Siyaset felsefesi, toplumsal ve siyasal hayatla ilgili problemlere bir takım çözümler bulmak üzere ortaya çıkan düşünsel bir formdur. Bu düşünsel formda hedeflenen, insanî-toplumsal düzenin nasıl olması gerektiğine yönelik teorik bir zemin hazırlamaktır. Söz konusu zeminin yegâne kriteri de rasyonaliteye ve realiteye uygunluktur.[1] Siyaset felsefesinin anlamı, Antik Yunan dünyasında ortaya çıktığı andan itibaren daima açık olmuştur. O da siyasal iyinin, iyi hayatın ya da iyi toplumun doğru bilgisine yönelmektir. Şüphesiz, her siyasal eylem ya mevcut toplumsal yapıyı muhafaza etmeyi ya da değiştirmeyi hedefler. Muhafaza etmeyi isterken, kötüye doğru bir değişimi engellemek, değiştirmeyi isterken de daha iyiyi gerçekleştirmek esastır. Yani her siyasal eyleme daha iyi ve daha kötü düşüncesi rehberlik eder. Tabiatıyla siyasal eylemlere rehberlik eden iyinin farkına varışta, bir siyasal iyi kanaati gizlidir. Sorgulanabilir olan bu kanaat, bizleri sorgulama sayesinde, artık sorgulanamayan türden bir iyi düşüncesine yani artık kanaat olmaktan çıkıp, bilgi olan bir iyi düşüncesine ulaştırır. Bu noktadan hareketle, siyaset felsefesinin çözümlemeye çalıştığı temel sorunları şu şekilde sıralamak herhalde yanlış olmayacaktır: 1- Siyaset nasıl tanımlanmalıdır? 2- Kurumsallaşmış siyaset olarak devlet ne olmalıdır? 3- Siyaset, meşruiyetini nereden alır? 4- Siyaseti yürütme hakkı kime ya da kimlere ait olmalıdır? Kriteri rasyonalite ve realite olan siyaset felsefesinin; geç on dokuzuncu yüzyıl sonrası dönem itibariyle konusu, yöntemi ve fonksiyonları hakkında tam bir kargaşa yaşanmış, hatta yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren de ideolojilerin sona erdiğinden bahisle imkânı dahi tartışma mevzuu yapılarak gereksizliğine hükmedilmiştir.[2] Tartışmaların odağında; siyaset felsefesinin “bilimsellik”ten ve “tarihsellik”ten yoksun olduğu iddialarını ileri süren modern dünyanın iki büyük akımı, pozitivizm ve historisizm bulunmaktadır.
Pozitivizm akımının temel argümanı, siyaset felsefesinin objektif temelinin bulunmadığı ve bu nedenle de reddedilmesi gerektiğidir. Kurucusu Auguste Comte ve halefi pozitivistlere göre; doğru bilgi, nesnel dünyaya aşkınlık iddiasındaki nihai sebeplerden türetilen teolojik (dinî) veya metafizik (felsefî) bilgi değil, doğrudan doğruya gözlemlenebilen nesnel olaylar arasındaki ardışık ilişkilerden çıkarılan pozitif-bilimsel (scientific) bilgidir. Pozitif-bilimsel bilgi; bilginin en yüksek formu olup, teoloji ve metafiziğin yaptığı gibi, “Niçin?” sorusunun mutlak bilgisini değil, “Nasıl?” sorusunun izafî bilgisini amaç edinir. Eşyayı ve hayatı açıklamaya ve anlamlandırmaya yönelik entelektüel anarşiyi aşacak yegâne bilgi formu, nesnelere dayanan pozitif-bilimsel bilgidir. Diğer bilgilerin aksine pozitif-bilimsel bilgi; değer yargıları içermez, değerlerden bağımsızdır ve değerler açısından nötrdür. Doğruluğunun kriteri de zaten bu değersel nötralitedir.[3] Auguste Comte, epistemolojik ve legal pozitivizm düşüncelerini 1789 Fransız Devrimi ertesinde geliştirmiştir. Hedefi de Rönesans’la birlikte Avrupa’da gerçekleşmeye başlayan ve Fransa’da zirveye ulaşmış bulunan epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel değişimleri düzen ve istikrara kavuşturmaktır. Comte; bu çabasına, bir arzuyu, bir teklifi ve bir meşruiyet arayışını belirtmek üzere sosyoloji(toplum bilim) adını vermiştir. Arzu şuydu: Toplumsal davranışın incelenmesi pozitif-doğa bilimlerinin incelemeleri kadar güçlü, mantıken sağlam ve pratik sonuçlar doğurucu hale pekâlâ gelebilir. Teklif şuydu: Bunun mümkün olmayacağına dair hiçbir neden yoktur. Tam aksine toplumsal davranış evrendeki diğer faaliyetlerin sadece değişik bir biçimidir ve aynı epistemolojik hakikatlere tabidir. Meşruiyet arayışı ise pozitif bilimin, dünyanın şifa bulmak için meylettiği yeni ölçü haline gelmiş olduğu gerçeğini yansıtıyordu. Pozitif bilim, her türlü betimleme ve açıklamanın meşruiyet kaynağı olarak hem teolojinin hem de metafiziğin yerine geçecektir. En azından Comte öyle düşünüyordu. Ona göre, entelektüel kargaşayı önleyerek pozitif bir siyasetin kuruluşunu sağlayacak olan yeni bilim, sosyolojidir.Devrimden sonraki çağın ahlaki krizi, yalnızca empirik toplumsal çalışmalardan türetilmiş olan pozitif bilimin uygulanmasıyla ve ona dayanan sanayi örgütlenmesiyle çözülebilir. Genel anlamda tanımlanacak olursa pozitif yeni bilim sosyoloji, toplumu oluşturan kurumsal yapı ve örgütlenmelerin birbirleriyle karşılıklı ilişkileri bakımından aralarındaki simetrinin, devamlılığının ya da değişkenliğinin bütüncül halde açıklanması için yürütülen doğa bilimsel, sistematik bir çabadır. Tabiatıyla böyle bir çabanın yöntemi de doğa bilimlerinde olduğu gibi pozitif yöntemdir.
İnsanlığın teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere hem düşünsel hem de ilerleyen üç tarihsel aşamadan geçtiğini iddia eden Comte; toplumsal yapının, düşünsel aşamalara bağlı olarak, her aşamada yeniden şekillendiğini belirtir. Bunun anlamı, toplumsal kurum ve ilişkilerin teolojik aşamada dinsel bir forma, metafizik aşamada felsefî bir forma ve pozitif aşamada ise bilimsel (scientific) bir forma büründüğüdür. Tabiatıyla Comte için toplumsal yapının en ideal formunu, bilimsel düşünceye dayalı olarak örgütlenecek olan modern Batı toplum yapısı temsil edecektir. Comte‘un ifadeleriyle, bilimsel bilgi insanlığın en ileri bilgi seviyesini nasıl temsil ediyorsa modern toplumsal yapı da diğer yapılara göre aynı ileri aşamayı temsil edecektir. Toplumsal hayatın varlığını, entelektüel birliğe bağlayan Comte, sosyal değişmenin temel dinamiğinin de entelektüel değişme olduğunu ileri sürer. Bu bakış açısıyla değişme aynı zamanda bir gelişme, bir ilerlemedir. Yukarda da bahsedildiği üzere ilerleme süreci, insan düşüncesinin determine bir biçimde bir birini takip eden üç aşamasına; teolojik ya da dinsel, metafizik ya da felsefî, pozitif ya da bilimsel aşamalara karşılıktır. Teolojik dönemde her türlü fenomen, tabiat üstü (tanrısal) güçlerle açıklanır. Naklî bilgi rasyonel bilgiye tercih edilir. Fetihler ve savaşlar teşvik edildiğinden, sosyal organizasyonun muayyen bir formu olarak otoriter-militaristik bir form hakim durumdadır. Metafizik dönemde; bütün fenomenler, soyut-spekülatif düşüncelerle açıklanır. Teolojik devreye nispetle ileri bir dönemdir. Bu devre rasyonalizasyon sürecini ifade etmekte ise de bütün fenomenleri paralel konseptlerle açıklaması ve empirik temelli olmaması onun zaafını teşkil etmektedir. Bu devrede fetihler ve savaşlar, savunma ve güçlenme lehine abandone olmuştur. Pozitif dönemde ise fenomenler doğa-bilimsel disiplinlerin terimleri ile açıklanırlar. Pozitif devre, tarihsel olarak modern çağa karşılıktır. Bu devrenin en önemli tarafı, insanın doğayı kontrolüne almasına imkan tanımasıdır. Pozitif devre, sadece bilimsel (scientific) düşüncenin hakim olduğu çağ değil, aynı zamanda endüstri toplumunu oluşturan teknolojinin temellerinin de atıldığı çağdır. Barışa dayalı sosyal organizasyon, sadece bu devrede mümkündür. Toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği hususuna gelince; Comte, insanın ya da toplumun doğasına bağlı olarak dinamik-spontane değişim biçiminde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu aynı zamanda insanlığın tarihsel birliği anlamına gelmektedir. Tarihsel birliğin zirve noktasını teşkil edecek olan modern endüstriyel Batı toplumu, değişimin yönünü de göstermektedir. Bu anlayış itibarıyla Batı toplumu, örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. Batı toplumunun her alandaki bilimsel (scientific) örgütlenmesi refah ve gücün teminini sağladığından, insanlığın bütünü için ulaşılması gereken nihai modeldir. Auguste Comte’un tarihi; teolojik, metafizik ve pozitif diye üç çağa bölerken yaptığı şey felsefeyi geçmişte kalan bir aşama şeklinde nitelendirip yeni bir yöntem önermek gibi görünse de esas itibarıyla önerilen yeni şey yalnızca bir tarih felsefesidir. Dolayısıyla o da objektif bilgiden ziyade felsefî bir spekülasyondur. Bu spekülatif özelliğinden ötürüdür ki günümüz pozitivistleri tarafından bu nevi değerlendirmeler artık terk edilmeye başlanmıştır. Mamafih hiçbir sosyal bilimci değerlerden ve dolayısıyla da tercihlerden muaf değildir. Hangi bakış açısıyla ifade edilirse edilsin, sosyal bilimin kendisi dahi neticede bir değer biçmedir. Açıktır ki değersel nötralite, düşüncesizliğe ve vulgarlığa mazeret üretmekten başka bir anlam taşımamaktadır.
Pozitivizmin, teoloji ve metafiziği bilimsellik öncesi sözde bilgiler olarak reddi, onu zorunlu olarak historisizme dönüştürür. Doğa bilimleri modelince yönlendirilmesi sebebiyle, pozitif sosyal bilim, modern Batı toplumlarına mahsus özellikleri, her toplumu kuşatacak ölçülerde evrenselmiş gibi gösterme tehlikesi içindedir. Bu tehlikeden kaçınmak için gerek geçmişteki gerekse şimdiki, mevcut diğer kültürleri incelemek zorunda kalıyor ise de bunu yaparken o kültürlerin anlamını ıskalamaktadır. Çünkü bu kültürleri, orijini modern Batı toplumu olan ve sadece onu yansıtan bir kavramsal şema aracılığıyla yorumlamaktadır. İşte bu durumun adı historisizmdir. Historisizmi; pozitivizmden ayırt etmemizi sağlayan özellikler şunlardır: 1- Historisizm, olgu ve değer ayrımını reddeder. 2- Historisizm; modern bilimin, yegâne bilgi formu olarak ileri sürülen otoriter karakterini reddeder. 3- Historisizm; tarihe, ilerleyen bir süreç veya akılla kavranılır bir süreç olarak bakmayı reddeder. 4- Historisizm, evrimin insanın insanlığını anlaşılır kılma gücünde olduğu iddiasını ileri süren evolüsyonizm tezini reddeder. 5- Historisizm; insan düşüncesinin ve dolayısıyla da toplumun, özünde tarihsel olmasından ötürü, “iyi toplum”, “iyi devlet” sorununu tartışmayı reddeder.[4]
Historisizm açısından, siyaset felsefesinin cevabını bulmaya çalıştığı, siyasal iyinin bizatihi ne olduğu sorusu anlamsızdır. Çünkü bizatihi iyi, bizatihi adil, bizatihi doğru şeklindeki evrenselci iddialar, sistematik ya da dogmatik iddialardır. Oysaki dogmatik iddiaları, muayyen ilkelerden hareket eden apriori ve kesin kanıtlama yöntemleri olarak anlamak da mümkündür. Bu anlamıyla dogmatiklik, bir disiplinin özgül soru sorma alanını, problematiğini ve metodiğini simgeler. Dogmatik düşüncelerde önce aksiyomlar ortaya konulur ve sonra bunlardan hareketle uygun çıkarımlar yapılır. Böyle bir sistem de mantıksal kuruluşu bakımından değil, dayandığı aksiyomlar bakımından reddedilebilir. Tek tek sistemlerin içeriği, baştaki aksiyomlarca belirlendiğinden ve aksiyomlar da farklı olabildiğinden, mantıksal yapıları değişmeyen ama konularını ancak kendi aksiyomları doğrultusunda açıklayan bir sistemler çokluğu, bir dogmatizmler çokluğu var demektir. Bunun anlamı, evrensellik iddiası taşıyan dogmatizmlerin her zaman var olduğudur. Aynı zamanda bu, evrensellikle birlikte, göreliliğin de bir ifadesidir. Dolayısıyla, bizatihi siyasal iyinin ne olduğu sorusunun anlamsızlığından ziyade, insanların belirli dönemlerde veya çağlarda ona kendilerine göre nasıl bir mana verdikleri sorusu anlamlıdır denilebilir.
Tarihsel düşünme de denilen historisizm; bu gibi konularda, öncelikle olguların saptanmasını değil, aksine bu olguları düzenleyen içkin mantığın; yani sistemlerin görünümünden çok, onların mümkün olduğunca yaratıcılarının dehalarına yakın bir düzeyde mantıksal yapılarının anlaşılmalarını hedefler. Çünkü bu yaklaşım açısından, somutlaşmış olanlar dışında hiçbir sistem tanınamaz. Yalnızca verili olan veya olabilen sistemler somutturlar ve bu yüzden de yalnızca onlar tasarlanabilirler. Durum bu olunca da bütün dogmatik felsefi yöntemler şüphe edilebilirlik özelliği taşıyorlar demektir. Dolayısıyla problem, sistemlerin hep bir dogma ışığında yaratılmış, üretilmiş ve üretilmeye de devam edilmesi sonucunda ortaya çıkmış olmaktadır. Historisistlere göre, bu sistemlerin yaratıcıları formel olarak “doğruluk”u bulma iddiasında birleşirlerse de içeriksel olarak bu konudaki kanaatleri doğrultusunda birbirlerine karşı çıkarlar. Kısacası bir sistemler çokluğu ve bir “doğruluk” çokluğu vardır ve historisizm probleminin temel motifi de bu çok sayıdaki sistemlerin ve doğrulukların rekabetidir. Bu çok çeşitliliğin nedeni de ancak ve yalnızca “doğruluk”iddialarının kaynağında, yani yaratıcı hayatın kendisinde aranabilir. Çeşitliliği yaratan hayatın kendisidir ve hayat da daima bir görelilik skalası sergiler. Historisist yaklaşım açısından görelilik, nihaî anlamda insanın eylemde bulunan ve üretip yaratan bir varlık olmasıyla alakalıdır. Bu eylem ve yaratmalar da hep doğruluk iddiasında olduklarından bir “doğruluklar rekabeti”nin meydana gelmesi zorunludur. Bir doğruluk iddiasının sistematize edilmesi de ilke olarak felsefî bir çabayı gerektirir. Ancak aranılan doğruluk, bir başka perspektiften herhangi bir anlamda sınırlı ve özel bir şey olarak görülüp gösterildiğinde, bu felsefî doğruluk iddiası, artık bir dogmatik doğruluk iddiasına dönüşmüş olur. Dogmatik yöntemle oluşan düşünsel donanımların tüm kapsamı ve her türlü bilinç içeriği, eylemde bulunan insana matuf bilgileri düzenleyerek genişletse bile hayatın karşısında daima tikel kalırlar. Hayatın yaratıcı egemenliğini ve değişkenliğinin önceliğini tanımayıp, dogmatik yöntemlerle üretilen teoriler, hayat karşısında maalesef bir geçerliliğe sahip olamazlar.[5] Dolayısıyla varılan bu noktada söylenecek söz; sosyal bilimlerin, konu edindiği şeyleri tarihsel açıdan ve göreli olan bir tarzda anlama yolu olduğu ve prensip bakımından alternatif anlama tarzlarına üstünlüğü bulunmadığıdır.
Bu nokta, aynı zamanda siyaset felsefesinin asıl karşıtının pozitivizm doktrininden ziyade historisizm doktrini olduğu hususuna da işaret etmektedir. Ancak historisizmin çeşitli tarihi dönemler arasındaki farkları olduğundan daha fazla büyütmekte olduğu açıktır. Bütün toplumsal dönemler için önem taşıyan siyasal teoriler kuramamamız için hiçbir sebep yoktur. İki bölge arasındaki büyük görünüm farklılıkları her iki bölge için geçerli fiziksel kanunlar olmadığını nasıl göstermiyorsa dönemler arasındaki büyük farklar da bu dönemlere yönelik ilke bazında, müşterek siyasal kanunların bulunamayacağını göstermez. Aksine en azından bazı durumlarda bu farklılıklar nispeten yüzeysel bir karakterde gözükürler (selamlaşma, tapınma ve sair alışkanlıklardaki farklarda olduğu gibi). Historisistler buna toplumsal çevredeki değişmelerin fiziksel çevredeki değişmelerden daha temelli olduğunu çünkü toplum değişince insanın da değiştiğini ve bütün sosyal düzenlilikler toplumun atomu demek olan insanın tabiatına dayalı olduğundan, bunun da bütün düzenliliklerin değişmesi anlamına geldiğini söyleyerek cevap verebilirler. Oysaki insan tabiatında meydana geldiği ileri sürülen değişikliklerin önemi şüphelidir ve hesaplanması da çok zordur. Geçerliliklerinin söz konusu olduğu dönemlerin ötesine uzanıp uzanmadığından emin olunamayacağı için, siyasal alanlarda evrensel kanunlar keşfedebileceğimizi hiçbir zaman düşünmememiz gerektiği şeklindeki historisist yaklaşıma gelince; eğer bizzat kendileri değişmeye maruz olan kanunlar kabul edilecek olursa toplumsal değişmeler, hiçbir zaman kanunlarla açıklanamayacaktır. Bu ise değişmenin düpedüz mucizevi olduğunu kabul etmek demektir. Böylesi bir kabul, bilimsel ilerlemenin mümkün olamayacağı anlamını içerdiği gibi, bilginin imkansızlığı tezini de ihtiva etmektedir. Zira değişime yönelik açıklamalarla ilgili olarak, beklenmeyen gözlemler yapıldığında teorilerimizi gözden geçirmeye hiç ihtiyaç olmayacak ve kanunların değişmiş olduğunu söyleyen hipotez her şeyi “açıklama”ya yetecektir. Bu ise tabiatıyla bilginin de bilimin de imkansızlığını kabul etmek demektir.[6] Binaenaleyh değer yargılarında bulunmaksızın sosyal fenomenleri incelemek mümkün değildir. Ufukları yeme içme ve sindirme ile sınırlı insanlara yönelik bir değerlendirme yapmayan araştırmacı, bir ekonometrist olabilir ise de toplumun karakterine yönelik hiçbir şey söyleyemez. İnsanlığın iyiliği için düşünce üretenlerle düzenbazlar arasında ayrım yapmayı reddeden bir insan iyi bir bibliyograf olabilir ise de siyaset ve siyaset tarihi üzerine hiçbir şey söyleyemez. Ahlakı esas alan bir dinsel düşünceyle batıl bir inanç arasında ayrım yapmayan sosyolog, iyi bir istatistikçi olabilir ama din sosyolojisi hakkında hiçbir şey konuşamaz. Kısacası, herhangi bir değer biçmeksizin ne bir düşünceyi ne bir eylemi ve ne de bir eseri anlamak imkân dahilindedir. Salt betimsel olduğu iddia edilen ifadelerde bile açıkça görülmese de değer yargıları gizlidir. Değer yargılarının son tahlilde, rasyonel denetime tabi olamayacağı iddiası, doğru ile yanlış ya da iyi ile kötü hakkında yalnızca sorumsuz spekülasyonlarda bulunma temayülüne sevk eder. Böylelikle de ehemmiyetli meseleler, basit hilelerle değer problemleri olarak geçiştirilerek, gözden ırak tutulmak istenir. halbuki böyle bir tavır bile bir değer tercihinin ifadesidir. Bütün bunlar da göstermektedir ki pozitivizmin ve historisizmin tüm eleştirilerine rağmen siyaset felsefesi ister ideoloji ister teori densin siyasetin mahiyetine yönelik hem normatif hem empirik çerçevede rasyonel bir açıklama olarak daima var olmaya devam edecektir.
[1] John G. Gunnell, Political Philosophy And Time, Wesleyan Uni. Press, Middletown-Connecticut, 1968.
[2] Bryan Magee, Yeni Düşün Adamları, Ed. M. Tunçay, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1985.
[3] Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev., E. Ataçay, Sosyal Yay., İstanbul, 2001.
[4] Leo Strauss, An Introduction to Political Philosophy, Wayne State University Press, Detroit, 1989.
[5] Erich Rothacker, Tarihselcilik Sorunu, Çev., D. Özlem, Ara Yay., İstanbul, 1990.
[6] Karl R. Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, Çev., S. Orman, İnsan Yay., İstanbul, 1985.