Kurumsallaşmış siyasal iktidar formu olarak devletin varlığını “meşru” kabul eden temelde iki teoriden bahsetmek mümkündür. Birincisi; devleti, “erdemli toplumun ve erdemli ferdin varlığını temin eden, kollektif iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakın cisimleşmiş şekli, itaatin mutlak gerekli olduğu kutsal kefalet”[1] şeklinde değerlendiren klasik organizmacı teori; ikincisi de “bir toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç”[2] biçiminde değerlendiren modern sözleşmeci teoridir. Bilginin aristokrasisini savunan Platon, Aristoteles gibi klasik düşünürler ve Tanrı’nın, dolayısıyla da ilk insan Adem’in yeryüzündeki hilafeti anlamında monarşiyi savunan Sir Robert Filmer gibi geleneksel düşünürler ilk teoriyi temsil ederlerken; anayasal demokrasiyi savunan Locke, Montesquieu, Rousseau gibi düşünürler de ikinci teoriyi temsil etmektedirler. Meşruiyet, devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren etik argümandır. Siyasal eylemlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olup, olmamalarıdır. Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez… Kısacası meşruiyetten kasıt, devlete itaati etik bir sorumluluk haline getirmek ve devletin varlık sebebini haklı kılmaktır. En zorba yönetimlerin bile iktidara gelişlerini, toplumun benimseyebileceği kurallara dayandırma girişimlerinin nedeni de budur. Klasik-geleneksel siyasi öğretiler, meşruiyeti niteliksel-doğal farklılıkların dikkate alınmasına endekslerken; modern siyasi öğretiler niteliksel-doğal eşitliğe endekslemektedir. Klasik-geleneksel öğretiler meşruiyeti evrensel olduğuna inanılan erdemli toplumun tezahürü olarak görürken; modern siyasi öğretiler, muayyen bir erdemin esas alınamayacağı, bunun için de yapılması gerekenin devletin tarafsızlığı anlamında, erdemsiz toplum projesinin inşası olarak görmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında; klasik-geleneksel teorisyenlere göre, varlığını yönetilenlere borçlu olmayan devlete karşı itaatsizliğin meşru bir zemininden bahsedilemez. Aristokrasinin ya da monarşinin sorumluluğu olsa olsa yalnızca Tanrı’ya karşıdır. Zira yöneticiler, Tanrı tarafından seçilmişlerdir. Modern teorisyenlere göreyse devlete itaatin bir sınırı vardır ve o da fertlerin temel-doğal haklarını teminat altında tutan sosyal sözleşme (Anayasa) kurallarına riayettir. Halkın rızasına dayanmayan bir devletin (government), yurttaşlardan itaat etmelerini talep etmeye hakkı yoktur. Daha da ötesi, sosyal sözleşme (Anayasa) kurallarına uymayan ve kararları ve icraatlarıyla meşruiyetini yitiren iktidara karşı insanların direnme hakkı vardır. Çünkü devlet, fertlerin temel-doğal haklarını muhafaza etmekle görevlendirilen temsilîbir otoritedir. Direnme hakkından söz eden ilk önemli düşünür, aydınlanma felsefesinin ve liberal demokrasinin de kurucusu kabul edilen John Locke’tur.
Locke’a göre; “toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahısların, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark Adem’in varisleri olduklarını, mutlak otoritenin ilahi bir hak, bir taktir anlamında Tanrı tarafından onlara bahşedildiğini, buna karşılık yöneticiler haricindeki insanların ise özgür doğmadıklarını, onlar için hayatın ve bir nevi köleliğin birlikte başladığını ve bu durumun da değiştirilemeyeceğini yani yöneticilerin ilahi hakları haricinde, yönetilen insanların haklarından bahsedilemeyeceğini, insanların taktire dayalı olarak kralların ya da padişahların köleleri olduklarını, bütün devletlerin de bu nedenle aristokratik-monarşik bir form taşıdıklarını”[3] savunan organizmacı teorilerin aksine; bütün insanlar tabiat itibarıyla özgür, eşit ve bağımsız (independent) bir varoluşla dünyaya gelirler. Hiç kimse onların bu statülerini değiştiremez ve onları kendi rızaları (consent) haricinde gerçekleşen herhangi bir siyasi otoritenin uyruğu olmaya zorlayamaz. İnsanların, siyasi bir otoritenin uyruğu olmalarının tek yolu; kendi rızalarıyla herkesin her şeye hakkının bulunduğu doğal haldeki özgürlüklerinden vazgeçmeleri ve diğer fertlerle anlaşıp sözleşerek barış halinde yaşayabilmeleri ve güvenliklerini müşterek sağlayabilmeleri için toplum (community) formunda birleşmeleri ve sosyal sözleşmelerini yapmalarıdır. Ne zaman ki insanlar kendi bireysel rızalarıyla sivil toplumu ya da devleti oluşturmaya mukavele yaparak karar verirler, o suretle siyasi bir bütün (body politic) oluşur. Bireysel rızanın olmadığı yerde siyasi-sivil toplum yok demektir. İnsanlar; hukuku oluşturup, devleti kurmak veya yöneticileri seçmek üzere doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla rızalarını beyan ederler. Rızaları olmaksızın bireylerin temel ve doğal hakları üzerinde kimse tasarrufta bulunamaz. Herhangi bir devletin yönetimi altında bulunmak, insanları hukuka bağımlı kılıyor ise de köleleştirmez. Fertlere köle muamelesi yapmak, onları savaş durumuna sokmak demektir. Direnerek kölelikten ve savaş durumundan kurtulmaya çalışmak insanlar için elbette doğal bir tavırdır. Doğa durumundan çıkıp, sivil topluma (community) katılmak; temel-doğal haklardan vazgeçmemek şartıyla otoritenin (power) siyasal topluma (politic society), devlete bırakılması şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durum aynı zamanda pozitif hukukun (positive law) da oluşumu demektir. Ancak Locke, pozitif hukuku herhangi bir çoğunluğun değil, doğal hukukun ve aklın determine ettiği kanaatindedir. Dolayısıyla insanların sivil toplumu oluşturmaları, onların sözleşme öncesi doğa durumundayken sahip oldukları temel-doğal haklarından vazgeçtikleri anlamına gelmez. Yapılan iş yalnızca doğa durumunun “ihkak-ı hak” gibi sakıncalı yönlerine çareler bulmaktan ibarettir. Mamafih, sadece ve sadece bu şekilde kurulan bir sivil toplum, “meşru devlet” (lawful government) olarak nitelendirilebilir. Bir başka ifadeyle; Locke, siyasi ya da sivil toplumun, doğa durumunda münferit yaşayan insanların toplum (community) halinde birleşip, halk (people) olmaya ve müşterek üst bir otorite (government) altında siyasi bir bütün oluşturmaya karar verdiklerinde ortaya çıktığı kanaatindedir. Bundan da anlaşılacağı üzere, aristokrasi-monarşi ve diğer tüm despotik yönetim biçimleri kesinlikle bir sivil toplum formu değildir. Hülasa sivil toplum; doğa durumunun herkesin kendi davasının yargıcı olma gibi zorunlu, emniyetsiz, kaygı verici yönlerinden sakınmak ve onlara çareler bulabilmek için, herkesçe tanınan bir otorite oluşturup, ona itaat etmeleriyle kurulur. Oysaki aristokrasi-monarşi ve diğer tüm otokratik-despotik yönetim biçimlerinde, herkes monarkın ya da otokrat-despotun egemenliği altındadır. Onunla diğer insanlar arasındaki ihtilafları çözümleyecek, iki tarafı da bağlayan müşterek bir üst otorite (magistracy) bulunmamaktadır. Binaenaleyh aristokrasi-monarşi ya da otokratik-despotik herhangi bir yönetim altında olmak, doğa durumunda olmaktan çok daha kötüdür. Çünkü doğa durumunda insanların doğal hakları ve doğal güçleri varken, aristokrasi-monarşi ya da otokratik-despotik yönetim altında aristokrat-monarka ya da otokrat-despota karşı ne herhangi bir haktan ne de herhangi bir güçten bahsedilebilir. Sivil toplumda kimse hukuktan muaf değilken, aristokrasi-monarşilerde ve otokratik-despotik yönetimlerde, en azından aristokrat-monark ya da otokrat-despot, hukuktan muaftır. Onu bağlayan ne bir hukuk ne de bir üst otorite vardır. İşte bu nedenledir ki aristokrasi-monarşi ve diğer otokratik-despotik yönetimler bir sivil toplum tipi yani meşru yönetim biçimi değildirler.[4]
Pozitif hukukun niteliğini açıklama yolundaki felsefi çalışmalar, değişik yönlerde gelişmişlerdir. Ancak Locke, “egemen gücün irade bildirimi” şeklindeki pozitif hukuk tanımlamalarına katılmamakta, doğal hukukun her halükârda bağlayıcılığına işaret etmektedir. Şüphesiz hukuk teorisi; felsefi düşünce, siyasal şartlar ve ideolojik akımlarla daima içiçe olmuştur. Doğal hukuku reddedip, pozitif hukuku savunanların, hukuk anlayışlarının en belirgin özelliği, hukuk ve ahlak kavramlarını birbirinden ayırması ve hukuk kurallarının ahlaki ilkelerden farklı olduğunu belirtmesidir.[5] Ahlak ve hukuk arasında keskin ayrımlar yapmak, otoriter ve totaliter yönetimlerin işidir. Bu durumdan istifade edenlerse daima iktidarı elinde tutanlar olmaktadır. Kendi keyfi iradelerini ve çıkarlarını yasa haline getirmeyi beceren iktidar sahipleri, icraatlarını savunurken, yaptıkları işin ahlaka uygun olmasa da hukuka aykırı olmadığını ileri sürerek, ortada gayrı meşru hiçbir şey bulunmadığını da pekâlâ iddia edebilmektedirler. Maalesef bunu yapanlar hiçbir cezai müeyyideyle de karşılaşmamaktadırlar. Ahlak ve hukuk arasında yapılan keskin ayrımların başka bir noktaya varması düşünülemez. Oysaki Locke, böyle bir ayrıma taraftar değildir. Sivil toplumun oluşmasıyla geçerli olan hukuk, pozitif hukuk olsa bile bir anlamda pozitif hukukun düzeltim ve denetim programı şeklinde, doğal hukukun üst bir ethik ilke olarak her zaman gözetilmesi gerektiğini özellikle vurgulamaktadır. Böylelikle, bir anlamda pozitif hukukun meşruiyeti, daima doğal hukuka bağlanmaktadır. Locke; “Pozitif hukuk, kendi doğası veya gücü sayesinde değil, meşru otoriteye itaati ve toplum barışını korumayı emreden doğal hukuk sayesinde bağlayıcıdır.” derken, özellikle buna vurgu yapmaktadır.[6]
Locke; insanların rızası ve sözleşmeleri haricinde kurulmuş olan hiçbir yönetim biçimini meşru görmediği gibi, meşru yönetime karşı, iktidarı ele geçirmek üzere girişilen ihtilal ve darbe (usurpation-coup) kabilinden faaliyetleri de kesinlikle tasvip etmez. Ona göre, ihtilal ve darbe (usurpation-coup), bir devlette (government) kuralları ve formu değiştirmeksizin yalnızca yönetimdeki şahısları değiştirip, yönetime el koymak, iktidarı gasp etmektir. İhtilal ve darbeyi gerçekleştirenlerin, otoritelerini bunun ötesine taşımaları durumundaysa ortaya tiranlık (tyranny) çıkar. İhtilal ve darbe sonucu gerçekleşecek olan yönetim, tiranlıktan başka bir şey olmayacaktır. Tiranlık; hukukun olmadığı, yalnızca iktidarı gasp eden kişi ya da kişilerin istekleri ve keyfi kurallarının sürdürüldüğü, idare tarzının halkın mülkiyetinin korunmasına matuf değil, iktidarı gasp edenlerin ihtiras, intikam ve açgözlülüklerinin tatminine yönelik uygulandığı kuraldışı bir idaredir. Ne ihtilal ve darbe yoluyla yönetimi ele geçirmek ne de ihtilal ve darbe yoluyla kurulan bir yönetim meşrudur. Öte yandan tiranlığı yalnızca aristokrasi-monarşilere özgü ve yalnızca o rejimlerde maruz kalınabilecek bir durum olarak düşünmek de kesinlikle hatadır. Diğer yönetim formlarında da pekâlâ tiranlığa maruz kalınabilir. Hukukun bittiği her yerde tiranlık başlar. Hukukun belirlediği yetkilerin aşıldığı, hukuk dışı güçlerin kullanıldığı, hukuka aykırı baskıların tatbik edildiği her yerde tiranlık kurulmuş demektir. Halbuki tüm meşru yönetimlerde (government) kamu otoritesi, herkes tarafından paylaşılır ve şahısların görevlendirilmeleri (designation) de kurallara bağlıdır. Bu durum meşru yönetimler için gerekli ve doğaldır. Şüphesiz, hukukun belirlediği yetkileri aşmak, hiç kimse için bir hak olamaz. Böylesi durumlarda hakları çiğnenen diğer insanların yapacağı şey, elbette ki direnip karşı çıkmak olmalıdır. Locke’un burada bahsettiği hukuk; meşru yönetimi zorla ele geçirenlerin oluşturacakları hukuk değil, doğal hukuka uygun bir biçimde oluşturulmuş olan pozitif hukuktur. Zaten direnme hakkından söz ederken vurgulanan nokta da budur. Locke’un, meseleyi bu şekilde ele alması, meşru yönetimlere (government) karşı isyanın (rebellion) teşvik edildiği şeklinde değerlendirilmemelidir. Ancak isyanlar ya da devrimler (rebellion-revolution), kamu yönetimindeki basit, sıradan hatalar nedeniyle de gerçekleşmez. Büyük hatalar ve sürekli hukuk ihlalleri isyana ve devrime neden olabilir. Kaldı ki halkın emniyetini temin etmek üzere yönetimin inşa edildiği tarzındaki doktrin, esas itibarıyla isyanların ya da devrimlerin gerçekleşmesini engellemeye yönelik bir cevaptır. Bizatihi devletin kendisi hukuka aykırı uygulamalarda bulunmadığı taktirde böyle bir durum zaten gerçekleşmeyecektir. Aksi durumdaysa insanların direnme hakkı (right of resistance) devreye girer ve meşru olmayan bir otoriteye direnmek de gayrı meşru değildir. Meşru bir hakkın kullanımına da kimse itiraz edemez.
Acaba herhangi bir insan, kendisini hukuk harici bir muameleye maruz kalmış hissederse onun, meşru otoriteye direnme hakkı (right of resistance) var mıdır? Locke’a göre, adil ve meşru olmayan baskılara elbette karşı çıkılıp direnilebilir. Bu durum bir tehlike ve karışıklık hali değildir. Kim meşru olmayan bir şiddet uygularsa uygulasın, insanların ona karşı hukuki (meşru) bir direnme hakkı (right of resistance) vardır. İnsanların üzerinde, meşruiyetini hukuktan almayan bir otorite kurulamaz. Böylesi durumlarda direnme meşru bir haktır. Kaldı ki insanların, meşru olmayan şiddet uygulamalarına karşı yalnızca direnme hakları değil, hayatlarını tehdit eden durumlarda nefsi müdafaa yani saldırganı öldürme hakları da vardır. Çünkü nefsi müdafaayı gerektiren birhalde insanların, güvenlik için hukuka başvurma vakitleri yoktur ve geç kalınmış olur. Hukuk, ölü cesetleri hayata döndüremez. Doğal hukuk; gayrimeşru muamelelere karşı herkese direnme hakkı (right of resistance) bahşetmiştir. Hayatın tehlikeye düşmeyeceği diğer durumlardaysa hukuka başvurmak gerekir çünkü telafi imkânı vardır. Meşru yönetimlere karşı direnmeler ise kendisini hem insanların hem de Tanrı’nın kınamasına sürükler. Bir devlette, ikincil resmi görevlilere veya komisyonların illegal uygulamalarına karşı çıkılması siyasi-sivil toplumun yıkılacağı ya da karışıklığa düşüleceği anlamına gelmez. Devlet, illegal uygulamaları gerçekleştirenleri cezalandırdığı taktirde de muhtemelen bu tür uygulamalar bir daha gerçekleşmeyecektir. Aksi taktirde elbette tehlikeye düşülecektir. Kısacası Locke, direnme hakkını doğal bir hak olarak görüyor ise de bu hakkın, meşru devleti ortadan kaldıracak boyutlarda olabileceğini de söylemez. Zira böyle bir hakkın istismarı, sivil toplumun bozulup yıkılmasına ve hem devletin hem de düzenin yerini, anarşi ve karışıklığın (anarchy/confusion) almasına yol açar. Yani ihlaller yalnızca birkaç kişiyle sınırlı kalırsa ve telafi imkânı da varsa, meşru bir devletin yıkılmasının doğruluğu düşünülemeyeceği için topyekûn bir direnme hakkına başvurulmamalıdır. Hukuka aykırı faaliyetler meşru otoriteyi bizzat temsil eden devletin idarecileri (magistrates) tarafından sergilenip, yoğun bir biçimde sürdürülürse ve halkın çoğunluğuna yönelik olursa ve bu illegal uygulamalar herkesin hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal haklarını (lives, liberties, estates : property) tehlikeye düşecek şekilde tehdide dönüşürse ki bu tiranlığın ilanıdır ve devletin düzenini devlet eliyle bozmak anlamını taşır, bu gibi durumlarda insanlara topyekûn direnme hakkı doğar.[7] Zaten böylesi bir durum, devletin çözülmeye yüz tuttuğunun ifadesinden başka bir şey de değildir. Özetlemek gerekirse direnme hakkı; fertlerin temel-doğal haklarını teminat altında tutan sosyal sözleşme (Anayasa) kurallarına ve doğal hukuka aykırı tavır ve icraatlarıyla meşruiyetini yitiren bir iktidara yönelik insanların, topyekûn karşı koyma ve hukuka riayeti sağlamak maksadıyla giriştiği aktif itaatsizlik halidir. Direnme hakkının kullanılmasının meşru gerekçesi; iktidarın hukuk dışı faaliyetleri karşısında tüm yasal yolların denenmesine rağmen sonuç alınamaması, hukuki yolların kapalı ya da etkisiz olması ve etkili hukuki başvuru mercilerinin bulunmamasıdır.
Gayri meşru iktidarın iki görünümü vardır: İlkinde iktidarı halkın rızasına aykırı yollardan ele geçirmek; ikincisinde ise halkın rızasına uygun yollarla iktidara gelmesine rağmen, bilahare hukuk dışına çıkmış olmak söz konusudur. Şüphesiz direnme hakkı daha ziyade halkın rızasına uygun yollarla iktidara gelip, daha sonra halkın rızası hilafına icraatlarda bulunmaya kalkışan iktidara yöneliktir. Çünkü ilk durum bizatihi bir gayrı meşruluk olup, hiçbir durumda halkın itaatini talep edemeyeceği gibi, insanların da zaten cebir dışında itaatleri söz konusu olamaz. Gayrı meşru yollarla iktidarı gasp eden, mesela darbe ile yönetimi ele geçiren bir iktidara karşı her insanın karşı çıkmaya, bütün imkânlarını kullanarak ülkeyi darbecilerin elinden kurtarmaya hakkı vardır. Hatta bu, hak olmanın ötesinde bir vazifedir. Direnme hakkı; Batı dünyasında, hukuki ve siyasi metinlerde, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde “Yönetenler, bireylerin hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek gibi doğal, devredilmez haklarını sağlamak içindir, halk bu amaçtan sapan yönetimi değiştirmek ve devirmek hakkına sahiptir.” biçimindeki sözlerle; 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde de “Her siyasal kuruluşun amacı insanın zaman aşımına uğramayan doğal haklarının korunmasıdır. Bu doğal haklar, özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkıdır.”, ifadeleriyle yer almıştır. Türkiye’de ise maalesef Batıdaki yaratılış ruhuna aykırı olarak, 27 Mayıs Darbesi’ni “meşru” göstermek maksadıyla 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümüne eklenmiştir. İfade şu şekildedir: Türk ulusu, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni” yapmıştır. Anayasa metnine sokulan bu ifade, dönemin “hukuk” zihniyetini yansıtması bakımından elbette utanç vesikasıdır.
Direnme hakkının meşru bir hak olarak yasal metinlere konulmuş olması iktidarın gayrı meşru icraatlarına dair sorunların çözüldüğü anlamına gelmez. Şüphesiz buradaki asıl tartışma mevzusu “direnme hakkı”nın nasıl kullanılacağıyla alakalıdır. Direnme hakkı acaba kontra şiddet içermeli midir yoksa içermemeli mi? Direnme hakkının ne zaman, nasıl ve hangi şartlar altında uygulanacağının da elbette belirtilmesi gerekir. Zira sınırları çizilmeden topyekûn karşı koyma şeklinde halka tanınabilecek bir nevi şiddet kullanma yetkisinin, iç savaşa veya en azından terör olaylarına yol verme anlamına geleceği de açıktır. Dahası; direnme hakkının meşruluğu bir kenara, sivil halkın, devletin mevcut silahlı kuvvetlerine karşı başarı şansı da pek yoktur. Silahlı kuvvetler baskı rejiminin emrinde mi kalacak yoksa hukuk mücadelesi yürüten insanların cephesinde mi? Baskı rejimine sadık kaldığı takdirde direnişin bir kan denizinde boğulması mukadderdir. Direniş cephesinde yer aldığı taktirde ise silahlı kuvvetlerin aktif politikaya karışması problemi ortaya çıkacaktır. Kışlasından çıkan silahlı kuvvetleri tekrar kışlaya döndürmenin hiç de kolay olmadığını yakın tarih açıkça göstermektedir.[8] Nitekim böyle olduğu içindir ki direnme hakkını hukuk çerçevesi içinde meşru bir “hak” olarak kabul eden düşünürlerin büyük çoğunluğu bu hakkın sadece varlığını belirtmekle yetinmiş, tatbikatı üzerinde durmamışlardır. İşte bu sebepledir ki günümüzde iktidarın gayri meşru uygulamalarına karşı direnmenin yolu, daha ziyade pasif direnme, sivil itaatsizlik olarak yeniden formülize edilmiştir.
Sivil itaatsizlik; şiddet içermeyen, devlet gücüne karşı pozitif bir hukuk kuralını, yasayı çiğnemeyi hedefleyen ve amacının “hukuk devleti” ideallerine uygun düştüğü ve eylemcisinin çiğnediği kuralın yaptırımına katlanmaya hazır bulunduğu, kamuya açık, aleni olarak gerçekleştirilen eylemlerin oluşturduğu toplumsal, siyasal bir olaydır. Bir başka ifadeyle yasaya aykırı, şiddetsiz, aleni, hukuk devleti idesine dayalı etik-siyasal bir motivasyonla pozitif bir hukuk kuralının, yasanın çiğnenmesi ve eylemcinin de onun yaptırımına katlanması tutumudur.[9] Sivil itaatsizliğe yol veren hukuk devleti ise devlet gücünün hukuka bağlanmış olduğu ve tasarrufları bağımsız mahkemelerce sorgulanabilen ve adaleti gerçekleştirmekle sorumlu olan devlet demektir. Esasında hukuk devleti, gerçek anlamda bir “adalet devleti”dir. Devletin pozitif hukuk düzenine sahip olmasının hukuk devleti ile bir ilişiği yoktur. Adalet devleti olmayan bir devlet, hukuk devleti formuna bürünmüş bir “kanun devleti”dir. Alman Nazizmi’nin ve Rus Komünizmi’nin de pozitif bir hukuka sahip olduğu hatırlanırsa “hukuk devleti” ve “kanun devleti” farkı daha iyi anlaşılacaktır. Hukuk devletinin pozitif hukuku olan devlet şeklinde düşük seviyeden algılanmaması için, onun değişmez değerler ve evrensel insan hakları ile olan zorunlu bağlantısının mutlaka bilinmesi gerekir. Çünkü hukuk ve adalet ancak tüm insanlık için geçerli olan gerçek ve değişmez değerler dizisinde bir mana ifade eder.[10] Tüm insanlık için geçerli olan gerçek ve değişmez değerler dizisi ise yalnızca, Immanuel Kant’ın yorumladığı anlamda Tanrı eksenli doğal hukuk[11] öğretisi içerisinde yer alabilir. İster rasyonel isterse etik ölçütlerle görünsün, “doğal hukuk”, toplumun siyasi düzeninin hem bir kaynağı hem de düzeltim programıdır. Yani direnme hakkının da sivil itaatsizliğin de hukuk devletinin de yegâne teminatı doğal hukuk doktrinidir.
Netice itibarıyla vurgulamak gerekirse; demokratik yöntemlerle iktidara gelmesine rağmen, nasıl iktidar olduğunu unutup hukuk devleti normlarına uymayan, legal görünümlü illegal faaliyetler ile kuvvetler ayrımını yok edip yurttaşların doğal-siyasal haklarını gaspa çalışan, otokratlığa ve despotluğa kalkışarak gayrı meşru yollara tevessül eden bir iktidara karşı insanların doğal hukuktan kaynaklanan direnme hakkı vardır. İç savaş ya da terör gibi tehlikeleri içermesi nedeniyle direnme hakkının aktif direnme formu makul değil ise de şiddet içermeyen pasif direnme, sivil itaatsizlik formu besbelli ki vazgeçilmemesi gereken bir haktır. İslam’ın “Ma’rufta isyan; masiyette itaat yoktur.” (Mümtehine Suresi 12), prensibi de bunu ima etmektedir. Yani meşruiyet iddiasında bulunan devlet de meşruiyet isteyen yurttaş da doğal hukuk ilkelerine riayet etmelidir…
[1]A. Passerin d’Entreves, “Devlet Kuramı”, Çev., B. Baysal, Devlet Kuramı, Der., C. B. Akal, Dost Kitabevi, Ankara, 2000.
[2]Franz Oppenheimer, Devlet, Çev., A. Şenel – Y. Sabuncu, Engin Yay., İstanbul, 1997.
[3]Sir Robert Filmer, Patriarcha and Other Political Works, Ed. Peter Laslet, B. Blackwell, Oxford, 1949.
[4]John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. P. Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.
[5]Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yay., Ankara, 1992.
[6]John Locke, Essays On The Law Of Nature, Ed. W. Von Leyden, Oxford Uni. Press, Oxford, 1958.
[7]John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. P. Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.
[8]Ahmet Taşkın, “Baskıya Karşı Dı̇renme Hakkı” TBB Dergisi, Sayı 52, 2004.
[9]Hayrettin Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, AFA Yay., İstanbul, 1994.
[10]Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yay., İstanbul, 1989.
[11]Kant, Etik Üzerine Dersler I, Çev., O. Özügül, Kabalcı Yay., İstanbul, 1994.