Bilenlerin malumudur, herhangi bir siyasal sistemle ilgili doğru bir tanımlama yapılacaksa o sistemi icat edenlerin içeriği nasıl belirlediklerine bakmak rasyonel olan yegâne tavırdır. Zira yerine ikâme edilen eski sistemle yeni sistemin farkı bilinmediği taktirde maalesef Türkiye’deki gibi manipülasyonların önünü almak mümkün olmamaktadır. Yakın tarih üzerine araştırmalarıyla tanınan Sevan Nişanyan; Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerine kurulan yeni rejimin adının cumhuriyet diye konmasını “Yanlış Cumhuriyet”[1] adlı eserinde bu nedenle eleştirmekte ve bahse konu manipülasyonları açıklıkla göz önüne sermektedir. Türkiye’nin düşünce ufkunu kısıtlayan bu manipülasyonlar, eğitim-öğretim kisvesi altındaki indoktrinasyon faaliyetleri sayesinde maalesef büyük bir tabuya dönüşmüştür. Belki de Türk halkı için en büyük tabu; tekparti diktatörlüğü rejiminin cumhuriyet rejimi zannedilmesidir. Sorgulamalara kapalı olan bu büyük tabunun, özünde en ufak bir değişikliğe uğramadan bugün dahi hayatiyetini sürdürmesi, ne yazık ki gerçek cumhuriyet düzeninin tesisi yolundaki çabaları da boşa çıkarmaktadır. Oligarşik bir rejimin kurucularının, halkı manipüle etmek için çıkarları uğruna o rejimin adını cumhuriyet koyması Makyavelizm anlamında elbette rasyoneldir ama kendini halka nispet edip, halkı temsil iddiasında bulunan ve ahlak kaygısı taşıyan okur-yazar kesimin bu manipülasyonlara hayır dememesi ve gerçek cumhuriyeti halka tanıtmaması kabul edilemez bir ihanettir…
Yine bilenlerin malumudur, cumhuriyet; feodal sistemin siyasal iktidarı aristokrasinin alaşağı edilmesiyle yerine ikame edilen yeni rejimin adıdır. “Feodaliteden Yirminci Yüzyıla” kitabıyla meşhur Leo Huberman’a göre, Feodal sistem; Toprak mülkiyetine dayalı Ortaçağ Avrupasında, toplumun “savaşanlar”, “dua edenler” ve “çalışanlar” olarak ayrıştığı sınıflı yapıyı ifade eder. Bu yapıda her türlü mülkiyetin temel kaynağı topraktı. Zenginliği de iktidar sahipliğini de belirleyen oydu. Ülkeye yayılan geniş arazilerin resmiyette maliki kral; tasarruf hakkını doğrudan doğruya kraldan alan aristokratlar ise bir nevi kiracılardı. Arazilerin büyük kısmı; bir ya da birkaç köyden ibaret “malikane” (manor) denilen bölgelere bölünmüştü. Her malikane arazisinin aristokrat bir beyi vardı. Malikanenin beyi (lordu); ailesi, hizmetçi-köylüleri ve toprağını yöneten memurlarıyla bu müstahkem evde otururdu. Bazı büyük beylerin (lordlar) birkaç yüz malikanesi vardı. Emeğine karşılık kendisine bir parça toprak verilen köylü, izbenin izbesi evlerde barınır; dağınık toprak dilimlerinde didinerek topraktan sersefil bir geçim sağlardı. Haftanın iki veya üç günü lordun toprağında ücretsiz çalışmak zorundaydı. Hasat zamanı önce lordun toprağındaki ürünleri kaldırması gerekirdi. Öncelikle sürülmesi, ekilmesi ve biçilmesi gereken hep lordun toprağıydı. Küçük yerel pazarda en evvel satılabilecek ürün fazlası yine lordunkiydi. Lordun, köylüye yaptırabileceklerinin hemen hemen hiçbir sınırı yoktu. Köylü bir köle miydi? Belki değil ama köleden halliceydi. Köylülerin çoğu “serf”ti. Latince “köle” anlamını taşıyan “servus”tan gelme bir kelime. Köleden halliceliği şuydu: Lordun iradesinden bağımsız olarak bir serf, ailesini bir arada bulundurma hakkına sahipti. Ne kadar kötü muamele görse de serfin ailesi, evi ve küçük bir toprağı kullanma hakkı vardı. Ancak bu hak ona kısmi bir özgürlük sunsa da şu veya bu nedenle meteliksiz, evsiz-barksız ve aç-susuz bir adam olarak kalabilir ve boynuna bir urgan geçirip kafasına da bir mangır koyarak kendini bir lorda serf olarak sunmak zorunda kalabilirdi. Feodal dönemde üç tür köylüden söz edilebilir. Birincisi; sürekli olarak lordun evine bağlı kalan ve her zaman onun tarlalarında çalışan “demesne” serfleri. İkincisi; köyün kıyısında iki üç dönümlük toprağı olan ve “bordar” denilen çok yoksul köylüler ya da toprağı olmayıp sadece bir kulübesi (cottage) olan ve boğaz tokluğuna yanaşma olarak çalışan “cotter”lar. Üçüncüsü de kişisel ve ekonomik özgürlükleri görünüşte biraz daha geniş olan serbest köylüler (villein). Bunlar, diğerlerine nispetle özgürlük yolunda daha ileride ve ayrıcalıkları daha fazla, beye karşı yükümlülükleri daha az olan köylülerdi. Lordlar, aklına estiği gibi yeni görevler yükleyemezdi bunlara. Serbest köylüler neredeyse özgür insanlar kadar rahat bir durumdaydılar ve kendi tarlaları dışında lordun toprağının bir kısmını da kiralayabilirlerdi. Ancak yine de feodal dönemde özgür olmayan emeğin hemen bütünü için geçerli bazı temel noktalar tespit edilebilir. Köylüler hepsi az çok bağımlıydılar. Lordlar, köylülerin lord için var olduğuna inanırlardı. Lordla serf arasında eşitlik hiçbir şekilde söz konusu değildi. Serf toprakta çalışır, lord da serfi çalıştırırdı. Lord açısından bakıldığında serfle “demesne”deki hayvanlar arasında pek fazla fark yoktu. Serf topraktan ayrı satılamazdı ama toprağı bırakıp gidemezdi de. Köylünün elinde tuttuğu toprağa ‘tenure’ (tasarruf hakkı) denirdi ama yasaya göre serf toprağı değil, toprak serfi tutardı. Kaçmaya çalışır da yakalanırsa çok ağır bir şekilde cezalandırılabilir, dönmesinin zorunluluğu tartışma konusu dahi olmazdı. Ayrıca, lord insan gücünü yitirmek istemediği için; serflerin ya da çocuklarının özel izin almadıkça malikane dışından evlenemeyeceği yolunda kurallar vardı. Serfin, lorda karşı yükümlülükleri de lordun serfe karşı yükümlülükleri de -örneğin, savaşta onları korumak- geleneğe göre kararlaştırılır ve yürürlüğe konurdu…
Feodal sistemin önemli bir parçası da “kilise” idi. Kral kadar önemli değildi fakat bazı başka bakımlardan çok daha önemliydi. Zira dindar bir çağdı bu çağ ve tabii kilisenin de muazzam manevi gücü ve prestiji vardı!? Mesela; çağın en büyük toprak sahibi kiliseydi. Yaşadıkları hayattan kuşkuları olan ve ölmeden önce Tanrı’nın gözüne girmek isteyen insanlar kiliseye toprak bağışlarlardı. Kilisenin hastalara, yoksullara yardım etmekle hayırlı bir iş yaptığına inanan ve bu hayıra katkıda bulunmak isteyenler kiliseye toprak bağışlardı. Bazı soylular ve krallar da savaş kazanıp bir düşmanın ülkesini fethettiklerinde bu toprakların bir kısmını kiliseye bağışlamayı adet edinmişlerdi. Bu ve bunlara benzer başka yollardan kilise sonunda Batı Avrupa’daki bütün toprakların üçte biriyle yarısı arasında bir kısmının sahibi oldu. Aristokratlar adam bulmak için mülklerini parçalarken kilise gittikçe daha fazla toprak elde ediyordu. Genel olarak ruhbandan lordlar arazilerini daha iyi yönetiyor ve soylulardan fazla da kazanıyorlardı. Papazlara evlenme yasağının bir nedeni de kilisenin kendi memurlarının çocuklarına miras yoluyla kilise topraklarını kaybetmemek istemesiydi. Kilise ayrıca, herkesin ödemek zorunda olduğu bir ondalık vergi ile mülkünü daima genişletiyordu. Öyle ki Ortaçağın sonlarında kilise muazzam zenginleşirken, ekonomik önemi manevi önemine ağır basmaya başlamıştı. Hülasa; aristokratlar ve kilise feodal dönemde egemen sınıflardı. Toprağa ve topraktan kaynaklanan kudrete el koymuşlardı. Aristokratlar insanlara askeri koruma, kilise de manevi yardım vaad ediyor; bunun karşılığındaysa çalışan sınıf köylülerden yalnızca ve yalnızca emek olarak “basit bir ücret” alıyor, onlardan sadece ve sadece “ilahi yasa gereği itaat” talep ediyorlardı.[2] Yeni rejim cumhuriyetin; yerine ikame edildiği eski sistem işte buydu…
Feodal aristokrasiden, modern cumhuriyete geçiş; Rönesans ve Reformasyon hareketlerinin vatanı Avrupa’da tezahür eden radikal değişimlerle gerçekleşmiş ve bilahare de tüm dünyada etkili olmuştur. Bu değişimleri epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel şeklinde dört kategoride ele almak mümkündür… Epistemolojik değişim; varlığa ve hayata dair doğru bilgi hususunda, inanca dayanan bilginin, Katolik Hristiyanlığın yerine rasyonel-empirik bilginin geçmesini ifade eder. Ekonomik değişim; serbest piyasa ekonomisi, kapitalizmin doğuşuyla ilintilidir. Meşruiyetini; sözde tanrıdan değil, halktan alan cumhuriyet ya da demokrasi serbest piyasa ekonomisi, kapitalizmin politik formasyonudur. Kültürel değişim ise kamusal-müşterek alanın herhangi bir dinî öğreti tarafından tanzim edilmediği, çoğulcu hayat tarzını gösterir… İşte tüm bu değişimler çerçevesinde oluşan modern devlet, cumhuriyet de her türlü kutsalın determinasyonundan bağımsız, kendi aklı ve kendi iradesiyle kaderini kendisi belirlemeye çalışan ve rasyonel-empirik düşünen insanların yurttaş adını alarak, “eşit tanınma” temelinde örgütlendiği siyasal formu ifade eder. Elbette bu yeni siyasal formun meşruiyet zemini de farklıdır. Feodal dönemde yönetim, monarşi ya da aristokrasi kendisini tanrısal seçkinlik ve tanrısal logos iddiasıyla meşrulaştırırken; modern devlet, cumhuriyet, doğal eşitlik ve eşit tanınan yurttaşlarla yani insanî logosla meşrulaştırmaktadır… Gerçek cumhuriyetin vaad ettiği asıl şeyse herkes için özgürlük, herkes için fırsat eşitliği-hukukî eşitlik ve herkes için ekonomik refahtır…
Bu noktadan hareketle modern devlet, cumhuriyetin temel niteliklerine dönülecek olursa şunları sıralamak mecburiyeti vardır:
1) Cumhuriyet; insanların tebaa değil, birey ve yurttaş adı altında ve doğal eşitlik ekseninde örgütlendikleri bir siyasal formdur.
2) Cumhuriyet; tanrısal logosun muayyen bir toplumsal kategoriye bahşettiği, verili bir durum, bir entite (entity) değil; tabiaten özgür olan insanların iradî kararları ve sözleşmeleriyle kurdukları, halkın rızasına dayanan bir sosyo-politik organizasyondur.
3) Cumhuriyet; kendisinin değil, insanların siyasi organizasyona girişmeden önce de sahip oldukları doğal hakların güvencesidir.
4) Cumhuriyet; sınırlı bir devlet olup, doğal hukukun pozitivite edildiği bir temele dayanır ve bu hukuk yalnızca yurttaşları değil, devleti de bağlar.
5) Cumhuriyet; temsilî devlet olup, yalnızca imtiyazlı bir sınıfı değil, herkesi temsil eder.
6) Cumhuriyet; homojen bir toplumsal yapıyı temsil etmediğinden, belirli bir din ya da etik eksenli hukuku değil, rasyonel doğal hukuk ilkeleri çerçevesinde farklılıkların müzakeresiyle tespit edilen ve “eşit tanınma” eksenli sözleşme hukukunu uygular. Pozitif hukuk denilen şey de budur…
Bu tespitten hareket edildiği taktirde; Türkiye’deki “diplomalı-diplomasız cahiller”in, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu rejimin “cumhuriyet” olduğu iddiasının (zannının), abesle iştigalden başka bir anlam taşımadığı apaçık görülecektir… İtiraza yeltenecek “diplomalı-diplomasız cahiller”e sormak gerekir:
1) Kemalci cumhuriyet; eşitlik ekseninde, yönetilenler ve yöneticilerin doğal-hukukî eşitliği anlamında bir siyasal örgütlenme midir?
2) Kemalci cumhuriyet; halkın rızasına dayanan, serbest seçimle iktidara gelinen bir sosyo-politik organizasyon mudur?
3) Kemalci cumhuriyet; insanların temel insan hakları anlamında, doğal haklarını güvenceye almış mıdır?
4) Kemalci cumhuriyet; yürütmenin (diktatör-tek-adamın) yetkilerinin hukukla sınırlandırıldığı bir devlet midir?
5) Kemalci cumhuriyet; hiçbir zaman serbest seçim yapılmasına müsaade etmediğine göre, halkı temsil mi etmiştir?
6) Kemalci cumhuriyet, rasyonel doğal hukuk ilkeleri çerçevesinde farklılıkların müzakeresiyle tespit edilen ve “eşit tanınma” eksenli sözleşme hukukunu mu uygulamıştır?
Sualleri çoğaltmak elbette mümkün ama nihai ölçü bilinsin diye son olarak soralım: Kemalci cumhuriyet; gerçek cumhuriyetin vaad ettiği “herkes için özgürlük, herkes için fırsat eşitliği, herkes için hukukî eşitlik ve herkes için ekonomik refah” vaad etti de insanlar duymadı mı?
Atatürkçülüğün önde gelen ideologlarından, o dönemde CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay; Kemalci Cumhuriyet’in ne olduğunu 1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle değerlendiriyor: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalist’iz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[3]
Şüphe yok ki Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerine kurulan yeni oligarşik düzenin mahiyetinin anlaşılmasının ve gerçek cumhuriyetin niteliklerinin bilinmesinin önündeki yegâne engel, yalnızca Atatürkçü geçinen “diplomalı-diplomasız cahiller” değildir. Müslüman geçinip, iktidarı elde tutmak uğruna çatışma kültüründen beslenen “siyasal İslamcı”, “diplomalı-diplomasız cahiller” de engeldir… Umuma açık olmayan mahrem ortamlarında; nahak yere, etik dışı bir biçimde Atatürk’ün nesebini mevzu edinip, “nesebi gayrı sahih” diye hakaretler yağdıran bu güruh; kamuya açık ortamlarda; “Büyük Atatürk” diye hitap eden CHP’lilerden daha da ileri giderek, “Aziz Atatürk” diye hitap etmektedirler. Hayatı boyunca din eleştirisi yapan bir insanı “aziz” ilan etmek, hangi dinin gereğidir acaba? İslam’ın gereği zannediliyorsa bu zannın BATIL olduğunu, Atatürk’ün kendisi, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin, liselerde okutulmak üzere hazırladığı “tarih” kitaplarının “İslam Tarihi ve İslam Tarihinde Türkler’in Yeri” bölümlerinin müsveddelerini okuduktan sonra beğenmeyerek, Yalova’dan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Riyasetine hitaben kendi el yazısıyla yazdığı 16/17 Ağustos 1931 tarihli mektubunda şöyle ifade ediyor: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, medeni cihanlarda, bilhassa Türk zengin medeni muhitlerinde bu iptidai ve cahiliyet devrinin timsali olan düstura dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam’dan evvel cihanşümul Türk medeniyetinin bütün vesikalarını imha etmekte beis görmediler. Yazacağınız İslam tarihinde bu cihetin toplayabileceğiniz vesikalara müsteniden izah olunmasını mühim görürüm.”[4] Atatürk’ün, “Ikra, Bismi, Rabbi safsatası”, dediği şey; bilenlerin malumudur; Kur’an’ın ilk ayeti olduğu kabul edilen, Alak Suresi’nin ilk ayeti, “Ikra bi-ismi rabbike-l leżî ḣalak” (Yaratan Rabbinin adıyla oku.) ayetinden başkası değildir… Atatürk’ün, İslam’la ilgili bu kanaatini, isteyenler, Kazım Karabekir’in, “Paşaların Kavgası” başlıklı kitabının “Kur’an’ın Türkçeye Çevrilişi” bölümünden de okuyabilirler. Atatürk şöyle diyor: “Evet Karabekir; Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Ta ki budalalık edip, aldanmakta devam etmesinler.”[5] Siyasal İslamcı cahillerin aksine; geleneksel İslam ahlakına mensup olanlar şöyle demişlerdir: “Hüneri olmayana faidesi yok nesebin. Etmez evlâda sirayet şeref-i cedd ü ebin.” Bu cahiller bilmiyorlar ki müşrik Araplar da İslam’ın Peygamberi’nin nesebini alay konusu ederlerdi (Kevser Suresi 3). Kaldı ki hiç kimse kendisinden kaynaklanmayan bir fiilden ötürü ne kınanabilir ne de tahkir edilebilir (Fatır Suresi 18). Bir insan bir şeyle itham edilecekse ya da suçlanacaksa yalnızca iradi fiillerinden ötürü bu mümkündür. Acaba Müslüman geçinip, iktidarı elde tutmak uğruna çatışma kültüründen beslenen “siyasal İslamcı”, “diplomalı-diplomasız cahiller”, Atatürk’ün bilerek ve isteyerek tercih ettiği ve uygulamaya koyduğu CHP’nin altı oku ile ilgili şu gerçekleri niçin göz önüne serememektedir: Atatürkçü “cumhuriyetçilik”, eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon değil, Tekparti Diktatörlüğü’dür. Atatürkçü “halkçılık”, halkın rızası ya da refahı değil, Oligarşik seçkinciliktir. Atatürkçü “milliyetçilik”; milletinin değerlerini savunmak değil, etnik farklılıkları yok edip, tekil etnisite dayatan Faşizm’dir. Atatürkçü “laiklik”, inançlara karşı eşit mesafede durmak değil, İslam düşmanlığıdır. Atatürkçü “devletçilik”, sivil toplumun yetersiz kaldığı yerde halk adına ekonomiye destek çıkmak değil, Korporatizm’dir. Atatürkçü “inkılapçılık”, iyiye yönelik değişim değil Batıcılık dayatmasıdır… Siyasal İslamcıların cevabı acaba şu mudur: İktidar olabilmek için papaz cüppesi bile giymeyi göze almışken, Atatürkçü görünmekten niçin imtina edelim? Gayrı meşru yollarla meşruiyetin tesis edilemeyeceği bilinmeyince, cehalet maalesef hakikat zannedilmektedir…
Felsefenin mümtaz simalarından biri, belki de birincisi olan Sokrates’in ahlak doktrinini izah ederken, şöyle dediği rivayet edilir: Tek bir iyi vardır, bilgi ve tek bir kötü vardır, cehalet (There is only one good, knowledge and one evil, ignorance.). Bahse konu bu bilgi; açıktır ki hem eşyaya dair rasyonel-empirik “doğru”yu hem de hayata dair “erdem”i ifade etmektedir. Doğru, mantıksal ve nesnel doğruluk olarak eşyaya mutabık bilgi; erdem ise “altın orta” ve “altın kural” anlamında evrensel eylem standardıdır. Cehalet ise “eşyanın ve hayatın hakikati hususunda doğru bilgi sahibi olmama” halini niteler. İnsan aynı anda eşyanın doğru bilgisine de “altın orta” ve “altın kural” anlamında erdemin bilgisine de sahip olabilir. Ancak bu iki bilgi türü arasında mutlak bir korelasyon da yoktur. Böyle bir korelasyonun zorunluluğunu var saymak da şüphesiz cehalettir… Ne yazık ki Türkiye’de cehaletin bin bir türü hem Atatürkçü geçinenler arasında hem de Müslüman geçinenler arasında mebzul miktarda mevcuttur. Eşyanın ve hayatın hakikatine dair doğru bilgi sahipliğini bir kenara bırakın; siyasal ilişkilerin doğru tanzimine dair bilgi kırıntısına sahip olanların sayısı dahi yok hükmündedir… Durum böyle olunca da maalesef ve maalesef oligarşi, cumhuriyet zannedilmeye devam edecektir…
[1] Sevan Nişanyan, Yanlış Cumhuriyet, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008.
[2] Leo Huberman, Feodaliteden Yirminci Yüzyıla, Çev., M. Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1990.
[3] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.
[4] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2018.
[5] Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 1994.