Sosyolojik tanımlamasıyla “kurumsallaşmış siyasal iktidar tipi” ve “emretme yetkisini elinde bulunduran güç” olarak devlet; tarihte görülen muhtelif örgütlenmelerin her zaman için en buyurgan ve en kapsayıcı olanıdır. Dün ve bugün olduğu gibi, yakın gelecekte de beklenen odur ki gerçek egemenliğin sınırları, devletin sınırlarını aşamayacak ve en geniş çaplı siyasal örgüt olarak da varlığını sürdürecektir. Ancak devletin ne tür fonksiyonları icra edeceği, eylemlerinin kabul edilebilir hududunun fiiliyatta ne olacağı ve mensuplarıyla arasındaki doğru ilişkinin nasıl kurulacağı hususu da hep ihtilaflı kalacaktır. Devletin; meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç mü yoksa egemen sınıfın baskı aracı mı yahut da soyguncu bir çete mi olduğuna dair yapılan tartışmalar boşuna değildir. Devlete yönelik değerlendirmelerde hem realist hem de normatif açıdan bakılması gerektiği iddiaları şüphesiz bu nedenden kaynaklanmaktadır.[1] Bununla birlikte değerlendirmeler hangi açıdan yapılırsa yapılsın devlete yöneltilen fonksiyonel sualler kolaylıkla cevaplandırılamadıklarından olsa gerek, çağdaş siyasi akımlardan Faşizm hariç hemen hemen hiçbirisi ne Liberalizm ne Marksizm ne Konservatizm ne de Anarşizm ona sıcak bakmamaktadır.
Liberalizm; evrensel insan hakları temeline dayanan, siyasal erkin anayasayla sınırlandırıldığı, çoğunluk ilkesi çerçevesinde halk egemenliğini içeren, hukuk devleti modelidir. Geleneksel aristokrasiye karşı yürütülen mücadelenin sonucunda inşa edilen demokrasi, liberal demokrasidir. Demokrasi, Antikçağdan beri bilinmekte idiyse de moderniteyle yaratılan demokrasi, liberal demokrasidir. Liberalizm ve demokrasinin aynı şey olup olmadığına dair teorik tartışmalar, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapıladursun, bu iki siyasi doktrinin ideallerinin günümüzde iç içe geçtiği inkâr edilemez. Liberal demokrasinin; yerini aldığı aristokratik yönetimden asıl farkı, aristokrasinin “kategorik eşitlik” anlayışının aksine onun “doğal eşitlik” anlayışını baz almasıdır. Liberalizmin devlet anlayışı, bireye ve bireyin rızasına dayanır. Buna göre, insanlar bir devlet çatısı altında yaşamadan önce, doğal hayat dönemi adı verilen bir aşamadan geçmişlerdir. İnsanlar, böyle bir durumda yaşamaktan kendi rızalarıyla vazgeçip, aralarında anlaşarak bir sosyal ve siyasal sözleşme yapıp, devleti kurmuşlardır. İnsanlar doğal hayat aşamasında yaratılıştan; özgürlük eşitlik ve mülkiyet haklarına sahiptirler. Bu temel ve doğal haklarını güvenceye alabilmek maksadıyla devleti inşa etmişlerdir. Doğal dönemin kendine mahsus doğal yasaları vardır. İnsanlar doğal yasalara riayet ederek, özgürlük ve eşitlik içerisinde yaşayabilmişlerdir. Ancak bu dönemde, doğal yasaları uygulayacak müşterek bir otorite bulunmadığı için, ona aykırı davrananların cezalandırılması çok zordu. Yasaların icrasının bireyleri ilgilendiren bir mesele olması, barış halinde yaşamayı şüphesiz zorlaştırıyordu. İşte doğal hayatın terk edilip, devletin kurulmasının gerekçesi, insanların temel ve doğal haklarının teminatı olan doğal yasaların ihlali durumunda suçluların cezalandırılmasını ve yasaların korunmasını sağlayacak olan müşterek bir otoriteye duyulan ihtiyaçtır. İnsanların rızalarının sonucu olarak kurulan devlet, kuruluş amacına uygun olarak hareket etmek mecburiyetindedir. Bu amaç da insanların özgürlüğünün, eşitliğinin ve mülkiyetinin muhafazasıdır. Bu çerçevede devletin aslî vazifesi, bireylerin mutluluklarının sağlanmasıdır. İnsanların temel ve doğal haklara sahip oldukları ve devletin bu haklara dokunamayacağı ilkesi, liberal devlet sisteminin temel aksiyomudur. İnsanların haklarının kaynağı devlet değil, devletin kaynağı insanların haklarıdır. Devletin varlık nedeni bu hakların korunmasıdır. Devletin, fonksiyonlarını yerine getirirken dayanacağı pozitif yasalar, devlet yokken dahi mevcut olan, doğal yasalara uygun olmak zorundadır. Devleti yürüten insanlar, yani siyasî iktidar, doğal yasalara aykırı işler yapmaya ve yaptırmaya kalkıştığında, hiç kimse onlara uymak zorunda değildir. Devlet kurulduğunda her ne kadar geçerli olacak olan yasalar, devletin pozitif yasaları olsa da doğal yasalar, pozitif yasaların üst denetim kuralı olarak her zaman geçerliliğini koruyacaktır. Aksi halde pozitif yasaların bağlayıcılığı yoktur. Doğal yasalar, aklın kurgulayabileceği değil, keşfedebileceği evrensel prensiplerdir. Devletin, uygulamalarında doğal yasalara aykırı hareket etmesi, insanların doğal yasalardan almış oldukları direnme ve isyan etme yetkilerini kullanmaları için temel bir nedendir. Yani insanların, haksızlık devletten dahi gelse, ona karşı doğal olarak direnme ve isyan etme hakları vardır. Kısacası liberal siyasî anlayışta, bireylerin hukukunun muhafazası için devletin inşası benimseniyor ise de aslî fonksiyonlarını ıskalaması ya da meşruiyet alanının dışına çıkması durumunda, onun alaşağı edilmesi dahi salık verilmektedir. Dolayısıyla Liberalizmin devlete karşı antipati duyması, onun doğasının gereğidir.[2]
Marksizm için devlet, liberal değerlendirmelerin çok daha ötesinde kötü bir şeydir. Marksizm’e göre bütün toplumların tarihi; özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, senyör ve serf, lonca ustası ve lonca emekçisi, tek kelimeyle ezen ve ezilenlerin sürekli bir çatışmasının tarihidir. Devlet de bir sınıfın bir diğer sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir.[3] Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında kendi iradelerine bağlı olmaksızın, zorunlu olarak ilişki kurarlar. Bu ilişkiler, üretim ilişkileri olup, onların ekonomik üretici güçlerinin belirli bir gelişim derecesine karşılık gelir. Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerini ifade eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Ekonomik hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat tarzını determine eder. Çünkü insanların varlığını belirleyen düşünceleri değil, aksine düşüncelerini belirleyen onların toplumsal konumlarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun ekonomik üretici güçleri, o zamana kadar içerisinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Böylelikle de toplumsal devrim süreci başlar. Ekonomik temeldeki değişme üstyapıyı, altüst eder. Toplumun bağrında gelişen üretici güçler, ondaki karşıtlığı çözüme bağlayacak olan ekonomik şartları da yaratırlar. Karşıtlıkların ortadan kalkmasıyla insanlığın tarih öncesi sona ereceği gibi, karşıtlıkların ürünü olan sınıflı yapı da bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücü olan devlet de sona erer.[4] Marksist yaklaşımla insanın özü, Aristoteles’in söylediği şekilde “zoon politikon”, yani siyasal değil, “sociable”, yani toplumsaldır. Pratik hayattaki çatışmalar sürecinde oraya buraya çarparak yollarını arayan toplumsal kesimler, zorlamalar neticesinde egemen sınıfın baskı aracı olan devlete boyun eğerler. Devletin varlık nedeni toplumsal ilişkilerin, sınıf mücadelesine yol açan çelişmeleridir. Bir başka ifadeyle, toplumda belli seviyede bir bilincin, rasyonalitenin ve organizasyonun bulunmayışıdır. Devlet, toplumsal hayatın üstünde yer alan, aşkın bir rasyonaliteden çıkmamakta, toplumsal gerçekliğin bir akılsızlığından, bir olgunluk eksikliğinden doğmaktadır. Devlet, toplumsal bakımdan gerekli olan fonksiyonlara, iktidarın kullanılması vasıtasıyla mümkün hale gelen bazı gereksiz eklemeler yaparak, toplumun üzerinde yükselen yapıdır. İktidarı elinde tutan insanlar, praksis’in özünde bulunan rasyonaliteyi ele geçirir ve onun tamamlanmamış olan niteliğinden yararlanarak, bu rasyonaliteyi kendi çıkarları için kullanırlar. Yani, toplumun üzerinde yükselen devletin, özel çıkarları ve belli bir sınıfsal dayanağı vardır. Kısacası, siyasal mücadelelerin hem amacı, hem alanı, hem de elde edilmek için uğrunda savaşılan ödülü olan devlet, egemen sınıf ya da sınıflara hizmet eden bürokratik bir organizasyondur. Ondan bir anda kurtulmak çok kolay olmasa bile yavaş yavaş da olsa kurtulmaya çalışılmalıdır. Çünkü, devlet var oldukça, ekonomik sömürü devam edecek ve insanların eşitliği ve özgürlüğü asla gerçekleşmeyecektir. Özgürlüğü ve eşitliği teminat altına almanın ön şartı ekonomik hayatın güvence altına alınmasıdır. Ekonomik hayatın güvence altına alınmadığı bir toplumda, bütün insanların özgürlüğünden ve eşitliğinden bahsetmek, yalnızca bir aldatmacadır. Ekonomik hayatı güvence altına almak için proletarya diktatörlüğünün kurulması kaçınılmazdır. Çoğunluğun azınlık üzerindeki kısıtlayıcı iktidarı olan demokrasi, proletarya diktatörlüğü ile çakışır. Demokrasinin gelişmesiyle kurulacak olan proletarya diktatörlüğünün nihai hedefi, devleti ortadan kaldırmaktır. Geçici bir süre için proleter sınıfın devlete ihtiyacı vardır. Rasyonel organizasyon yerine, baskıyı ve zorlamaları öngören devlet, insan özgürlüğüne özü bakımından karşıdır. İşte, proletarya diktatörlüğü, mevcut devlet mekanizmasını tahrip ederek, eşyanın doğrudan doğruya yöneltilmesini ve üretimin gerçekten rasyonel bir organizasyonunu mümkün kılınca devlet de ortadan kalkacaktır.[5] İnsanların gerçek anlamdaki özgürlüğü ve eşitliği de ancak devletin ortadan kalkmasıyla mümkün olacaktır.
Konservatizm; geleneğin reddi veya ihmaline yol açan toplumsal şartların değiştirilmesi vasıtasıyla insan türünün bir nihai iyi toplum yönünde ilerlemesi ve gelişmesi, bireysel hedeflere yönelik ekonomik ve politik sonuçlara matuf eşitlik ve özgürlük ve aklın dünyadaki zaferine inanç gibi modern siyasi düşünceleri reddeden ancak yoğun dindarlık anlamını da taşımayan yeni siyasi akımdır. Siyaset literatürüne 1830’larda giren Konservatizm (Muhafazakârlık) kavramı; İngiliz düşünür Edmund Burke’nin 1790‘da kaleme aldığı Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler adlı eleştirisiyle şekillenmeye başlayan, modern dönemin en etkili ideolojilerinden birine verilen isimdir. Konservatizme dair temel meselelerin hemen hepsi, Edmund Burke’nin iki asır önce Fransız Devrimine yönelttiği eleştirilerin genişletilmesinden ibarettir. Bu çerçevede Konservatizmin Aydınlanma, Kapitalizm, Endüstriyalizm ve bunların siyasal uzantıları Liberalizm ve Sosyalizme bir tepki olarak teşekkül ettiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Liberalizm ve Sosyalizm gibi Konservatizmin de toplumsal-siyasal bir anlayış olarak temel parametreleri vardır ve o da esas itibarıyla fert, cemaat, cemiyet ve devlet arasındaki meşru ilişkilerin nasıl tanzim edilmesi gerektiği konusuyla ilgilenir. Ancak bunu Liberallerin ve Sosyalistlerin benimsedikleri şekliyle soyut özgürlük ya da eşitlik zemininde değil, tarihî-tecrübevî gelenek ekseninde yapmayı hedeflemektedir. Konservatizm düşüncesinin özünü tarihin rolüne yapılan vurgu teşkil eder. Bu perspektiften bakıldığında, toplumsal yapı ne Liberallerin söylediği gibi hayali bir sözleşmenin ne de Sosyalistlerin söylediği gibi tesadüfi ekonomik ilişkilerin ürünüdür. Toplumsal yapı; ahlaki, hukuki, siyasi, iktisadi her türlü değerde tarihsel ve geleneksel ortaklıktır. Üstelik o, sadece hayattakileri değil, mezardakileri ve doğacak olanları da kapsar. Dolayısıyla sosyal gerçekliğin mahiyeti yalnızca tarihi yaklaşımla kavranabilir. Geçmiş bilinmeden hal de istikbal de bilinemez. Bir sosyal ilişkiler ağı için değişim mecburiyet olmadığı taktirde değişmemek asıldır. Mevcut yapının muhafazası için zaman zaman değişim gerekli olursa da değişim uğruna değişime tapınmak toplumsal kurumlar için ölüm demektir. Yaşayan bir organizma olarak toplumun varlığı, iktidarın ve istikrarın varlığına bağlı ise de bu sosyal yapıyı meydana getiren fert, aile, cemaat, cemiyet, devlet gibi unsurların eşgüdümsel fonksiyonlarıyla alakalıdır. Ayaklardan ayak fonksiyonu, ellerden el, baştan da baş fonksiyonu sadır olmalıdır. Tabiatıyla toplumsal düzen, her unsurun kendi fonksiyonunu ifa etmesine dayanır. Kurallar, yetkiler ve sorumluluklar sosyal ve siyasal sürecin doğal ürünü olmalıdır. Devletin meşruiyeti, toplumsal istikrarın kaynağı olmasından ve hiyerarşik sıralamanın en üstünde bulunmasından kaynaklanır. Siyasi otorite olarak devlet, kendini tamamen kamusal olana, kamu sağlığına, kamu barışına, kamu güvenliğine, kamu düzenine ve kamu mülkiyetine adamalıdır. Maddi ve manevi değerlerden payına çok az şey düşenlere yardım ahlaki bir sorumluluk ise de bunu yapmak devletin vazifesi değil, fertler ve devlet arasındaki aracı kurumların, ailenin, bir anlamda sivil toplum örgütleri olan dini grupların, cemaatlerin vazifesidir. Konservatizm; Liberalizmden ve Sosyalizmden farklı kılan belki de en önemli özellik, toplumsal ilişkilerde ahlakın ve dinin önemine yapmış olduğu vurgudur. Ancak Konservativistleri büyük dindarlar olarak görmek de doğru değildir. Yapılan bu vurgu, muayyen bir ahlak ya da dini inancın toplumu homojenleştirmesi veya devleti determine etmesi anlamını taşımamakta, aksine Liberallere benzer şekilde ahlaki ve dini farklılıkları hoşgörü çerçevesinde var kılan ve bunlara eşit mesafede değer veren bir siyasal yapılanmayı savunma anlamını taşımaktadır. Hak ve özgürlüklerin kaynağı devlet değil, geleneksel-dinsel normlardır. Doğuştan farklı olan zihnin ve bedenin niteliklerini devlet aracılığıyla tanzim etmeye kalkışmak, bu düzenlemeye maruz kalanların özgürlüklerini, özellikle de nitelikleri en üstün olanların özgürlüklerini felce uğratır. Bazı insanlar doğal olarak hem entelektüel hem de ahlaki bakımdan üstündür. Bu tür eşitsizlikler siyasal düzenlemelerle de giderilemez. Konservatizm; Liberalizmin özgürlük anlayışını toplumdaki geleneksel otoriteleri zaafa uğrattığı için yanlış bulurken; Sosyalizmin eşitlik anlayışını da geleneksel rolleri tahrip ettiği için yanlış bulmaktadır. Konservativistlere göre, her iki siyasi akım da bu yaklaşımlarıyla insanların kitleselleşmelerini teşvik etmekte ve açık ya da örtük totalitarizme yol açmaktadır. Hâlbuki sosyal yapı hiyerarşik olup, hiyerarşinin farklı basamakları için özgürlüğün ve eşitliğin farklı tezahürleri bir zorunluluktur. Her ne kadar yaratıcı ve üretici bir toplumda fertler için yatay ve dikey hareketlilik mecburiyse de asıl olması gereken soyut, spekülatif özgürlük ya da eşitlik değil, fonksiyonel uyumdur. İnsanların kendi geleneklerine göre yaşama hakları vardır. Devlet; kültürel özerkliği yok etmeye ya da zayıflatmaya kalkışmamalıdır. Devlet için esas olan “âdem-i merkeziyet”tir. Aile, cemaat ve cemiyetin hakları merkezi devlet tarafından ihlal edilirse ve onların doğal hakları bireyler adına ellerinden alınırsa gerçek özgürlüğün duvarları zamanla yıkılacaktır. Toplumdaki geleneksel roller üzerindeki Liberal ya da Sosyalist bireysel özgürlükçü ve eşitlikçi çalışmalar şüphe yok ki sosyal yapıyı zayıflatmakta, insanların “kitle” tiplerinin çoğalmasını teşvik etmekte ve o yol üzerinde bekleyen totaliter efendilere göz kırpmaktadır. Açıktır ki muhafazakârlığın tasarladığı demokratik-cumhuriyetçi siyasal form; “geleneksel değerler”i, “âdem-i merkeziyet”i ve “sınırlı devlet”i içeren temel parametreleri itibarıyla Liberalizmden de Sosyalizmden de Liberal demokrasiden de Sosyal demokrasiden de farklı olma iddiasını taşımaktadır.[6] Ancak her ne kadar moderniteye ve modernitenin ideallerine yönelik bir reaksiyon şeklinde doğmuş bir toplumsal-siyasal tasavvur ise de netice itibarıyla kendisi de yine modern demokratik-cumhuriyetçi bir ideolojidir. Özetlemek gerekirse Konservatizm; modernitenin yarattığı rasyonalite, individüalite, utilitarite ve sekülarite gibi değerlere yönelik bir tepkinin ve ani-köklü değişim durumlarında üretilen ve kullanılan sosyal ve siyasal şartlar vasıtasıyla insanın mükemmelleşeceği, toplumsal hayatın bir nihai iyi yönünde ilerlediği, ekonomik ve politik düzenlemelerle bireylerin özgürleştiği ve eşitlendiği, aklın yeryüzünde bir gün mutlaka muzaffer olacağı, hiyerarşi ve geleneğin reddedilmesi gerektiği biçimindeki fikirlere yönelik karşıtlığın bir sonucudur. Muhafazakârlığın moderniteye ve diğer modern ideolojilere yönelik eleştirilerinin şöyle ya da böyle haklılık payı bulunsa da geleneği aşırı derecede yücelterek hâkim politik, kültürel ve ekonomik yapıyı absorbe edişinden ve buyurgan içeriğe sahip bir fikirler külliyatı olmasından ötürü benzer eleştirilere kendisi de muhataptır. Muhafazakâr gerçeklikler denilen lider süblimasyonu, güçlü devlet anlayışı, keskin milli irade vurgusu, ekonomi hususundaki “devletçi-kapitalist” laissez-faire yaklaşımı, yeniden dağıtımcı önlemlere yönelik önyargısı ve protestanize olmuş din pratiği tartışmalı konuların bazılarıdır.
Anarşizm açısından ise devlet, kötülüklerin başlıca kaynağıdır. Birey ve toplum için en önemli görev, devletten bir an önce kurtulmaktır. Zira devletin olduğu yerde özgürlük yoktur. Devletin olmadığı bir toplumda düzen, itaat ya da yasa yoluyla değil, özgürce bir araya gelmiş olan bireylerin aralarında yapmış oldukları sözleşmelerle sağlanır. Sözleşmeler, bireylerin oluşturdukları gönüllü birlikler aracılığıyla işlerlik kazanırlar. Devletin tüm fonksiyonlarını üstlenecek şekilde yaygınlaşan bu birlikler; üretim, tüketim, değişim, iletişim, sağlık, eğitim, savunma ve benzeri gibi, ulaşılmak istenen her amaç için yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası her boyut ve derecede, sonsuz çeşitlilikte federasyondan oluşan iç içe geçmiş bir ağı temsil ederler.[7] Gönüllülüğün mevcut olduğu bu ağ içerisinde de doğal olarak, insanları bir takım zorunlu ilişkilere cebreden otoriteye, yani devlete yer yoktur. Anarşizm, Yunanca anarche kavramından türetilmiş olup, baskı aracı ya da şiddet tekeli anlamında siyasi otorite olmaksızın tasarlanan bir toplumsal hayat savunusuna verilen isimdir. Böyle bir toplumda düzen, itaat ya da yasa yoluyla değil hem üretim ve tüketim amacıyla hem de medeni insanın ihtiyaç ve özlemlerini tatmin amacıyla yapılan etik temelli sözleşmelerle sağlanır. Bir toprak parçasına bağlı bireyler arasında özgürce yapılan bu sözleşmeler, yine bireyler tarafından oluşturulan gönüllü birlikler aracılığıyla yürütülür. Bireye aşkın, dışsal ve merkezi yönetimin tüm fonksiyonlarını üstlenecek şekilde yaygınlaşan bu birlikler; üretim, tüketim, değişim, iletişim, sağlık, eğitim, savunma ve benzeri gibi ulaşılmak istenen her amaç için yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası her boyut ve derecede, sonsuz çeşitlilikte federasyondan oluşan iç içe geçmiş birleşik bir ağı temsil ederler.[8] Bu ağ içerisinde doğal olarak Devlete yer yoktur. Modern dönemde anarşizm, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ardından; kısmen merkezi devletlerin ve ulusçuluğun yükselişine, kısmen de kapitalizme bir tepki olarak on sekizinci yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Devrim sonrası kullanılmaya başlanan “anarşist” terimi ilk kez, federalizmi ve merkezi devletin ortadan kaldırılmasını savunan “sans culottes” (baldırı çıplaklar) ve “enrages” (kızgınlar, kudurmuşlar) olarak nitelenen gruplara saldıran Jakobenler (Fransız Devriminin eşitlikçi ve şiddet yanlısı en ünlü cumhuriyetçi siyasal grubu) ve Jirondenler (Fransız Devrimi sırasında, Gironde ilinden gelme idealist genç avukatların oluşturduğu ılımlı cumhuriyetçiler grubu) tarafından bir sövgü niteliğinde kullanılmıştır. Terimi olumlu anlamda kullanan ilk kişi ise İngiliz düşünür William Godwin’dir. Fransız Pierre-Joseph Proudhon da kendisine bilinçli olarak anarşist diyen ilk düşünür olmuştur. Anarşizmi, özgür bir toplumun savunusu şeklinde ve bireyci bir teori olarak geliştirense Alman filozof Max Stirner’dir. Rus Mihail Bakunin, anarşizmi önceleri hem kötü hem de kabaca geliştirilmiş ve aşırı sonuçlara vardırılmış “Proudhonizm” diye betimlemiş ise de daha sonra “eylemde anarşizm” deyimini kullanarak modern anarşist hareketin kimliğinin oluşumunu sağlamıştır. Mihail Bakunin’in aristokrat yurttaşı, Peter Kropotkin de Bakunin’in, “yapılan işe göre pay” dağılımını öngören sosyalizmine, daha da komünist bir görüntü kazandırmıştır. İtalyan düşünür Errico Malatesta ise toplumsal mücadelede insanî iradenin önemini vurgulayarak anarşizmi mekanik, sosyalist ve komünist anlayışlardan tamamen ayırmıştır. Öte yandan, yirminci yüzyılda Rusya ve İspanya, anarşizmin sınandığı önemli birer sahne olmuş iseler de maalesef, denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak anarşist akım yine de yok olmamıştır. Özellikle 1960’lardan itibaren yeni sol, karşı kültür, barış, feminizm ve yeşil hareketlerinin anarşist temaları benimsemesiyle birlikte özgür toplum uğruna çalışmalar, şu ya da bu şekilde bugün de devam etmektedir.[9] Özetlemek gerekirse; Aydınlanma ve Fransız Devrimi sonrası, kısmen merkezi devletlerin ve ulusçuluğun yükselişine, kısmen de kapitalizme bir tepki olarak ortaya çıkan Anarşizm; esas itibarıyla insan onuru ve bireysellik adına, modernitenin olumsuz yapısına bir protestodur. Belki de bu protesto onun en önemli başarısıdır. Anarşistler, modern toplumun maddeciliğine, katı disiplinine, konformizmine ve insanı yapayalnız bırakan atomize türdeşliğine meydan okumuş ve ideal bir geleceğe bakarken aynı zamanda ölmekte olan geçmişin iyi yönlerini de savunmuşlardır. Ancak anarşistler, yaratmayı umut ettikleri yeni dünya için, maalesef özgül öneriler ortaya koyamamış, ulus-devletin ve kapitalist ekonominin karşısına, gerçekleşebilecek alternatif bir model sunamamış, dünya nüfusunun herhangi bir geniş kesimini de kalıcı bir şekilde iknâ etmede başarılı olamamışlardır. Öte yandan, ne kadar kötü olursa olsun, eğer tercih edilebilir bir alternatifi yoksa Devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmak da hayli zor gözükmektedir. Böyle bir alternatifin seküler modern endüstriyel toplumların karakteristiği olan şartlar altında tasarlanamaz olduğu ise apaçıktır. Anarşizmden alınabilecek en önemli ders, galiba, her insanî ilişkinin politik değil, öncelikle ahlakî niteliklere sahip olması gerektiği görüşüdür.[10]
Esasen, devlete devlet olarak önem veren tek siyasî akım, tek siyasî proje Faşizmdir. Özgürlüğün, eşitliğin ve insanlığın pek önemsenmediği bu siyasi formasyonun, kendisi dışındaki bütün siyasî akımlar tarafından iğrenç bulunması da herhalde tesadüf değildir. Faşizm deyiminin tarihi bir kaynağı vardır. Bu terim, Roma İmparatorluğu zamanında yöneticilerin korumalarının ellerinde taşıdıkları baltalara verilen “fasces” adından türetilmiştir. O dönemde baltalar, devlet iktidarının sembolü sayılıyordu. Bu anlamıyla faşistler, iktidarı ellerinde tutanların baltalarıdır. İtalya’da eskiden beri silahlı partizan çetelerine “Fasci” deniliyordu. İtalyan toplumunu, güçlü bir otorite etrafında birleştirmek isteyen Benito Mussolini, faşizm deyimini geçmişteki “fasces” terimine telmih olsun diye kullanmıştır. Mussolini’nin iktidarı ele geçirmek için kurduğu silahlı grubun adı da “Fasci di Combattimento” idi.[11] Faşist çetelerin mensupları, daha çok köy ve kasabalarda oturan dar gelirli ailelerin çocuklarından oluşuyordu. Birçokları öğrenci olmakla birlikte, içlerinde sosyal bakımdan daha aşağı seviyede ve halktan, cahil kimseler de yer alıyordu.[12] Bu insanlar için mensubiyet, şüphesiz başka türlü var olamamanın sonucu olarak bir anlamda varlık gösterisidir. Uygulamalarında bazı formel farklılıklar gözükse de faşizmin kendine mahsus belirli bir takım özellikleri vardır. Bunlardan ilki; devletin, her şeyin ötesinde mutlak üstünlüğünün benimsenmesidir. “Milletin şahs-ı manevisini temsil” ettiği ve genellikle “karizmatik” önderin şahsında somutlaştığı kabul edildiğinden, bireylerden kendi iradelerini yok saymaları ve devletin emirlerine, daha doğrusu yöneticilerin emirlerine eksiksiz ve sorgulamaksızın uymaları istenir. Mussolini’ye göre, millet devleti değil, devlet milleti yaratır. Ona bir irade, kendi ahlak ünitesinin şuurunu verir ve dolayısıyla ona müessir bir mevcudiyet kazandırır.[13] Bu nedenle faşizmde hedeflenen, insanların tek-tip bir düşünceye sahip olmalarıdır. Disiplin, göreve adanmışlık, savaşkanlık ve eylem, kutsal değerler olarak yüceltilir. Kararlılığı sarsıcı ve zayıflatıcı etkide bulunduğu gerekçesiyle her türlü ahlaki kaygıya karşı çıkılır. Bireysel özgürlük, insanların ve ırkların eşitliği tamamen reddedilir. Irkların birbirine karışması asla tasvip edilmez. Adolf Hitler bu konuyla alakalı olarak şunları söylemiştir: Hiçbir ırk için diğer bir ırkla karışmak, arzu edilir bir durum değildir. Irkların karışımı, asla iyi bir netice vermemiştir.[14] Faşizme göre, ırk bakımından üstün olanlar, ehliyetsiz ve sıradan insanların hükmü altına girecek olurlarsa devletin uzun süre yaşamasına imkân yoktur. Er ya da geç yıkılacaktır.[15] Faşizmin sık rastlanan bir diğer özelliği de “dava”yı kuşatan mistik bir ögeye, mesela herhangi bir hayvan sembolüne ve devletin yazgısında bulunduğu ileri sürülen bir ulvi amaca, mesela “dünyaya düzen vermek” gibi bir hedefe yer vermesidir.[16] Ayrıca, mantıksız ve romantik kahramanlık ihtiyacı da önemli bir unsurdur.[17] Faşizmde erkek, kendisini “büyük önder”in yüce kişiliği ile aynileştirmekte, temiz ırk çizgisinde beliren yüce bir an haline gelmekte, bir siyasal güç ve fetih siyasetinin aktörü olmakta ve mensubiyetine istinaden de kendisini diğerlerinden üstün görmektedir. Kadınsa, “vatan-ana” ile çakışan analık özüyle onurlanmakta, her yerde karşısına çıkan ve bedeninin en derin noktalarına kadar işleyen “büyük önder”inin siluetiyle arasında gizli ve gizemli bir bağ kurmakta ve onu sevmektedir. Çocuklar, ailelerinden koparılmakta, her yaştan gençlerin bir araya geldikleri gençlik örgütlerinde ortak bir yönetim altında toplanmakta, yüce ve büyüleyici “büyük önder”, “ulus”, “vatan” gibi sembollerle özdeşleştirilmektedir.[18] Bu şekilde kimlik kazanan insanlar, farkında olmaksızın, kendilerine, doğası gereği değer vermesi mümkün olmayan diktatörlüklerin payandaları durumuna düşmektedirler. Faşizmin, daha çok cahil kitlelere dayanmasının temel sebebi de budur.
Şüphesiz, devleti yüceltip, bireyi yok sayan bütün siyasal anlayışlar otoriter, totaliter ve diktatöryaldir. Yurttaşların devlete itaati, zorla sağlandığı için otoriter, sürü benzeri bir kitle içerisinde eritilmesi hedeflendiği için totaliter ve lider ya da liderlerle diğer insanların eşitliği tasavvur dahi edilmediği için de diktatöryaldir. Bu tür sistemlerde dayatılan bir ideoloji, tek adam liderliği, tek siyasal parti, gerektiğinde yurttaşlara terör estirecek bir asker-polis teşkilatı, silah ve iletişim tekeli ve merkezden yönetilen bir ekonomi egemendir. Böyle bir rejimin iktidarı ele geçirdiğinde ilk icraatı, yalnızca ekonomik kaynaklar üzerinde değil, aynı zamanda ülkedeki bütün insanların hayatı üzerinde denetim sağlamak üzere toplumsal ilişkilerin bütün alanlarında fiili bir tekelleşmeye girişmek olacaktır. Kendilerini halkın üstünde gören elit kesim, iktidarın ve otoritenin tek kaynağı olarak yerini sağlamlaştırdığında, faaliyetlerini yeni bir toplumsal düzen yaratma doğrultusunda, radikal özlemini gerçekleştirmeye yoğunlaştırır. İstedikleri, egemen ideolojinin değer ve normlarına uyacak, bütünüyle yeni bir insan tipi oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle, geçmişteki insan profilini ortadan kaldırıp, onların yerini alacak yeni bir nesil yaratmaktır. Bunun yolu da şüphesiz insanların kitlesel olarak güdümlenmesinden geçmektedir. Bu faaliyet, çok az insanın tamamen kaçınmayı başarabileceği, ülke çapında bir beyin yıkama şeklinde yürütülür. Rejimin, insanların ideolojik bütünleşmesini sağlaması, propaganda işlemleri ve eğitim-öğretim sistemiyle gerçekleştirilir. Otoriter, totaliter ve diktatöryal tüm yönetimler, disiplinli bir birlik halinde düşünen ve hareket eden bir yandaşlar kuşağı yaratmak için, bu zihinsel şekillendirme araçlarından faydalanırlar. Rejime kendi lehinde, oybirliği ve konsensüs sağlama yeteneği temin eden şey, hem davranış normları yaratma araçlarına, hem de düzenleme araçlarına sahip olmasıdır. Oldukça etkili oluşunun kaynağı ise propagandanın ağırlığıyla manipülasyonun sürekliliğidir. Öyle ki rejimin karşıtları bile onun ısrarlı yaygaralarının ve sürekli aynı iddiaları yinelemelerinin tuzağına düşerler. Propagandaların, giderek karşı konulmaz bir niteliğe, genel bir düşünce kalıbına ve neredeyse bir düşünme tarzına büründüğü görülür. Bu tür rejimler, iletişim ve eğitim-öğretim tekeli sayesinde, insanları anlamlı bir biçimde, öznel denilebilecek bir dünya görüşüne varma yeteneğinden yoksun bırakırlar. Propagandadan kaynaklanan sahte değer yüklü cümleler, günlük konuşmaların birer parçası haline gelir. Böylece insanlar, farkında ya da değil, rejimin propagandacıları işlevi görürler. Rejime itaati ve sadakati sağlamanın aracı olan formel ve informel eğitim kurumları, rejimin gayrı insani niteliği ortaya çıktıkça, giderek daha geniş ölçüde resmi ideolojinin bir parçası haline gelirler. Bu nedenle eğitim süreci, genişleyen konsensüs öğretiminin propagandacı niteliğini perdelediği için, konsensüsü oluşturma sürecinin temel direğidir. Resmi ideoloji gibi eğitim de rejimin elinde, insanlara yol gösterecek olan “hakikat” denilen şeyi tanımlama görevini üstlenen temel bir araç haline gelir. İnsanların bu şekilde güdümlenmesinin ve beyinlerinin yıkanmasının sonucu, ideolojik olarak manipüle edilen konsensüs, öznelerinin kendilerini içinde buldukları “psişik alışkanlık” gerçekliğini fiilen gizleyen bir var oluş biçimini yaratır. Bu insanlar artık sahiden kendilerinin denebilecek düşüncelere ya da inançlara sahip olmadıklarından tam anlamıyla rejimin iradesinin uzantıları haline gelirler. Genelde bu insanlar, rasyonel değerlendirme ve öznel yargı gücünden de yoksundurlar. Dolayısıyla, düşünmekten kaçınan bir itaat, ancak insanların kendilerini içerisinde buldukları çarkı kaçınılmaz olarak sürdüren bir itaat, tek alternatif olarak kalır. Böyle bir rejim altında yaşayan insanlar, özgür bir siyasal sistemde ısrar etmenin ya da içinde yaşadıkları sistemin temellerini sorgulamanın yerine, bağımlı konumlarını güvence altına alan bir düşünce çerçevesinde düşünmeye, liderin veya liderlerin üstünlüğüne inanmaya, dolayısıyla kendilerini egemenlerin iradesine teslim etmeye zorlanırlar. Bu türden bir dezenformasyon sürecinin neticesi, şüphesiz itaatkâr ama hiçbir müspet niteliği olmayan nesiller olacaktır.[19] Zira gerçek anlamda erdem kavramı olmayan ne büyük bir insan ne de büyük bir ulus söz konusu olabilir.[20]
Hülasa; aralarındaki temel farklar ne olursa olsun, Faşizm dışındaki bütün siyasi akımlar her nedense devlete karşı aynı antipatiyi paylaşırlar. Ancak pratik açıdan devlet, kendisine yönelik böylesi teorik eleştirilerden hiç de etkilenmemekte ve onlara rağmen yine de varlığını devam ettirmektedir.[21] Böyle bir atmosfer altında belki de yapılması gereken şey; mevcudiyetini sürdüren bu devletin hangi formunun insanların kahir ekseriyatı için özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah sağlayabildiğine bakmak ve onu tercih etmek olmalıdır…
[1] Christopher Pierson, Modern Devlet, Çev., D. Hattatoğlu, Çiviyazıları Yay., İstanbul, 2000.
[2] John Locke, Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, Çev., F. Bakırcı, Eksi Kitaplar, Ankara, 2016.
[3] Marx/Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.
[4] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1993.
[5] Henri Lefebvre, Marxın Sosyolojisi, Çev., S. Hilav, Gökkuşağı Yay., İstanbul, 1995.
[6] Robert A. Nisbet, Muhafazakarlık, Çev., M. F. Serenli – K. Bülbül, Kadim Yay., Ankara, 2007.
[7] P. Kropotkin, Anarşi, Çev., I. Ergüden, Kaos Yay., İstanbul, 2001.
[8] Pyotr Kropotkin, Anarşi, Çev., Işık Ergüden, Kaos Yayınları, İstanbul, 2001.
[9] Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, Çev., Y. Alogan, İmge Yay., Ankara, 2003.
[10] George Woodcock, Anarşizm, Çev., A. Türker, Kaos Yay., İstanbul, 1998.
[11] Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yay., İstanbul, 1993.
[12] G. Carocci, Faşizmin Tarihi, Çev., M. Yılmaz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1965.
[13] Benito Mussolini, Faşizm, Çev., R. Özdek, Bedir Y., İstanbul, 1966.
[14] Adolf Hitler, Siyasi Vasiyetim, Çev., K. Turan, Ötüken Yay., İstanbul, 1968.
[15] Davit Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, Çev., Ş. Yalçın, M. E. B. Yay., İstanbul, 1994.
[16] Ana Britanica Ansiklopedisi, C. 8., Faşizm maddesi.
[17] C. Northcote Parkinson, Siyasal Düşüncenin Evrimi, Çev., M. Harmancı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984.
[18] Maria – A. Macciocchi, Faşizmin Analizi, Çev., C. Süreyya, Payel Yay., İstanbul, 2000.
[19] Simon Tormey, Totalitarizm, Çev., A. Yılmaz – O. Akınhay, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1992.
[20] Alexis De Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, çev., İ. Sezal – F. Dilber, Yetkin Yay., Ankara, 1994.
[21] Cem Eroğlu, Devlet Nedir?, İmge Kitabevi, Ankara, 1999.