Dinle ilgili tartışmaların, televizyonlar için önemli bir reyting aracı olarak kullanıldığına şüphe yok… Geçmişte, Ramazan aylarına münhasır olan bu tür programlar, son on yıldır, muhtemelen konjonktür gereği, rutin gündelik programlara dönüştü… Programların baş aktörlerinden biri de meşhur Cübbeli Ahmet Hoca… Hocanın, eskilerin “naklî-dinî ilimler” dediği birçok alana vakıf olduğu da muhakkak… Yüzlerce, binlerce Hadisi zihninde hıfzettiği çok açık… Bugünlerde mübarezeye tutuştuğu “mektepli ilahiyatçı-din felsefecisi” şahısların Hocayı kolay kolay alt edebileceklerini de sanmıyorum… Onlar İslam’ın rasyonelliğini ispatlamaya çalışadursun; Hoca mealen şöyle diyor; “Madem rasyonalite ölçü ve yeterli o halde dine ne hacet?”… Ancak Hocanın, yine eskilerin “felsefî aklî ilimler” dediği sahalara aynı ölçülerde vakıf olduğunu da pek söyleyemeyeceğim… Tartışma programlarında teskin olamayan Hoca, köşe yazarlığı yaptığı gazetede, 21.08.2015 tarihli yazısında “Felsefeciysen Din Hakkında Konuşma” başlığını atarak mutlak manada felsefeyi ve felsefecileri hedef alıp, cepheyi genişletince (!?), meslekten bir felsefeci olarak, durumdan vazife çıkarıp, tartışmaya müdahil olmak mecburiyetinde kaldım… Malum; hak ve hakikat inhisar altına alınamayacağı gibi, hak ve hakikati savunmak da inhisar altına alınmaz…
Hoca şöyle buyuruyor: “Yaradan sana bir şey bildiriyor, sen ‘Aklım almıyor’ diyorsun. E git gâvur ol, bana ne? Hem Müslüman olacağım hem felsefeci olacağım, deme. Din adına felsefe yapma. Başka felsefe yaparsan yap. İmam-ı Gazali felsefe yüzünden Farabi’nin de kâfir olduğunu söylüyor, İbni Sina’nın da. Koca İbni Sina güme gitmiş, sen kimsin? İnsan ahiret hayatında aynı dünyadaki gibi etli, kanlı, canlı, kemikli olarak dirilecek. Onun için ‘Cesetler dirilmeyecek, ahirette ruhlar yaşayacak’ diyen kâfir olur… Bu kadar ayet varken sen nasıl inkâr edersin? İşte felsefe kafası budur… Felsefenin ekserisi ahmaklıktır, ekserisi ahmaklık olanın tamamı da ahmaklıktır, diyor, 70 bin evliyanın reisi İmam-ı Rabbani… Şimdi anladınız mı? Ben felsefeciyim diye çıkıp din adına konuşup duranların durumu ne oldu. Çok ahmak duruma düştü. Çünkü felsefeciysen bu konuda konuşma. Mantıkla bu yolda gidilmez… Felsefeyle ‘Allah’ın evveli yok, âlemin de evveli yok’ demişler. Ve ‘Bu şekilde dünya yoksa bile bunun ham maddesi vardı, mahlûkatın aslı Allah ile var oldu’ demişler. Bu sefer Allah’ın yaratma sıfatı iptal oluyor. Çünkü Allah var ama hiçbir şey yoktu. O yaratıp başlatıyor. Kur’an böyle söylüyor. Felsefe gidiyor, gidiyor orada takılıyor. Takılınca ‘Kıdem-i âlem’ diyor, ‘Âlemin evveli yok’ diyor… Kur’an’a ‘Kelam-ı kadim’ diyoruz. Kadim evveli yok demek. Ehli Sünnet’in itikat metninde ‘Kâinatı yaratan ilahımız kadimdir. Evveli olmayan bir tek O’dur’ diyor. Sen ‘Evveli olmayan başka maddeler de var’ dediğin anda Allah’ın yaratıcılığı iptal oluyor. ‘Allah varken o da varmış’ yani. Bu sefer de cesetlerin haşrı inkâra gidiyor. Çünkü felsefe de bir kural var; Kıdemi sabitse âdemi muhaldir. Bu ‘Bir şeyin evveli yoksa sonu da yoktur’ demek. Çünkü evveli olmayan ‘Başka biri başlatmadı, varlığı kendindendir. Varlığı kendindense o kendini yok etmez. Dolayısıyla onu da kimse yok edemez’ demektir. Varlığı kendinden olan bir tek Allah’tır. Onun için de yokluğu düşünülemez. Ezeli, ebedi de bu demektir. Ezeli evveli yok, ebedi sonu yok demektir. Başka var mı onun gibi? Yok! Sen ‘Bu âlemin de ham maddesi gaz halinde vardı’ dediğin anda Allah’tan başka kadim var demiş oldun. Bu sefer o kadimse onun da yok olması düşünülemez. Ahiret, haşır hepsi güme gidiyor. İbni Sina olsan ne yazar, Farabi olsan ne yazar. Ehli Sünnet itikadının ayetten, hadisten metinleri var. Sen buna karşı Felsefe ile ne konuşabilirsin?! O zaman felsefe yapmayacaksın…”
Hoca; şu hususta haklı, din adına felsefe yapılmaz… Zaten felsefenin böyle bir problemi de filozofların böyle bir derdi de yoktur… Sorun; Batıdaki karşılığıyla “teoloji” ile felsefenin ya da İslam dünyasındaki karşılığıyla “kelam” ile felsefenin birbiriyle karıştırılmasından kaynaklanmakta… Önce tanımları tefrik edelim: Felsefe, hayatın ve eşyanın (evrenin) rasyonalite ve realite zemininde, akla ve tecrübeye dayanan nedenlerle (gerekçelerle) izah edilmesi, anlamlandırılması iken; teoloji ya da kelam, insanları ikna adına, hayat ve eşya hakkında dinin ya da vahyin söylediklerinin akla uygun olduğunu (rasyonel olduğunu) göstermeye çalışmaktır… Felsefe için akıl ve tecrübe ölçü (kriter) iken; teoloji ya da kelam için yalnızca bir araçtır… Başka bir ifadeyle felsefe, akıl ve tecrübe ekseninde hayatın ve eşyanın hakikatinin ne olduğunu araştırmak iken; teoloji ya da kelam, hakikatin kendisi olduğu kabul edilen din ya da vahyin hayat ve eşya hakkında söylediklerinin akla uygun olduğunu (rasyonel olduğunu) göstermeye çalışmaktır… Felsefenin şu ya da bu dini ya da vahyi doğrulamak gibi herhangi bir maksadı, hedefi yok iken; teoloji ya da kelamın bizatihi maksadı ve hedefi hakikat olduğu kabul edilen muayyen din ya da vahyin akla uygun olduğunu (rasyonel olduğunu) göstermeye çalışmaktır…
Ancak Hoca şu hususta haksız; filozoflar herhangi bir konu için doğru ya da yanlış veya iyi ya da kötü veya güzel ya da çirkin diyebilir ama “aklım almıyor” demez… Öylesi tiplere filozof denmesi, pejoratif karşılığıyladır… Sanıyorum Hocanın felsefeye yönelik tepkisi, felsefeyi, “din felsefesi” diye adlandırılan alandan ibaret görmesiyle alakalı… Hristiyanlığın ve İslam’ın ortaya çıkışıyla filozoflar “din felsefesi” ile de uğraşmışlar fakat felsefe yalnızca “din felsefesi”nden ibaret değildir… Hayatın ve eşyanın hakikatini araştıran birilerinin, dinî bilginin de akla ve tecrübeye uygun olup olmadığıyla veya doğru ya da yanlış veya iyi ya da kötü olup olmadığıyla da uğraşması gayet tabii değil mi? Kaldı ki filozoflar da toplum içerisinde ve diğer insanlarla birlikte yaşadıklarına göre, birlikte yaşadıkları insanların ne tür bir ahlak anlayışına sahip olduklarıyla ilgilenmeleri bir mecburiyettir… Hatta muhtelif ahlak anlayışlarını mukayese ederek, İslam ahlakını pekâlâ akla ve tecrübeye uygun bulabilir ve akıl ve tecrübelerine istinaden İslam ahlakını benimseyebilirler de… Hazreti Muhammed, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” demiyor mu??? Hazreti Muhammed, henüz İslam ortada yokken ve kendisi de peygamber değilken, ahlaklı değil miydi? Hoca hangi yetkiyle ve niçin müsaade etmez; filozoflar da Hazreti Muhammed’in ahlakını benimsesin???
Kadim mevzu, Gazali’nin felsefe eleştirisi meselesine gelince, şu şekilde özetlemek mümkündür: Gazali’yegöre felsefe; eşyanın ve hayatın hakikatinin, dinden bağımsız olarak, akıl ve tecrübe yoluyla bilinmeye çalışılmasıdır. Pratik ve teorik olmak üzere iki kısma ayrılır. Pratik felsefe; ahlak, siyaset ve ekonomiden oluşurken, teorik felsefe; metafizik, riyaziye ve tabiiyeden oluşur. Felsefenin yöntemini teşkil eden mantığı da teorik felsefeye ilave etmek mümkündür.[1] Metafizik; felsefenin varlığı ve varoluşu izaha çalışan kısmıdır. Filozofların varlık derken kastettikleri şey; genellikle Allah, ruh ve evrendir. Metafiziğin görevi; her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı, ruhun ölümsüzlüğünü ve evrenin varoluşunu açıklamaktır. Filozofların hataya düştükleri meseleler daha çok metafizikî meselelerdir. Aralarındaki ihtilaflar da çoğunlukla metafizikle ilgilidir. Filozoflar, metafizik bahsinde yirmi meselede hataya düşmüşlerdir. Bu meselelerden üçü, İslamî açıdan küfrü gerektirirken, on yedisi bidat sayılır. Küfre varan birinci mesele cismanî haşrın inkârıdır. Filozoflara göre, insanlar öldükten sonra tekrar dirilmeyeceklerdir. Ruh zaten bakî olduğundan cezayı da mükâfatı da görecek olan odur. Haşrolmak, cismani değil, bir anlamda ruhanidir. Filozofların bu iddiaları onların küfrünün birinci delilidir. Küfre varan ikinci mesele de Allah’ın her şeyi bileceğinin inkârıdır. Onlara göre, Allah, salt akıl, mutlak akıl olduğundan yalnızca makulatı, kavramsal olan şeyleri bilir. Cismanî herhangi bir nitelik, sıfat taşımadığından, cismanî olan tekil, cüzî şeyleri bilmez. Filozofların bu iddiaları da onların küfrünün ikinci delilidir. Kuran’da şöyle denilmiştir: “Yerde ve gökte, bir zerre miktarı dahi Allah’ın ilminden hariç kalmaz.” Hakikat filozofların dediği gibi değil, Kuran’ın dediği gibidir. Küfre varan üçüncü mesele ise filozofların, âlemin ezeli ve ebedi olduğunu ileri sürmeleridir. Kuran ve Peygamber, âlemin yoktan var edildiğini ve beli bir süre sonunda yine yok edileceğini söylerken, filozoflar aksini iddia etmektedirler ki bu iddiaları da onların küfrünün üçüncü delilidir. Riyaziye; hesap, hendese ve heyet bilgilerinden ibarettir. Bunların hiçbirinde müspet ya da menfi cihetten dine taalluk eden bir taraf bulunmamaktadır. Özünde hiçbir fenalık bulunmamakla birlikte riyaziyeden kaynaklanan iki tür yanlışlık söz konusudur. Birincisi; riyaziye ile uğraşan kimseler bu bilgilerdeki incelikler ve temellendirmeler karşısında hayranlıklarını gizleyemez duruma gelince, zannederler ki bu bilgileri keşfeden feylesofların ileri sürdükleri her iddia riyaziyede olduğu gibi kesin doğru hükmündedir. Mesela, filozofların din karşısındaki menfi tutumlarının isabetli olduğunu düşünerek, “din, doğru ve gerekli bir şey olsaydı riyaziyede bu kadar yetkin olan bu büyük insanlar öyle olduğunu söylerlerdi” diyerek filozofların sapkınlıklarına iştirak ederler. Böyle düşünen tiplere; “Bir bilgide mahareti olan kimsenin her alanda mahir olması gerekmez. Tabibin aynı zamanda ekonomi, hukukçunun tıp, fen bilimcilerin felsefe uzmanı olması icap etmez. Her bilginin erbabı olabilir ama bazen bunlar başka alanlarda cahil ve ahmak mevkiine düşerler. Bunu ancak tecrübe eden, onunla meşgul olan anlar” denilse, maalesef onlar bu hakikati kolaylıkla kavrayamaz. Bu gibi neticeler, büyük bir fenalıktır. Bu fenalık riyaziyeden kaynaklanmasa bile felsefî bilginin başlangıcını teşkil ettiğinden onun vesilesiyle filozofların fenalığı ve uğursuzluğu okuyana, öğrenene sirayet eder. İkinci fenalık; feylesoflara ait bütün bilgileri reddetmeği dine hizmet zanneden cahil dindarlardan kaynaklanır. Öyle ki filozoflar akla ve tecrübeye dayanarak “güneş dönüyor, dünya yuvarlaktır” demişlerse, cahil dindarlar sırf onlara muhalefet ederek bu doğruları reddetmiş ve bu sözlerin dine aykırı olduğunu iddia etmişlerdir. Cahil dindarlara ait bu iddialar, doğruyu bilen kimseleri bilgilerinde elbette şüpheye düşürmez. Aksine, dinin cehalet üzerine kurulduğuna, kesin delilleri tanımadığına hükmeder. Felsefeye karşı sevgisi artar. Dinden iyice yüz çevirir. Aklî ve tecrübî bilgileri inkâr ederek dine hizmet ettiklerini zannedenlerin din aleyhinde işledikleri cinayet, çok büyüktür. Hâlbuki din, yani İslam, riyazî bilgiler hakkında müspet ya da menfi herhangi bir şey söylemiş değildir. Bu bilgilerde de dine, yani İslam’a aykırı düşecek herhangi bir şey yoktur. Riyaziyenin hikmeti ve afeti bundan ibarettir. Tabiî İlimler; âlemdeki cisimlerden, göksel cisimlerden veya yerdeki toprak, su, hava, ateş gibi basit cisimlerden ya da madenler, bitkiler, hayvanlar gibi mürekkep cisimlerden, bunların değişmesinden, dönüşmesinden ve nasıl meydana geldiklerinden bahseder. Hepsinde esas olan nokta şudur ki; tabiat, Allah’ın emri altındadır ve hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez. Tabiat, cesed-i hilkatin anasır ve azasını zapturapt altına alan bir kanun-i ilahidir. Din, tıbbı reddetmediği gibi tabii ilimleri de reddetmez. Mantık; kavramsal bilgiyi ve akıl yürütmeye dair bilgiyi içerir. Mantıkî bilgi ve din münasebeti de riyaziye ile din münasebeti gibidir. Mantıkta da dinî açıdan reddedilmeği gerektirecek herhangi bir yön mevcut değildir. Filozofların, “doğru bilginin temeli mantıktır” sözleri elbette doğrudur, ancak mantık sadece onlara mahsus bir bilgi olarak nitelendirilemez. Mantığın da özünden kaynaklanan bir kötülük yoktur, fakat riyaziyede görülen sakıncalar burada da görülür. Mantıkla uğraşan kimseler çoğunlukla sanırlar ki filozoflardan rivayet edilen naturalizm, materyalizm şeklindeki düşünceler de mantıkî delillerle ispat edilmiştir. Ahlak felsefesi; “iyi eylemin ne olduğu” ve “nasıl yaşanması lazım geldiği” şeklindeki sorulara cevap arayan ve olması gerekene yönelik rasyonel zeminde bir takım temellendirmelerde de bulunan, felsefenin pratikle ilgili disiplinlerinden biridir. Filozofların bu husustaki bütün sözleri aslında her devirde mevcut olan ilahî hikmetten alınmıştır. Şayet bu sözler makul ve Kur’an ve Sünnete muhalif değilse filozoflara ait diye inkâr edilmesi icap etmez. Ahlak konusundaki ölçü, sözü kimin söylediğinden çok doğruyu, hakkı tavsiye edip etmemesi olmalıdır. Ancak şurası da bilinmelidir ki filozofların bazı konularda zaman zaman doğruyu ve hakkı söylemeleri, onların diğer konulardaki yanlışlarını ve hatalarını ortadan kaldırmaz. Makul olan, doğruyu ve yanlışı, hak ve batılı karıştırmamaktır. Siyaset ve ekonomiyle ilgili konularda da yine filozofların sözleri, ahlak gibi, dünya işlerine ait, devlet tarafından maslahata binaen kabul edilen tedbirler olarak özetlenebilir. Bu bahislerdeki bilgileri, Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla bildirilen mesajlarda ve geçmişte yaşamış olan hikmet sahibi bilgelerden nakledilen hikmetlerden alınmıştır. Netice itibarıyla aklı ölçü alan felsefe hakkında bilinmesi gereken temel nokta şudur: Dinden bağımsız olarak akıl; eşyayla ve hayatla ilgili bütün meseleleri kavramakta ve izah etmekte tek başına yeterli değildir. Yalnızca akla uyup, onunla yetinen, vahyin ışığıyla görmeğe çalışmayan ve aydınlanmayan doğru yolu bulamaz. Aklın adımları kısa, sahası ise dar ve sınırlıdır. Aklı vahiyle birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse başarıya ulaşamayacağı gibi, kaçınılmaz bir biçimde sapkınlığa da düşecektir. Filozofların durumu da işte budur.[2]
Anlaşılacağı üzere; Gazali felsefeyi her ne kadar eleştiriyor ise de Cübbeli Ahmet Hoca gibi bütün bütün de reddetmemekte; metafizik hariç, ahlak, siyaset, ekonomi, riyaziye, tabiiye ve mantık disiplinlerinin dine, yani İslam’a aykırı düşecek herhangi bir yönünün bulunmadığını da belirtmektedir… Haddizatında Gazali’nin söz konusu değerlendirmeleri 12. Yüzyılda yapılmış olup, muayyen bir gruba ve muayyen bir yoruma yöneliktir… Yorumları farklı olsa da filozofların kahir ekseriyatı Allah’ı ve ahireti kabullendikleri gibi, ahlakın tatbikatı için bu kabulü zorunlu bir unsur olarak da görmektedirler… Aynı din mensupları arasında bile farklı farklı yorumlar yok mu??? İhtilaf bazen rahmet değil midir??? Gazali gibi bir deha, rasyonel-ampirik bilgi olan felsefî bilgiye sahip Batı dünyasını ve o bilgiden mahrum bugünün İslam dünyasını görseydi, acaba nasıl bir değerlendirme yapardı??? Bir tarafta, rasyonel-ampirik bilgi olan felsefî bilgi sayesinde insanlar için özgürlük, eşitlik ve ekonomik refahın zirvelerinde bir hayat tarzını temsil eden Batı; diğer tarafta ise “çıkartma kağıdı şehri, müzahrefat kanalı sokağı, şaşkına dönmüş ailesi, eğitim-öğretim yapamayan okulu-üniversitesi, kitapsız hocası-profesörü, yalancı ders kitabı, fuhş albümü gazetesi-televizyonu ve daha nesi ve nesi”[3] ile o bilgiden mahrum olduğu için ekonomi, güvenlik, idare gibi hemen her hususta Batı’dan yardım dilenen, dilendiği yardımı da kendi insanları üzerinde tahakküm kurmaktan başka bir marifeti bulunmayan bir avuç yönetici-bürokrat oligarşiye peşkeş çeken, topraklarında iç savaşların yaşandığı, EL KAİDE’lerin, TALİBAN’ların, IŞİD’lerin, BOKO-HARAM’ların, PKK’ların, vs. vs. kol gezdiği, ahlaktan ve hukuktan habersiz bir “Sözde İslam” dünyası… Adama demezler mi sizin dünyanızdan her gün yüzlerce, binlerce insan akın akın Batıya göç etmeye çırpınırken; Batı düşüncesinin yani felsefenin “ahmaklık” olduğunu ve bu ahmaklığın Batılıları mutlu-mesut kıldığını düşündüğü için mi çırpınıyor??? Şayet “ahmaklık” Batıdaki gibi üst seviyeden bir hayat tarzını yaratıyorsa insanların o ahmaklığı tercih etmelerinden daha tabii ne olabilir??? Yoksa asıl, ekser, tamam ahmaklık ülkelerinde zulmün, ahlaksızlığın, sefaletin, köleliğin, vs. vs. kol gezdiği bugünün “Sözde İslam” dünyasının sıfatı mıdır??? “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm”, diyen Ziya Paşa’nın tasviri içler acısı değil mi???
Felsefenin avukatlığını yapıp; Hocaya son sualimizi soralım: Bırakalım “Sözde İslam” dünyasının şu ya da bu yöresindeki farklı İslam yorumlarını (Şii, Bahai, Dürzi, Selefi, Vahhabi, Nusayri, vs. vs.), Türkiye’de kendileriyle mübarezeye giriştiğin; Fethullah Gülen de Hayrettin Karaman da Mustafa İslamoğlu da Adnan Oktar da İskender Evrenosoğlu da Ahmet Hulusi de Nurcular da Milli Görüşçüler de ya da ne bileyim mektepli ilahiyatçılar da vs. vs. hepsi din adına konuşuyorlarken ve dini ölçü aldıklarını söylüyorlarken; her kesimin anlayışı da farklı farklı olduğunu göre; nasıl bir ölçü kullanmalıyız ki sizin anlayışınızı ya da diğerlerinden herhangi birinin anlayışını hakiki doğru kabul edelim? Akıl ve tecrübe ölçü değildir, ölçü olan dindir diyarsanız, hangi din, hanginizin dini, hanginizin yorumu??? Besbelli ki isteseniz de istemeseniz de doğrunun ve yanlışın, iyinin ve kötünün ölçüsü akıl ve tecrübedir… Akıl ve tecrübeyi ölçü almak demek, felsefeyi ölçü almak demektir… Akıl ve tecrübeyi ölçü kabul etmiyor musunuz; demektir ki İslam dünyası olarak daha çoook zulümlere, mağlubiyetlere, sefaletlere, mezelletlere maruz kalacaksınız, maalesef…
[1] Gazzalî, Makasıdu’l-Felasife, Çev., C. Erdemci, Vadi Yay., Ankara, 2001.
[2] Gazzalî, Tehafüt el-Felasife, Çev., B. Karlığa, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.
[3] Necip Fazıl Kısakürek, Gençliğe Hitabe.