Siyaset; genel anlamıyla toplum halinde yaşayan insanların hayatlarını tanzim ederken tabi olacakları kuralları belirlemek, muhafaza etmek ve gerektiğinde değiştirmek üzere gerçekleştirdikleri faaliyetlerin bütünüdür. Bu düzenlemelerin nasıl yapılacağı hususunda muayyen bir ittifakın bulunduğunu söylemek hayli zor. Bundan ötürüdür ki siyaset, işbirliği ve çatışmaya yönelik eylemlerle kompleks bir bağlantı içerisindedir. Siyasî hayatın “işbirliği” ekseninde mi yoksa “çatışma” ekseninde mi var olduğunun tartışılmasının asıl sebebi de budur. Klasik ya da modern tüm teorilerin siyasete yönelik açıklamalarında bu iki kavram üzerinde derinleştiğini söylemek muhtemelen yanlış olmayacaktır. İnsanların doğal eşitliğini kabul etmeyen teoriler daha çok çatışma üzerinde durup; monarşi, aristokrasi, oligarşi, diktatörlük gibi hiyerarşik siyasal sistemleri savunurken; doğal eşitliği benimseyenler işbirliği üzerinde durup; demokrasi, liberalizm, sosyalizm gibi hiyerarşik olmayan sistemleri savunurlar. Acaba İslamî-siyasî düşünce hangi merkezdedir? Hayatın tanzimine dair ne gibi prensipleri öngörmektedir? İşbirliğini mi temel almaktadır, çatışmayı mı? Sosyal mobiliteyi reddeden sabit hiyerarşik yapılanmaları mı savunmaktadır yoksa şu ya da bu statüyü edinmenin herkes için mümkün olduğu toplumsal yapılanmaları mı? İnsanların doğal eşitliğini mi kabul etmektedir, eşitsizliğini mi???
Şüphe yok ki siyasal formasyonları belirleyen ana unsur “eşitlik” ya da “eşitsizlik” parametresidir. Bu zaviyeden bakıldığında İslamî-siyasî düşüncenin doğal eşitliği temel bir argüman olarak öngördüğü muhakkaktır. Ancak kastedilen eşitlik; ekonomik farklılıkları ve ahlakî üstünlüğü yok sayan mutlak bir eşitlik değil; hukukî eşitliktir. Kur’an’da şöyle denmektedir: “Ey insanlar, gerçekte, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi ırklara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz (ırk, renk, soy ve servet sahipliğiniz değil) en erdemli (en müttaki) olanınızdır. Allah; Bilendir, Haberdardır.”(Hucurat 13). “Allah, rızık (mülkiyet) açısından sizi birbirinize üstün (farklı) kılmıştır.”(Nahl 71). “Onların (zenginlerin) mallarında dilenenlerin ve (ihtiyacını açıklayamayan) yoksulların hakkı vardır.” (Zariyat 19). “Ve sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki; helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artakalanını. İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar, umulur ki düşünürsünüz.” (“Ve yes’elûneke mâzâ yunfiqûne qulil afve, kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum tetefekkerûn.)(Bakara 219). Bahse konu hak yani zekât; İslam’a göre, zengin sayılan bir Müslümanın, malının belli bir miktarını fakirlere Allah emrettiği için temlik etmesidir. Namaz, oruç gibi zekât da farz-ı ayındır. Zekât, zengin Müslümanların fakirlere yaptıkları bir bağış, bir lütuf ve bir sadaka değil; doğrudan doğruya fakir insanların, zengin olanların malında bulunan hakkıdır. Zira mutlak mülk Allah’a aittir ve insanlar sadece onun mülkünde onun takdiriyle tasarrufta bulunurlar. Yine Kur’an’da şöyle denmektedir: “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır ve dönüş yalnızca onadır.” (Nur 42). Zekât kuralına uymamak Kur’an’da akidevî bir problem olarak değerlendirilir. Bu hususta da şöyle denmektedir: “Altın ve gümüş biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azapla müjdele.”(Tevbe 34). İslam’da yoksullara yardım mutlak bir zorunluluktur. Ancak bu zorunluluk, özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılmasının hedeflendiği sonucuna götürmez…
Doğal eşitliğin temel bir argüman olarak benimsenmesinin; sosyal mobiliteyi reddeden hiyerarşik yapılanmaları tasvip etmeyeceği açıktır. Bunun manası; monarşi, aristokrasi, oligarşi ve diktatörlük gibi rejimlerin İslamî-siyasî model olarak ileri sürülemeyeceğidir. İslam dünyasında yaşanmış olan tarihî-siyasî tecrübenin hiyerarşik rejimleri ihtiva etmesi; fiilî durumun İslamîliğinin tasvip edildiği anlamını taşımaz. Aksine, gerçekçi bir tavırla fiilî durumun tedrici bir yöntemle değiştirilmesi hedeflenir. Antik Yunan Filozofu Platon’dan beri hiyerarşik siyasal sistemleri savunmak maksadıyla kullanılan “çoban ve sürü” metaforu; Buhârî (Vesâyâ 9) ve Müslim (İmâre 20) gibi Hadis kitaplarında Peygamber’e izafeten nakledilse de rivayet Kur’an ekseninde değerlendirildiğinde iddianın doğru olamayacağı açıktır. Rivayete göre, Resûlullah şöyle demiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi bir çobandır ve güttüğü sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve çocuklarından sorumludur. O halde hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (“Küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi vel emiru rain, verreculu rain ala ehli beytihi velmeretu raiyetün ala beyti zevciha ve veledihi, feküllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi.”)… Oysaki Kur’an’da şöyle denmektedir: “Ey iman edenler, ‘Raina-bizi güt’ demeyin. ‘Unzurna-bize nezaret et’ deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azab vardır.” (“Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû lâ teqûlû RA’İNA veqûl-U-NZURNA vesme’û velilkâfirîne ‘ażâbun elîm.”) (Bakara 104). Mamafih değişimin de kuralı vardır. Bu hususta da Kur’an’da şöyle denmektedir: “Bir topluluk/fertler kendi niteliklerini değiştirmedikçe Allah onların durumunu (sosyal yapısını) değiştirmez.”(Rad 11). Yani sosyo-politik yapının değişimi, fertlerin zihnî ve amelî değişimine, dönüşümüne endekslidir. Diğer bir ifadeyle Kur’an’ın öngördüğü toplumsal değişme yöntemi; tabandan tavana doğru, basamak basamak yükselen, ıslahat-reform şeklindedir. İhtilal, devrim, darbe gibi yöntemler, Kur’an’ın tasvip ettiği toplumsal değişme yolları değildir…
Öte yandan; doğal eşitliğin temel bir argüman olarak benimsenmesi, klasik ya da modern karşılığıyla siyasal meşruiyetin kaynağının yalnızca “halk” ya da “çoğunluk” şeklinde değerlendirildiği, dolayısıyla da demokratik ya da liberal yahut da sosyalist rejimlerin kabul edildiği manasına da gelmez. Kur’an’da şöyle denmektedir: “Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar ve yanlış yaparlar.”(En’am 116). “Dosdoğru olan tek din İslam’dır. Lakin insanların çoğu bilmezler.”(Yusuf 40). “Sana Rabbinden indirilen Kitap (Kur’an) haktır fakat insanların çoğu inanmazlar.”(Ra’d 1). “Kim İslam’dan başka bir din/başka bir meşruiyet ölçüsü ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır.”(Al-i İmran 85). Meşruiyetin kriterinin “halk” ya da “çoğunluk” olarak kabul edilmemesi, empirik-rasyonel hiçbir meselede insanların reyinin dikkate alınmaması demek de değildir. Vurgulanmak istenen; ahlakî mevzularda nihaî belirleyici unsurun yani toplumsal kurallarla ilgili temel determinasyon ilkesinin bizatihi İslam olduğudur. Determinasyonun yönü de ahlak, hukuk, siyaset-devlet biçimindedir. Aksi bir sıralama behemehâl gayrimeşru otoriter ve totaliter sonuçlar doğuracaktır. Her konuda empirik-rasyonel kurallar ihdas edilebilir, yeter ki İslamî ahlaka ters düşmesin. Yine Kur’an’da şöyle denmektedir: “De ki; Rabbim, yalnızca gizli-açık işlenen fuhşiyatı, günahı, haksız yere saldırmayı, hakkında hiçbir kanıt indirmediği şeyi Allah’a ortak koşmayı, bir de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeyi yasaklamıştır.”(Araf 33). “Sana, sarhoşluk veren şeyler ve şans oyunları hakkında sorarlar. De ki; onların her ikisinde de hem büyük bir kötülük hem de insanlar için bir takım yararlar vardır ancak yol açtıkları kötülük, sağladıkları yarardan daha büyük olduğundan gayrimeşrudurlar.”(Bakara 219). “Allah indinde alış-veriş helâl, riba ise (faiz) haramdır.”(Bakara 275). “Allah size sadece leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen şeyleri haram kılmıştır. Her kim (bunları yemeye) mecbur kalırsa, suiistimal etmemek, sınırı aşmamak kaydıyla günah işlemiş olmaz. Allah; Bağışlayandır, Rahimdir.”(Bakara 173). Açıktır ki Kur’an’da muhkem, mufassal, muvazzah bir hüküm bulunmadığı takdirde, aslolan tahrim değil, ibahadır. Liberalizmin; çoğunluğun diktatoryasını engellemek maksadıyla “genel irade”yi “insan hakları öğretisi” ile sınırlandırmasına benzer bir biçimde; İslam da meşruiyete aykırı olarak gerçekleşmesi muhtemel her türlü yanlışı önlemek üzere, beşeri tasarrufları, ilahi mesajla sınırlandırmaktadır. Bu durum, İslam’ın, mevcut toplumsal ilişkilere yönelik temel bir alternatif olma iddiasının zorunlu sonucudur. Kısacası İslamî-siyasî yapılanmada her türlü insanî münasebet için meşruiyetin yegâne kaynağı Kur’an’dır…
Siyasî meşruiyetin gerçekleştirilebilmesinin de sürdürülebilmesinin de elbette İslamî kuralları vardır. Zira gayrimeşru vasıtalarla erişilmesi umulan hedefe değil, o hedefin zıddına erişilir. Gayenin de vasıtaların da meşru olması zorunludur. İslamî siyasî meşruiyet için ilk temel vasıta, “şûrâ”nın tesisidir. Şuranın gerçek fonksiyonu “İFTA”dır. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle denmektedir: “Onlar (Müslümanlar); büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, kızdıkları zaman kusurları bağışlarlar. Rablerinin davetine icabet eder, namaz kılarlar; aralarında her işi, istişare ile şura ile hallederler. Kendilerine verilen rızıktan (mülkten) yoksullara da harcarlar. Haksızlığa uğradıklarındaysa yardımlaşıp kendilerini savunurlar.”(Şura 37-39). “Toplumu ilgilendiren hususlarda insanlarla müşavere et, onlarla şûraya git.”(Al-i İmran 159). Peygamberi dahi istişareye, şuraya yönlendiren bir dinin; istişare ve şura esasına dayanmaksızın ele geçirilen ve sürdürülen bir iktidarı meşru görmeyeceği kesindir. Muhakkak ki istişare ehil ile yapılır ancak unutmamak gerekir ki ehemmiyetli davalar da şahıslara bina edilemez…
İslamî siyasî meşruiyet için ikinci vasıta, kamusal işlerin-görevlerin yürütülmesinin birer emanet olarak görülüp, liyakat ve ehliyete istinaden ehil ellere tevdi edilmesidir. Bu fonksiyonu gerçekleştirecek olan makamsa “İCRA”dır. Kur’an’da şöyle denmektedir: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, İşitendir, Görendir.”(Nisa 58) İslam tarihinde anlatılan şu olay, liyakat ve ehliyete dikkat edilmesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu çok güzel izah etmektedir: “Sahabeden Ebu Zerr el-Gifari; Peygamber’e, ‘Beni memur tayin edemez misin?’ diye sorar. Bunun üzerine Peygamber, elini Ebu Zerr el-Gifari’nin omuzuna koyarak, ‘Ey Ebu Zerr, sen zayıfsın, memurluk bir emanettir, hakkını veremediğin taktirde kıyamet günün rüsvaylık ve pişmanlıkla karşılaşırsın. Kim o emaneti hak ederek alır ve vazifesi gereği üzerine düşen sorumlulukları da eksiksiz yerine getirirse yalnızca o rüsvaylık ve pişmanlıkla karşılaşmayacaktır.’ cevabını verir.” Günümüz sözde Müslümanlarının kamusal her göreve talip olması ve maalesef atama mevkiinde bulunanların da “sen, ben, bizim oğlan” mantığıyla liyakat ve ehliyet gözetmeksizin o işlerin yürütülmesini onlara tevdi etmesi meşruiyetle bağdaştırılabilir mi??? Batılıların; İslam dünyasına hükmetmelerinin asıl sebebinin, onların kamusal işlerin-görevlerin yürütülmesini; “İrsi Kayırmacılığa Hayır (No Nepotism)”, “Eş-Dost, Yandaş Kayırmacılığına Hayır (No Cronyism)”, “Ayrımcılığa Hayır (No Discrimination)”, “Fırsat Eşitliği Esastır (Equal Opportunities)”, “Ödül, Liyakat ve Ehliyete Mahsustur (Rewarding Merit)” prensipleri çerçevesinde gerçekleştirmeleri olduğunu Müslümanların anlamaması hayli ibret verici değil midir???
İslamî siyasî meşruiyet için üçüncü vasıta, “denetim” mekanizmasının tesisidir. Denetim, “KAZA” fonksiyonudur. Kur’an’da şöyle denmektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) alıkoyan bir topluluk bulunsun.”(Al-i İmran 104). “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz.”(Al-i İmran 110). “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar.”(Tevbe 71). “Ey inananlar; adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, şahitliği eğer-büker (doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(Nisa 135). “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere karşı, iyilik etmekten ve adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adaletli olanları sever.”(Mümtehine 8). “Ey inananlar; Allah için adaleti gözeterek şahitlik edin. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın. Adaletli davranmak takvaya-erdeme uygun olandır. Allah’ı dinleyin. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”(Maide 8). “Aranızda adaleti sağlamakla emrolundum.(Şura 15). “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife/hükümdar yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”(Sad 26). Ayetlerden anlaşılması gereken o ki iyiliği (marufu) emredip, kötülükten (münkerden) sakındırmak hem ferde hem de topluma ait bir görevdir. Ancak toplum adına bu görevi gerçekleştirecek olan ve cebir yetkisi bulunan merci Adliye Makamıdır. Bu üç fonksiyon (İfta, İcra, Kaza); İslamî meşru siyasetin yani devletin bugünkü ifadeyle “üç temel kuvvet”idir. Bu kuvvetlere istinat eden devlet de insanların “can, mal, akıl, namus, din (ideoloji) emniyeti”ni sağlamakla mükelleftir…
Kur’an’ın; mislinin asla yazılamayacağına dair; “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz Kur’an’dan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve belagatte ona eş) bir sûre getirin ve Allah’tan başka şahitlerinizi (putlarınızı, şair ve bilginlerinizi) de yardıma çağırın; şayet (bu beşer kelâmıdır) sözünde haklılık iddiasında bulunan (doğru söyleyen) kimseler iseniz. Eğer yapamazsanız -ki asla yapamayacaksınız- korkun o ateşten ki yakıtı insanlarla taşlardır. Küfre sapanlar için hazırlanmıştır o.” (“Ve-in kuntum fî raybin mimmâ nezzelnâ ‘alâ ‘abdinâ fe/tû bisûratin min miślihi ved’û şuhedâekum min dûni(A)llâhi in kuntum sâdikîn. Fe-in lem tef’alû velen tef’alû fetteku-nnâra-lletî vekûduha-nnâsu velhicâra(tu) u’iddet lilkâfirîn.”)(Bakara 23-24). şeklindeki meydan okumasının; vazettiği siyasî ilkeler için de geçerli olacağı muhakkaktır. Açıktır ki hayatın tanzimine yönelik Kur’an’ın öngördüğü “hukukî eşitlik, liyakat-ehliyet, şura, zekâtın zorunluluğu, ribanın-faizin haramlığı, adalet” gibi prensipler insanlığın asla reddedemeyeceği meşru siyasetin parametreleridir. Yeter ki Müslümanlık iddiasında bulunanlar o prensiplere riayet etsinler…