Kemalci Oligarşi’nin “sözde cumhuriyet” manipülasyonlarıyla genelde tüm halka, özeldeyse Müslüman Türklere ve Kürtlere yönelik 80 küsur yıllık baskı ve zulümleri karşısında; “adalet, özgürlük, eşitlik” söylemiyle girmiş olduğu 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde en yüksek oy oranıyla iktidara gelen AKP; iktidarının üçüncü dönemi olan ve Genel Başkan Tayyip ERDOĞAN’ın “ustalık dönemi” olarak nitelediği 12 Haziran 2011 sonrası günlerde, 12 Eylül 2010 Referandumu vesilesiyle kurtulmuş olduğu her türlü vesayet ve kurumsal denetimi de fırsat bilerek, kurucu ilkelerine aykırı icraatlarda bulunmaya ve yolsuzluk, rüşvet, irtikap, suiistimal gibi fiillerle anılmaya başlayınca hem halk nezdinde diğer partilere nispetle yüksek olan ahlakî üstünlüğünü kaybetmiş hem de yıllardır tek başına elde tuttuğu iktidarını kaybetme sürecine girmiştir. Görünen o ki “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır” özdeyişi, AKP üzerinde de kendisini test etmiştir. İcraatlarındaki kriteri ahlak olmayan ancak iktidarını da sürdürmek isteyen her siyasî otorite gibi AKP de tabiatıyla manipülasyonlara müracaat etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kemalci Oligarşi; tek parti diktatörlüğünü “cumhuriyet” söylemiyle yıllarca sürdürebilmişse kim bilir belki AKP de “dava” söylemiyle sürdürebilir?!
AKP’nin, “ihanet” gerekçesiyle “aforoz” ettiği, bir zamanların en gözde gazetecisi Fehmi KORU (O kadar gözdeydi ki AKP ile diyaloglarının iyi olduğu günlerde Köşe yazarı, TV yorumcusu, vs. olarak aylık gelirinin 100 000 Dolar olduğu rivayet edilirdi; günahı ravilerin boynuna…); Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, parti kurma hazırlığında olan, AKP’den dışlanmış eski dostları GÜL, BABACAN ve DAVUTOĞLU hakkında konuşurken sarf ettiği “Yolunuz yolunuzdur eyvallah ama şunu unutmayın ki bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok… Siz bunu yapıyorsunuz… Bunun parçalanmasıyla da bir yere gidemeyeceksiniz… Siz nefsinizle bir muhasebe yapın… Bizim dava arkadaşlığımızda bir şey var… Burada sonuna kadar hizmet söz konusudur… Dava terk edilmez…” sözlerine karşılık “Dava mı o da ne?” başlıklı bir yazı kaleme alınca troll çeteleri tarafından hışma uğratılmış ise de sual gayet yerinde bir sual… Öyle ya! Sormak gerekmez mi? Ümmet de kim? Hangi ümmet? Dünyadaki Müslümanlar mı? Türkiye’deki Müslümanlar mı? AKP’ye oy verenler mi? Ümmetin birliğini AKP’nin (ERDOĞAN’ın) temsil ettiğine ne zaman, kim ya da kimler karar verdi? AKP’den ayrılmak ümmetten ayrılmak mıdır? Ümmeti parçalamak da ne oluyor? Sizin davanız hangi dava? Hangi davada kime, neye sonuna kadar hizmet vardır ve niçin terk edilemez?
Siyaset literatürüne aşina olanların malumudur “dava”; faşizm, nasyonalizm, sosyalizm ve konservativizm gibi içerikleri farklı modern kollektivist ideolojilerin ütopyalarının adıdır. Faşizm için muayyen üstün bir ırkın egemenliği; nasyonalizm için muayyen bir dil yada etnisitenin egemenliği; sosyalizm için proleteryanın diktatöryal egemenliği; konservativizm içinse kimilerinin çoban, kimilerinin sürü fonksiyonunu icra ettiği muayyen organik bir cemaatin düzenli hiyerarşisinin egemenliği “dava”dır. Uygulamalarında bazı formel farklılıklar gözükse de kollektivist ideolojilerin nevi şahsına münhasır bir takım özellikleri vardır. Bunlardan ilki; devlet, toplum ya da cemaat-cemiyet gibi bir kollektivitenin, her şeyin ötesinde mutlak üstünlüğünün benimsenmesidir. “Milletin şahs-ı manevisini temsil” ettiği ve genellikle “karizmatik lider”in şahsında somutlaştığı kabul edildiğinden, fertlerden kendi iradelerini yok saymaları ve kollektiviteyi temsil eden devletin emirlerine, daha doğrusu “karizmatik lider”in emirlerine eksiksiz ve sorgulamaksızın uymaları istenir. Bu nedenle kollektivizmde hedeflenen, insanların tek-tip bir düşünceye sahip olmalarıdır. Disiplin, göreve adanmışlık ve emre itaat kutsal değerler olarak yüceltilir. Kararlılığı sarsıcı ve zayıflatıcı etkide bulunduğu gerekçesiyle her türlü muhalefete karşı çıkılır. “Kollektivitenin selameti için, fert feda edilebilir”, şeklindeki sapkın akide gereğince bireysel özgürlükler tamamen reddedilir. Sık rastlanan bir diğer özellik de “dava”yı kuşatan mistik bir ögeye ve devletin yazgısında bulunduğu ileri sürülen bir ulvi gayeye, mesela “dünyaya düzen vermek” (nizam-ı alem) gibi bir hedefe yer verilmesidir. Bu hayalî gaye uğrunda erkek; kendisini “karizmatik lider”in yüce kişiliği ile aynileştirmekte, bir siyasal güç ve fetih siyasetinin aktörü olmakta ve “dava”ya mensubiyetine istinaden de kendisini diğer insanlardan üstün görmektedir. Kadınsa eş ve analık özüyle onurlanmakta, her yerde karşısına çıkan ve bedeninin en derin noktalarına kadar işleyen “karizmatik lider”in siluetiyle arasında gizli ve gizemli bir bağ kurmakta ve onu sevmektedir. Mamafih kollektivist ideolojilerin mensupları daha çok köy ve kasabalarda ya da varoşlarda yaşayan, eğitimsiz dar gelirli kitlelerdir. Bu insanlar için kollektif mensubiyet, şüphesiz başka türlü var olamamanın sonucudur. Kollektif kimlik bir nevi varlık gösterisidir. Bu şekilde kimlik kazanan insanlar; farkında ya da değil, kendilerine doğası gereği değer vermesi mümkün olmayan diktatörlüklerin maalesef en önemli payandalarıdır.
Kollektiviteyi yüceltip, bireyi yok sayan bütün siyasal yapılar otoriter, totaliter ve diktatöryal sistemlerdir. Yurttaşların devlete itaati, doğrudan ya da dolaylı icbarla sağlandığı için otoriter; bireyin sürü benzeri bir kitle içerisinde eritilmesi hedeflendiği için totaliter ve “karizmatik lider”le diğer insanların eşitliği tasavvur dahi edilemediği için de diktatöryaldir. Bu tür sistemlerde rafine bir biçimde de olsa dayatılan bir ideoloji, tek adam kültü, tek parti iktidarı, gerektiğinde yurttaşlara terör estirecek bir asker-polis teşkilatı, silah, iletişim ve eğitim tekeli ve merkezden yönetilen bir ekonomi egemendir. Böyle bir rejimin iktidarı ele geçirdiğinde ilk icraatı, yalnızca ekonomik kaynaklar üzerinde değil, aynı zamanda ülkedeki bütün insanların hayatı üzerinde denetim sağlamak üzere toplumsal ilişkilerin bütün alanlarında fiili bir tekelleşmeye girişmek olmaktadır. Kendilerini halkın üstünde gören “karizmatik lider” ve avenesi idareci kesim, iktidarın ve otoritenin tek kaynağı olarak yerini sağlamlaştırdığında, faaliyetlerini yeni bir toplumsal düzen yaratma doğrultusunda, radikal özlemini gerçekleştirmeye yoğunlaştırır. İstedikleri; kollektivist ideolojilerinin değer ve normlarına uyacak, bütünüyle yeni bir insan tip oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle, geçmişteki insan profilini ortadan kaldırıp, onların yerini alacak yeni bir nesil yaratmaktır. Bunun yolu da şüphesiz insanların kitlesel olarak güdümlenmesinden geçmektedir. Bu faaliyet; çok az insanın tamamen kaçınmayı başarabileceği, ülke çapında bir beyin yıkama şeklinde yürütülür. Rejimin; insanların ideolojik bütünleşmesini sağlaması, propaganda işlemleri ve eğitim-öğretim sistemiyle gerçekleştirilir. Otoriter, totaliter ve diktatöryal tüm yönetimler, disiplinli bir birlik halinde düşünen ve hareket eden bir yandaşlar kuşağı yaratmak için, bu zihinsel şekillendirme araçlarından faydalanırlar. Rejime kendi lehinde, oybirliği ve konsensüs sağlama yeteneği temin eden şey hem davranış normları yaratma araçlarına hem de düzenleme araçlarına sahip olmasıdır. Oldukça etkili oluşunun kaynağı ise propagandanın ağırlığıyla manipülasyonun sürekliliğidir. Öyle ki rejimin karşıtları bile onun ısrarlı yaygaralarının ve sürekli aynı iddiaları yinelemelerinin tuzağına düşerler. Propagandaların, giderek karşı konulmaz bir niteliğe, genel bir düşünce kalıbına ve neredeyse bir düşünme tarzına büründüğü görülür. Bu tür rejimler, iletişim ve eğitim-öğretim tekeli sayesinde, insanları anlamlı bir biçimde, öznel denilebilecek bir dünya görüşüne varma yeteneğinden yoksun bırakırlar. Propagandadan kaynaklanan sahte değer yüklü cümleler (Mesela davaya sadakat gibi), günlük konuşmaların birer parçası haline gelir. Böylece insanlar, farkında ya da değil, rejimin propagandacıları işlevi görürler. Rejime itaati ve sadakati sağlamanın aracı olan formel ve informel eğitim kurumları, rejimin gayrı insani niteliği ortaya çıktıkça, giderek daha geniş ölçüde resmi ideolojinin bir parçası haline gelirler. Bu nedenle eğitim süreci; genişleyen konsensüs öğretiminin propagandacı niteliğini perdelediği için, konsensüsü oluşturma sürecinin temel direğidir. Resmi ideoloji gibi eğitim de rejimin elinde, insanlara yol gösterecek olan “hakikat” denilen şeyi tanımlama görevini üstlenen temel bir araç haline gelir. İnsanların bu şekilde güdümlenmesinin ve beyinlerinin yıkanmasının sonucu, ideolojik olarak manipüle edilen konsensüs, fertlerin kendilerini içinde buldukları “psişik alışkanlık” gerçekliğini fiilen gizleyen bir varoluş biçimi yaratır. Bu insanlar artık sahiden kendilerinin denebilecek düşüncelere ya da inançlara sahip olamadıklarından tam anlamıyla rejimin iradesinin uzantıları haline gelirler. Genelde bu insanlar, rasyonel değerlendirme ve öznel yargı gücünden de yoksundurlar. Dolayısıyla, düşünmekten kaçınan bir itaat, ancak insanların kendilerini içerisinde buldukları çarkı kaçınılmaz olarak sürdüren bir itaat, tek alternatif olarak kalır. Böyle bir rejim altında yaşayan insanlar özgür bir siyasal sistemde ısrar etmenin ya da içinde yaşadıkları sistemin temellerini sorgulamanın yerine, bağımlı konumlarını güvence altına alan bir düşünce çerçevesinde düşünmeye, “karizmatik lider”in üstünlüğüne inanmaya, dolayısıyla kendilerini egemenlerin iradesine teslim etmeye zorlanırlar. Şüphesiz bu türden bir dezenformasyon sürecinin neticesi, itaatkâr ama hiçbir müspet niteliği olmayan yeni nesiller olacaktır.
AKP’nin “dava” derken; İslam’ın ahlaka, hukuka ve siyasete yönelik ilkelerini kastettiğini zannedenler, zannın İslamî açıdan batıl olduğunu bilmeyen ve İslam nezdinde muteber kabul edilmeyen çoğunluk yani “ekser’ün-nas”tır… Kur’an’da şöyle denmektedir: “Yeryüzündeki insanların çoğunluğuna (ekser’ün-nas) uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar ve yanlış yaparlar.” (En’am 116). “Dosdoğru olan tek din İslam’dır. Lakin insanların çoğu (ekser’ün-nas) bilmezler.” (Yusuf 40). “Sana Rabbinden indirilen Kitap (Kur’an) haktır fakat insanların çoğu (ekser’ün-nas) inanmazlar.” (Ra’d 1). Çoğunluğun yani “ekser’ün-nas”ın bir şeye teveccühü, teveccüh edilen şeyin Kur’an nezdinde muteber kabul edildiğini değil, yalnızca yığınların o şeye hevesinin delilidir. Mesela; kitlelerin akademik bir konuşmaya gösterdikleri teveccühle bir müzik konserine gösterdikleri teveccüh arasındaki fark sadece hevesin delilidir. Heves başka şeydir, hakikatin kabulü başka şey. Yani meşruiyet çoğunluğun teveccühünde değil ahlaka uygunlukta aranmalıdır. Mamafih AKP’nin siyasî prensipleriyle Kur’an’ın siyasete yönelik prensipleri birbirinden çok farklıdır. İslamî siyasî meşruiyet için ilk temel vasıta, “şûrâ”nın tesisidir. Kur’an’da şöyle denmektedir: “Onlar (Müslümanlar); aralarında her işi, istişare ile şura ile hallederler.” (Şura 37-39). Şura nerede, tek adam rejimi nerede? İslamî siyasî meşruiyet için ikinci vasıta, kamusal işlerin-görevlerin yürütülmesinin birer emanet olarak görülüp, “liyakat ve ehliyet” çerçevesinde ehil ellere tevdi edilmesidir. Kur’an’da şöyle denmektedir: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 58). Liyakat ve ehliyet nerede, “sen, ben, bizim oğlan” mantığıyla işlerin yürütülmesi nerede? İslamî siyasî meşruiyet için üçüncü vasıta, “denetim” mekanizmasının tesisidir. Kur’an’da şöyle denmektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) alıkoyan bir topluluk bulunsun.” (Al-i İmran 104). “Ey inananlar; adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, şahitliği eğer-büker (doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa 135). Adaletle hükmedip, insanların “can, mal, akıl, namus, din (ideoloji) emniyeti”ni temin eden hakimler nerede; siyasilerden talimatla ya da siyasî tarafgirlikle yargılamalarda bulunup, zulmü sürdüren yargıçlar nerede?
AKP kendisini “konservativ demokrat” olarak nitelese de -ki bu niteleme onun “kollektivist” olduğunu vurgulamasından başka bir şey değildir- bünyesinde modern ideolojilerin her birinden birer demet barındırdığını söylemek, pek de kolay yanlışlanamaz. “Türkçü” (Örneğin; Kürdistan diyen defolsun gitsin.), “yerli-milli” (Örneğin; Cumhur ittifakı Türkiye’dir.), “emekçi” (Örneğin; ERDOĞAN nerede, HAKİŞ orada.) ve “siyasal İslamcı” söylemleri (Örneğin; Ümmeti parçalamaya hakkınız yok.) bunun delilidir. “Kollektivizm davası” ile “İslam davası” arasındaki farkı Kur’an şöyle izah etmektedir: “Kim; bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın, haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide 32). “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü çekmez ve hiç kimse bir başkasının günahıyla yargılanamaz.” (Fatır 18). Açıktır ki “Kollektivitenin selameti için, fert feda edilebilir.”, şeklindeki sapkın akide kendisine Kur’an’dan asla ve kata referans bulamaz. Siyaseti; kamu kaynaklarını ve imkânlarını yandaşlara dağıtım vasıtası olarak gören bir anlayış nerede, “rütbe ve mal” elde etmeksizin, “Halka hizmet, Hak’ka hizmettir.”, “Hukukullah, hukuk-ı ibadı tazammun eder.” diyen, İslam Davası nerede? “Milletimizin itibarıdır, itibardan tasarruf edilmez.” diyerek, kamu kaynaklarıyla siyasilere saraylar inşa eden bir anlayış nerede; “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir.” diyen, İslam Davası nerede? Yoksa öldüğünde hiçbir mal varlığı bulunmadığı anlatılan İslam Peygamberi “Milletimizin itibarıdır, itibardan tasarruf edilmez.” diyerek, kendisine “miri malı” ile Kisra’nın ve Bizans’ın sarayları gibi saraylar inşa ettirmişti de tarih yalan mı söylüyor?! Dolayısıyla sualler baki: Ümmeti parçalamak da ne oluyor? Ümmet de kim? Hangi ümmet? Dünyadaki Müslümanlar mı? Türkiye’deki Müslümanlar mı? AKP’ye oy verenler mi? Ümmetin birliğini AKP’nin (ERDOĞAN’ın) temsil ettiğine ne zaman, kim ya da kimler karar verdi? AKP’den ayrılmak ümmetten ayrılmak mıdır? Hangi davada kime, neye sonuna kadar hizmet vardır ve niçin terkedilemez?