Osmanlı aydınını değerlendirdiği makalesinde; Prof. Dr. İlber ORTAYLI, ‘aydın’ kavramının ‘literati’ anlamında değil ‘intellectual’ anlamında kullanılması gerektiğinden bahseder. Ona göre ‘litteras’ yani yazılı kültür çevresine mensup, okur-yazar bir kişi ‘aydın’ sayılamaz. Okur-yazar olanlar ‘intelligere’ fiilini gerçekleştirdikleri takdirde ‘aydın’ yani ‘entelektüel’ olabilirler… Cemil MERİÇ’in ifadeleriyle entelektüel; aristokratik-hiyerarşik geleneğe başkaldıran, varoluşu ve hayatı rasyonalite ekseninde değerlendirmeye ve inşaya tabi tutan; dünyaya atalarından devraldığı değerlerle ve tartışmasız bir tavırla değil, kendi ürettiği rasyonel değerlerle bakabilen; bahşedilmiş statülere karşı, ilim-irfan yoluyla özgürlük ve eşitlik peşinde koşan; kendi aklıyla düşünebilen ve kendi gönlüyle hissedebilen insandır… Ferdi entelektüel yapan; uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüstür… Entelektüel; kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Çünkü o, maruz kaldığı cemiyetinin değil, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki cemiyetin çocuğudur… Cemiyetle kaynaşan ferdin tarihi yoktur… Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçmektir… Entelektüel olmak için hakiki insan olmak lazımdır. Hakiki insan, ilkeleri, mukaddesleri olan insandır… Hakiki insan çoban köpeği gibi hırlaşmaz; konuşur, maruz kalmaz, seçer… Entelektüel; muayyen bir zümrenin emir kulu da değildir ve hiçbir merkezden talimat almaz… Ne kendi varacağı hükümlerden çekinir ne de herhangi bir iktidara ters düşmekten… Zira entelektüelin ahlaki vazifeleri vardır; belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması onun için elzemdir… Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek, karanlıkları aydınlatmak onun temel borcudur… Başlıca vasfı tenkittir… Entelektüel; fildişi kulede yaşar ama fildişi kuleye kapanmaz çünkü fildişi kuleye kapananlar şerrin zaferini isteyerek ya da istemeyerek kolaylaştırmış olurlar…
Yukarıdaki anlamıyla ‘aydın’ yani ‘entelektüel’ Avrupa’da gerçekleşen Rönesans ve Rönesans’ın nihai aşaması Aydınlanma düşüncesinin, dolayısıyla da “Modernite”nin bir ürünü olarak doğmuştur… Modernleşme tarihi dikkate alındığında ‘aydın’ kavramının semantiği ile ilgili Avrupa’ya dair söylenenlerin doğruluğu tartışmasızdır… Ancak Türk aydını söz konusu edildiğinde; niteliğinin Avrupa’daki mevkidaşlarından hayli farklı; genelde ‘literati’ nadiren ‘intellectual’ mahiyette olduğu; gelenek ve modernite arasında ikilem içerisinde bulunduğu yanlış olmasa gerektir… Prof. Dr. Kemal KARPAT; 1699 Karlofça mağlubiyetiyle başlayan Osmanlı modernleşmesinden söz ederken; yaşanan ikilem hususunda mealen şunları ifade ediyor: On dokuzuncu yüzyıl öncesi dönemdeki ekonomik ve askeri ıslahatlar, geleneksel Osmanlı sistemi çerçevesinde yapılmış, uyarlanan toplumsal kurumlar doğası itibarıyla Osmanlı’dan daha üstün bir sosyo-politik düzenin ürünü olduğu hissini uyandırmadan ve toplumsal bir ikilem yaratmadan benimsenmişlerdi. On dokuzuncu yüzyılda ise reform hareketleri bir ikilem ve geleneksel hayata karşı bir yabancılaşma yarattı. Çünkü Avrupa’dan alınan kurumlara daha üstün bir sosyo-politik düzende oluşmuş gözüyle bakılmaya başlandı. Özellikle Sultan II. Mahmut’un yaklaşımı doğrultusunda Tanzimat reformcuları Avrupa yönetim kurumlarının üstünlüğü fikrini kabul ettikleri zaman, zımnen Avrupa siyasî ve kültürel sisteminin de üstünlüğünü kabul etmiş oldular. Şüphesiz değişim, genel olarak “yabancı” unsurlarla, özgün “yerli” unsurların bir karışımını doğuracağı için bir dereceye kadar yabancılaşma yaratabilir. Ancak toplumun temel sosyo-politik kodları aşılmadığı ve değişiklikler halkın hayat standartlarını yükseltmeye matuf olduğu takdirde söz konusu yabancılaşmanın kontrolü mümkündür. Ne yazık ki Osmanlı’nın modernleşmesinin ana hedefi halkın hayat standartlarını yükseltmekten ziyade Batı yanlısı yönetici-elitin gücünü artırmaya matuf olduğundan yabancılaşma kontrol dışı kalmıştır. Neticede geleneksel düzenin üstünlük inancına dayanan sembolleri, kalıpları ve kurumları, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde önce yönetici-elit, sonra da onların baskıları ile tüm halk seviyesinde yıkılmış ve kültürel kırılma kaçınılmaz olmuştur… Söz konusu yabancılaşma ve ikilemi anlatan en tipik misal, “Osmanlı-Türk” aydınlarından Ziya Gökalp ile Yahya Kemal arasında cereyan eden meşhur tartışmadır. Olayın kahramanlarından Yahya Kemal tartışmayı mealen şöyle nakletmekte: Maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakan Ziya Gökalp, maziye karşı daüssılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki: “Harabisin harabati değilsin / Gözün mazidedir ati değilsin”. Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle: “Ne harabi ne harabatiyim / Kökü mazide olan atiyim” dedim… Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde, sonraları hissettim ki küçük bir hakikat varmış…
Yahya Kemal’in hissettiği hakikat, açıktır ki modernleşmenin yaratmış olduğu yabancılaşma ve ikilemden başkası değildir. Kendisini herhangi bir kutsal öğreti ekseninde örgütlemeyen sosyo-politik yapı anlamındaki, geleneksellik karşıtı modernite ile on dokuzuncu yüzyılda, mağlubiyetle tanışan Osmanlı-Türk insanı; mağlubiyetin sebeplerini sorgulamaya başladığında, galibiyetin Osmanlı-Türk geleneğinden üstün bir sosyo-politik düzenden kaynaklandığı düşüncesine kapılınca, yabancılaşma ve ikilem kaçınılmaz olmuştur. Elbetteki bu durum, birden bire geleneğin terkine yol açmamış, dönüşüm yavaş yavaş gerçekleşmiştir. Yöneticilerin modernleşmesinin halk üzerindeki tesiri büyük ise de -çünkü sıradan insanlar yöneticilerin dinine göre yaşarlar- dönüşümü sağlayan asıl faktör, insanların zihin dünyasında meydana gelen, “galip tarafta mutlaka bir takım üstün özellikler bulunmalı” inancıdır. İbni Haldun’un ifadeleriyle; “İnsanlar herhangi bir mücadelede kendilerine galip gelen tarafta mutlaka bir takım üstün özellikler bulunduğuna inanırlar. Öyle ki kendilerinin de bu türlü mücadelelerde galip gelebilmeleri için onlara benzemeleri gerektiğini zannederler. Neticede de galip tarafın örf, adet, gelenek, görenek, kılık, kıyafet, yeme içme ve benzeri bütün özelliklerini taklit etmeye başlarlar. Hâlbuki keramet galibiyette değil, medeniyettedir… Medeniyetten kasıt insanların rasyonelleşerek geçim zaruretlerini tamamen aşmaları; devletin sağlamış olduğu emniyetle şehirler, saraylar, binalar, pazarlar, köprüler, su kanalları ve bağ-bahçe gibi rahat, bayındır ortamlar oluşturmaları; ellerinden geldiğince eşya, yiyecek, içecek, kılık kıyafet gibi şeylerin en lüksünü edinmeye çalışmaları; malları, mülkleriyle birlikte her türlü alışkanlıklarını da gelecek nesillere miras bırakmaya başlamalarıdır…” Diyar-ı küfrü gezerken hep beldeler, kaşaneler gören; mülk-i İslam’ı dolaşırken de hep viraneler gören Ziya Paşa başka ne diyebilirdi ki???
Bu uzun girizgâhta anlatılmaya çalışılan şey şudur: Müslümanlar için aklın kullanımının iki formu bahis mevzuudur. Birincisi, İslamî-aslî değerlere istinat eden geleneksel form. İkincisi de İslamî-aslî değerlere istinat etmeyen modern form. Birinci tarzın egemen olduğu zamanlarda Müslümanların ihtişamlı medeniyetler kurduğu tarihin tespitidir. İkinci tarz kullanımın neticesiyse maalesef Batı karşısındaki aşağılık kompleksidir. Kaldı ki adına yenileşme denilen sosyal değişmeyle ilgili olarak Osmanlı tecrübesi de Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi de Avrupa’daki gibi bir rasyonelleşme, dolayısıyla (iyi ya da kötü) Modernleşme biçiminde olmamış; irrasyonelleşme ve Batılılaşma biçiminde olmuştur. Bu minval üzere zuhur eden Türk aydınına gelince; istisnalar bir kenara; esas itibarıyla ‘intellectual’ değil, ‘literati’dir. Geleneğe, feodaliteye ve aristokrasiye başkaldıran Avrupa aydını özgürlük ve eşitlik için başkaldırıyordu. Karnı tok, sırtı pek bir domuz olmaktansa muzdarip bir Sokrates olmayı yeğlediğini vurguluyordu. Özgürlük ve eşitliği sadece kendisi için değil, herkes için istiyordu… Bu itibarladır ki Avrupa entelektüeli nihayetinde “Hukuk Devleti”ni kurabilmiştir… Türk ‘literati’si ise ne geleneksel kalabilmiş, ne de modern olabilmiştir. Ne geleneğe, ne aristokrasiye, ne de cumhuriyet mizansenli tek parti diktatörlüğüne başkaldırabilmiştir. Kaldırır gibi yaptığındaysa da bunu özgürlük ve eşitlik için değil, imtiyazlı zümreye eklemlenme ve iane kapabilme yolunda ilerlemek için yapmıştır. Tanzimat’tan bugüne üstlendiği asıl rolse ne yazık ki hep aldanmak ve aldatmak olmuştur… Oysaki gerçek aydın (münevver) irşad makamındadır. Mürşid-i umumi mevkiinde bulunanlarsa hem muhakkik hem müdakkik hem de mübelliğ olmalıdır… Muhakkik olmalı, ta ki burhan ile ikna eylesin; müdakkik olmalı, ta ki ictimai muvazeneyi korusun; mübelliğ olmalı, ta ki mukteza-yı hale mutabık söz söylesin… ‘Literati’ irşad makamında değildir; etse etse ifsad eder…