bunları da sözde, sadece bireysel “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” için yapmayı kapsar. Batı medeniyetinin yapısal unsurları evleviyetle bu paraleldeyse de değişimler sonucunda gerçekleşen nisbi özgürlük, eşitlik ve ekonomik refahın nasıl tanımlanacağı ve dağıtılacağı hususunda individüalist ve kollektivist olmak üzere iki ana versiyon, iki siyasal yapı, liberal blok – sosyalist blok ya da kapitalizm – komünizm şeklinde örgütlendiğini söylemek de mümkündür. Kısacası Batı medeniyeti; kapitalist ya da komünist şeklindeki sosyo-ekonomik örgütlenme olup; klasik medeniyetlerden farklı olarak pozitivizmi, rasyonalizmi, sekülarizmi, individüalist ya da kollektivist faydacı tüketimi ve erdemsiz güç egemenliğini içerir.
Açıktır ki erdemsizliğe istinat eden güç, mütecavizdir. Sömürü doğasının gereğidir. İktisat ve kanaat yerine israf ve sefahat; sa’yu-gayret yerine de istismar galiptir. Tahrik edilen tüketim arzusu tatminsiz; tezyit edilen ihtiyaçlar sınırsızdır. Bireysel ya da kollektif menfaat dayanışmayı değil; rekabeti, mücadeleyi, çatışmayı zorunlu kılar. Bedevi insanlar hayatlarını sürdürebilmek için üç-beş şeye muhtaçken ve o üç-beş şeyi tedarik edemeyenler yüzde on iken; sivil-modern insanlar su-i istimal, israf ve hevesatı tehyiç ve gayri zaruri ihtiyaçları, zarurî ihtiyaç sandıklarından o üç-beş ihtiyaç on katı artmakta ve onları meşru çerçevede tedarik edebilecek olanlarsa yalnızca yüzde bire ulaşabilmekte, ulaşamayanlarıysa hileye, rüşvete, irtikâba, harama sevk etmektedir. Bir avuç müreffeh oligarka karşılık, kahir ekseriyet fakirdir. Zenginin fakire karşı şefkatini ve fakirin zengine karşı minnettarlığını temin eden kutsî erdem duygusu olmayınca, işvereni zulme, işçiyi ise isyana yönlendirerek huzuru ve sükûnu zîr’ü zeber etmektedir. Seyyiatı hasenatına, hataları ve zararları, faydalarına râcih olan Batı medeniyeti maalesef insanları ya zalim ya mazlum ya sefih ya sefil ya mücbir ya mücrim kılmaktadır. Klasik-geleneksel rejimleri yıkan kapitalizm; nispi ölçülerde gerçekleştirdiği “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” vaadini uygulamada yalnızca bir avuç burjuvaziye hasretmiş; kapitalizm eleştirisinden doğan komünizm ise yalnızca bir avuç bürokrasiye hasretmiştir. Çoğunluk ne liberal blokta ne de sosyalist blokta mutludur. Beşeriyetin maksad-ı hakikisi olan istirahat-i umumiye ve saadet-i dünyevîye modern-sivil dünyada mümkün değildir. Metafizik temelli ahlakın-erdemin yok edildiği seküler bir zeminde; “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” ideallerini bütün insanlar için gerçekleştirmenin imkânı yoktur. Rasyonel, individüal ve seküler bir kimliğe özgeci, toplumcu ya da evrenselci çağrılarda bulunmak, irrasyoneldir. Böyle bir zeminde özgeci ethik argümanlara, feragat ahlakına uymak söz konusu olacaksa şayet, bu yalnızca bir yanılsama sonucu gerçekleşebilir. Birey, kendisine faydalı olacak şeylerin peşinde koşarken, belki toplumun faydasına olacak şeylere de katkıda bulunabilir, fakat bu gayrı iradî ve rastlantısaldır. Böyle bir zeminde özgürlük hiçbir zaman başkalarının keyfi isteklerinden bağımsızlık olarak gerçekleşmeyecek; eşitlik, niteliksel değil, niceliksel eşitlik haline bürünecek ve liyakat ve ehliyetin kıymeti kalmayacağından ekonomik refah da muayyen ellerde temerküz edecek ve “medeniyet” denilen şey de mecburen “erdemsiz toplum projesi”ne dönüşecektir. Utilitarist ilkenin ince ipi üzerinde adalet tesis edilebilir mi? Böyle bir ilkenin adaleti tesis etmesi değil, adaleti yıkması mukadderdir. Muasır medeniyetler seviyesinden maksat; işte bu modern-sivil dünya olduğuna göre, onların seviyesine yükselmek mi yoksa onarın seviyesine inmemek mi daha akıllıcadır???
Hakiki medeniyet odur ki umumun, hiç olmazsa ekseriyetin saadetini tazammun eder. Müslümanların bir zamanlar kurmuş bulunduğu, şimdilerde özlenen o erdem temelli medeniyeti İstiklal Şairi Mehmed Akif ne de güzel tasvir ediyor: Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz / Gelmişiz dünyaya milliyet ne medeniyet ne öğretmişiz / Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyyetin / Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin / Yarmışız edvar-ı fetretten kalan Yeldaları / Fikr-i ferda doğmadan yağdırmışız ferdaları / Öyle ferdalar ki; kaldırmış serapa alemi / Dideler bir cavidanî fecrin olmuş mahremi / Yirmi beş yıl, yirmi beş bin yıl kadar feyyaz imiş / Bak ne ani bir tekamül! Bak ki hala mündehiş / Yad-ı fevka’l-i’tiyadından onun tarihler / Görmemiş benzer o müdhiş seyre, hem görmez beşer / Bir taraftan dinimiz, ahlakımız, irfanımız / Bir taraftan seyfe makrun adlimiz, ihsanımız / Yükselip akvamı almış fevc fevc aguşuna / Hepsi dalmış vahdetin aheng-i cuşacuşuna / Emr-i bi’l-ma’ruf imiş ihvan-ı İslam’ın işi / Nehy edermiş, bir fenalık görse, kardeş kardeşi / Kimse haksızlıktan etmezmiş tegafül ihtiyar / Ferde raci’ sadmeden efrad olurmuş lerzedar…