Siyaset felsefesi ya da siyaset bilim açısından bakıldığında, rejimleri birbirinden ayırt eden temel nitelik, “meşruiyet kaynakları” olarak değerlendirilir ise de bu değerlendirme herhangi bir rejimin “iyiliği”ya da“kötülüğü” hususunda tek başına yeterli bir bilgi içermez. Mesela; kadim-geleneksel rejimlerden; monarşi ya da aristokrasinin meşruiyet kaynağının “din” şeklinde kabulü, onu peşin peşin “iyi” yapmayacağı gibi, “kötü” de yapmaz. Öte yandan; modern siyasi rejimlerden; demokrasi ya da cumhuriyetin meşruiyet kaynağının “halk” olarak kabulü de onu peşin peşin iyi ya da kötü yapmaz… Vurgulanması gereken temel özellik; sözü edilen rejimin, ona mensup olan insanları; tebaa ya da yurttaşları ne kadar “özgür” ve ne kadar “müreffeh” yaşattığıdır. Herhangi bir siyasal ya da sosyal statüyü tercih edilir kılan yegâne nitelik; “özgürlük” ve “refah”tır. Özgürlük, başkalarının keyfi isteklerinden bağımsız olmak; refahsa insan onuruna yaraşır standartlarda yaşamaktır. Şüphe yok ki makul hiçbir insan bu kıstasa itiraz edemez…
Cumhuriyet ya da demokrasi denilen modern rejimler; “milletin (halkın) rızasına dayanan eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon”lardır… Hukuki eşitlikten kasıt; bütün yurttaşların potansiyel de olsa yönetici olma, yönetime katılma hakkına sahip bulunmasıdır. Yönetenler ve yönetilenler, hukuken eşit kabul edilip, eşit muamele görüyorlarsa ve hiç kimse hayat kayd-u şartıyla yöneten olamıyorsa ve dahi yönetimler alternatif seçimlerle el değiştirebiliyorsa o rejimin cumhuriyet ya da demokrasi olduğundan bahsedilebilir. Aksi, oligarşi ya da diktatörlüktür. Yönetim; küçük bir azınlığın tekelindeyse o yönetimin aslı oligarşidir. Bir başka ifadeyle devlet aygıtının bütün kademelerinin küçük bir azınlığın kontrolünde olması, rejimin oligarşi olduğunu gösterir. Aristokrasilerin tanrısal seçkinlik iddialarına benzer şekilde oligarşiler de seçkinlik iddiasını taşırlar; farkları, oligarşilerin tanrısallık ihtiyacı duymamalarıdır. Aristokratları bağlayan bir Tanrı varken; oligarkları hiçbir şey bağlamaz. Diktatör; keyfi iradesini ve imtiyazlılık ideolojisini halka dikte eden, oligarkların “büyük önder”i, “tek adam”dır. Diktatör; iktidarını tek parti programıyla yürütebileceği gibi, keyfince oluşturduğu meclis ya da senato ile de yürütebilir. Diktatörlüğün apaçık göstergesi; keyfi yargı, iletişim ve eğitim-öğretim tekeli ve korporatist kamulaştırmaya bağlı olarak görülen özel mülkiyet düşmanlığıdır… Kemalci oligarşinin cumhuriyet dedikleri rejim hiçbir zaman milletin (halkın) rızasını da kendileriyle eşitliğini de kabul etmemiştir… Mustafa Kemal; 1932’den itibaren 18 yıl boyunca EZAN’ı yasaklarken milletin (halkın) rızasına istinaden mi yasaklamıştır??? Bırakın EZAN’ı, TÜRK MÜZİĞİ’ni önce 1926’da fiilen; 2 Kasım 1934 – 6 Eylül 1936 arası da resmen yasaklayan Mustafa Kemal, milletin (halkın) rızasına istinaden mi yasaklamıştır??? O günlerde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyenler, bu sözü sadece milleti aldatmak için söylemiş, hiçbir zaman milletin (halkın) rızasına istinat etmemişlerdir… Milletin (halkın) rızasına istinat etmeyenler, onları kendilerinin EŞİT’i olarak kabul ederler mi??? Halkın rızasının ve eşitliğin esamisinin bile olmadığı bir rejim, cumhuriyet ya da demokrasi olarak nitelenebilir mi??? Tabii ki HAYIR!
Avrupa’nın siyasi tarihinden haberdar olanların malumu olduğu üzere; Avrupalıların geleneksel monarşi ya da aristokrasiye karşı modern demokrasiyi ya da cumhuriyeti tercih ediş nedenleri, kadim rejimlerin yalnızca muayyen bir azınlığa özgürlük ve refah imkânı tanıması, yeni rejimlerinse bu imkânı herkese tanıyacağını taahhüt etmesidir. Bu taahhüt sayesindedir ki imtiyazlılık sistemini Hıristiyanlıkla meşrulaştıran kadim rejimler, yerlerini, sistemi rasyonaliteyle meşrulaştıran yeni rejimlere bırakmıştır. Açıktır ki rasyonalite; imtiyazı değil, eşitliği öngörür. Eşitlik; insanların ya aynı muameleye tabi tutulmasını ya da içinde bulundukları şartların aynı olmasını ifade eder. Acaba Avrupa’daki gibi, Türkiye’de de yeni rejim, kendisini rasyonaliteyle mi meşrulaştırmıştır? Adı cumhuriyet konan yeni rejim, Türkiye’de de herkese özgürlük ve refah getirmiş midir? Rasyonalite; imtiyazı değil, eşitliği öngörüyorsa Türkiye Cumhuriyeti’nde de Avrupa’daki gibi hukuki eşitlik gerçekleşmiş midir? Türkiye Cumhuriyeti’nde Müslümanlarla laiklerin; başörtülü insanlarla başörtülü olmayan insanların aynı muameleye tabi tutulduğu iddia edilebilir mi? Kemalci olanlarla Kemalci olmayanlar eşit midir? Akıllı olduğunu düşünen bir insan, hukuki eşitliği değil de hukuki imtiyazı kabul edebilir mi? Hangi akıllı insan, “Özgürlük ve refah istemiyorum.” der? Başkalarına özgürlük ve refah, kendisine kölelik ve yoksulluk isteyen makul bir insan düşünülebilir mi? “Padişahım çok yaşa” diye bağıran bir “tebaa” ile “büyük önder, ulu önder” diye bağıran bir “yurttaş”arasında fark var mıdır? Padişahlığın monarşi, dolayısıyla “kötü”, Tekparti Diktatörlüğünün de cumhuriyet, dolayısıyla “iyi” olduğunu zanneden birileri sahiden de akıllı olabilir mi? Padişahların bile “her şeyi bilen, her şeyi düşünen, her şeyin iyisini yapan, her şeye kadir bir tanrı” olduğu kabul edilmezken; adına cumhurbaşkanı denilen diktatörlerin öyle olduğunu vehmeden ve onlara “büyük önder”, “yüce önder”, “ebedi şef”, “milli şef” diyenlerin rasyonel oldukları söylenebilir mi? Böyle bir insanın cumhuriyet rejimi altında yaşadığını sanarak veyahut da öyle iddia ederek o rejime güzellemeler dizmesi, onun rejimler hakkında “doğru” bir bilgiye sahip olduğuna delalet eder mi? Sakın bu güzellemeleri dizenler; imtiyazlılıklarını halktan gizlemeye çalışan “demagoglar” ya da imtiyazlılardan iltifat dilenen “dalkavuklar” yahut da imtiyazlıların artıklarından nemalanan “şarlatanlar” olmasın?
Unutmamak gerekir ki cumhuriyeti ilan etmek demek, cumhuriyeti kurmak demek değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrası meşruti monarşinin yerine, 1923’te ilan edilen “cumhuriyet” ne “eşitlik ekseninde bir örgütlenme”yi ne “rızaya dayanan bir hükümet”i ne de tebaanın yerine geçirildiği söylenen yurttaşların potansiyel de olsa yönetici olma, yönetime katılma hakkını ifade eder. Müntehib-i evvel ve müntehib-i sani mizansenleriyle yapılan şaklabanlıklar bir “seçim” değil, sadece bir “tayin”di. Yönetim; halkın rızasına dayanmadığı gibi, “Hasolar’la ve Memolar’la eşit olmadıklarında ısrar eden” küçük bir azınlığın tekelindeydi. Alternatif seçimlerle el değiştirmeyen yönetim, sadece ve sadece tek partiye aitti. İstiklal Mahkemeleri şeklindeki keyfi yargıyla beraber, iletişim ve eğitim-öğretim tekeli ve korporatist kamulaştırmaya bağlı özel mülkiyet saygısızlığı da mevcuttu… Alternatifi olmayan padişahlar gibi, 1950’ye kadar hayat kayd-u şartıyla “seçilen” cumhurbaşkanlarının da alternatifi yoktu… Sahi böyle bir rejim, cumhuriyet midir yoksa tek parti diktatörlüğü mü???