Ulu’l emr’e İtaat mi Hukuka İtaat mi?

Toplumsal düzen şüphesiz kurallarla kabildir. Tabi olunan kurallar muayyen tekil bir egemen gücün irade beyanı olabileceği gibi, aklıyla hakikati kavrayan eşit öznelerin uzlaşma ve mutabakatı anlamında kamusal gücün (hukuk-u ibad) irade beyanı da olabilir. Ancak düzenin varlığı adaletin varlığına da delalet etmez. Muayyen tekil bir egemen gücün irade beyanının alelıtlak gayrı adil olacağı elbette söylenemez. Onun; kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutan despotik bir tiranın irade beyanı olması ne kadar mümkün ise herkesin iyiliğini ve adaleti gözeten Platonik bir filozof kralın irade beyanı olması da o kadar mümkündür. Mamafih bu iradeyi kontrol ya da denetim altında tutacak herhangi bir üst merci bulunmadığından onun beyanına muhatap olan insanların (yönetilenlerin) daima risk altında kalacakları muhakkaktır. Aynı riskin Müslümanların tarihî tecrübelerinde “ULU’L-EMR” diye adlandırdıkları idareciler için söz konusu edilemeyeceğini söylemek pek de kolay ispat edilebilir bir argüman değildir. Aksini ispat belki de daha kolaydır… AKP iktidarıyla birlikte, muhtelif çevreler tarafından, manipülasyon maksadıyla yeniden gündeme sokulan “ulu’l-emr’e İtaat farzdır” mevzuu (https://www.youtube.com/watch?v=sQC6RjvhUX8) acaba rasyonel zeminde temellendirilebilir mi?

Saltanat rejimleri altında yaşamış ve tasalluta maruz kalmış geleneksel ulema tarafından akidevî mesele olarak zikredilen “ulu’l-emr’e itaat” konusu şöyle izah edilmektedir: Kur’an’da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de.” (Nisa Suresi/59), şeklinde buyurulmakta olup, bu “ayet” yöneten-yönetilen ilişkisinde mutlak bağlayıcıdır… Hadis kaynakları Buharî ve Müslim’den yapılan rivayetlere bakılırsa Peygamber de şöyle söylemiştir: “Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah’a da isyan etmiş olur. Ulu’l-emr’e itaat eden bana itaat etmiş olur, isyan eden bana isyan etmiş olur… Müslüman kişiye hoşuna gitmeyen hususlarda dahi ulu’l-emr’i dinleyip, itaat etme mecburiyeti vardır, hatta zulmetseler bile… Şunu biliniz ki namaz kıldıkları sürece, her kimin başına bir yönetici gelir de onun Allah’a isyanı gerektiren bir iş yaptığını görürse masiyet olan bu işten hoşlanmasın; bununla birlikte itaatten de asla el çekmesin… Her kim emirinden hoşuna gitmedik bir şey görürse sabretsin çünkü cemaatten bir karış kadar dahi ayrılıp ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür…” Peygamber’e atfedilen bu ifadeleri; “Ulu’l-emr’e ancak Allah’a ve Resul’üne itaat halinde itaat edilir zira Allah Resulü, Allah’a itaat olmayan bir işi emretmez; o böyle bir emir vermekten yana korunmuştur; ulu’l-emr ise Allah’a itaat olmayan işleri de emredebilir. Dolayısıyla ona yalnızca Allah’a ve Resulüne itaat olan hususlarda itaat edilir… Zulmetseler dahi itaat etme gereğine gelince, bunun sebebi itaatin dışına çıkıp, ayaklanmanın ya da isyanın yol açacağı kötülükler, onların zulümlerinden hasıl olacak kötülüklerden kat kat fazla olması nedeniyledir… Yönetilenler, eğer zalim yöneticinin zulmünden kurtulmak istiyorlarsa bizzat kendileri zulmü terk etsin.”, biçiminde yorumlayan alimler de olmuş ise de onların bu yorumları “şaz görüş” diye değerlendirilerek, tefrika sebebi sayılmış ve uzak durulması istenmiştir.[1]

Şaz görüş olarak nitelendirilen yoruma göre, saltanat rejimine tabi geleneksel ulema her nedense ayetin devamına dikkat etmemektedir. Oysaki ayetin tam metni “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resulüne götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa Suresi/59), şeklindedir ve “ulu’l-emr’e itaat” şarta bağlanmıştır. Çünkü herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşmek, sadece ulu’l-emr ile alakalıdır. Bu da demektir ki ona mutlak itaat yoktur. Kaldı ki Peygamber’e hitap eden bir başka ayette beyan edildiği üzere; “Maruf konusunda isyan etmemek kaydıyla sana biat etmeye (seninle sözleşmeye) geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste.” (Mümtehine Suresi/12), denilmekte ve Peygamber’e itaatin bile maruf şartına bağlı olduğu beyan edilmektedir. Meşhur müfessirlerden Mevdudî’nin Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirine bakılırsa ayetteki bu ifadelerin; “Cahillerin, ‘ulu’l-emre mutlak itaat gerekir.’ şeklindeki düşüncelerini reddettiği açıktır. Allah, Peygamber’ine itaat edilirken bile, bunun maruf üzere olmasını şart koşmuştur. Oysa Peygamber maruftan başkasını zaten emretmez. Bunun amacı, insanlara masiyet üzere kimseye itaatin caiz olmadığını vurgulamaktır. Yani Allah’a isyan olan yerde, kula itaat yoktur.” Peygamber’e dahi itaat maruf şartına bağlanırken, “ulu’l-emr’e itaat”in sınırının olmaması düşünülebilir mi? Dolayısıyla hiç kimse meşru olmayan bir işin yapılması hususunda emir verme hak ve salahiyetine sahip değildir. Meşru hükümlerin aksine emir veren de bu emri yerine getiren de suç işlemiş demektir.[2]

 Mevzuyu manipülasyon maksadıyla gündeme getirerek; AKP iktidarına her halükârda itaat talep eden bu çevreler besbelli ki şunu söylemektedirler: Madem, Türkiye halkı kahir ekseriyatı itibarıyla Müslümandır ve Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’da da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de.” (Nisa Suresi/59), diye buyurulmaktadır (https://www.youtube.com/watch?v=iV7WM5zRE4Q), o halde bugünün mutlak “ulu’l-emr”i olan Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’a da her halükârda itaat farzdır… Müslümanlar açısından sureti haktanmış gibi görünen bu talep, her yönüyle butlan içinde butlandır. Saltanat rejimi altındaki geleneksel ulema arasında bile tartışmalı olan bu konu ne oldu da tartışılamaz bir hale geldi? Anayasasında “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” olduğu iddia (!?) edilen Türkiye Cumhuriyeti, İslam devleti oldu da kimsenin haberi mi yok? İslam devleti olduysa İslam’ın hangi yorumu esas alındı? “Sözde İslam Dünyası”nın şu ya da bu yöresinde egemen Şii, Bahai, Dürzi, Selefi, Vahhabi, Nusayri, vs. vs., yorumlarından biri mi yoksa Türkiye’deki bin bir çeşit yorumdan herhangi biri mi? Şimdilerde FETÖ denilen Fethullah Gülen’inki mi Nurcu gruplardan herhangi birininki mi Süleymancılar’ınki mi Menzil Tarikatı’nınki mi Milli Görüşçüler’inki mi Erenköy Cemaati’ninki mi Çarşamba Cemaati’ninki mi Hayrettin Karaman’ınki mi Mustafa İslamoğlu’nunki mi Cüppeli Ahmet Hoca’nınki mi İskender Evrenosoğlu’nunki mi Ahmet Hulusi’ninki mi Adnan Oktar’ınki mi vs. vs., esas alındı? Hepsi din adına konuşuyor ve dini ölçü aldığını söylüyorken ve her kesimin anlayışı da diğerlerinden farklı olduğunu göre; nasıl bir ölçü kullanıldı da birinin yorumu yegâne doğru kabul edildi? “Laik, demokratik, sosyal, hukuk devleti”nin anayasasına bağlı kalacağına dair “yemin” eden Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın “ulu’l-emr” olduğuna kimler, ne zaman karar verdi? Eşitlik ekseninde ve halkın rızasına istinaden kurulan “cumhuriyet” rejiminin muhtelif inançtaki yurttaşları, gayrimüslimler ihtida edip Müslüman mı oldular? Olmadılarsa statüleri millet-i mahkumeye mi dönüştü? Tüm bu suallere olumlu cevap verilse bile böyle bir inancın herkes için iyi olduğu ispat edilebilir mi? Herkes için iyi olduğu ispat edilemez ise kimlere kötülük, haksızlık yapılabilir? Başkalarına kötülük, haksızlık üzerine kurulu bir iktidar “meşru” bir iktidar olarak benimsenebilir mi?

Apaçık bir hakikattir ki bir bütün olarak halkın rızasına dayanmayan hiçbir yönetim tarzı “meşru” görülemez… Meşruiyet; devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren ahlakî argümandır. Siyasal eylemlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olup, olmamalarıdır. Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez… Aslında; İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’da geçen “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi 256), “Artık isteyen inansın, isteyen inkar etsin.” (Kehf Suresi 29), ifadeleri de meşruiyetin kaynağının gönül rızası olduğunu beyan etmektedir… Belki de ulu’l-emr’e her halükârda itaat talep edenler söz konusu ayetlerden haberdar değildirler(!?) Bir başka ayet onlara şu suali sormaktadır: “Yoksa kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz?” (Bakara Suresi 85)… Kaldı ki çok-kültürlü, çok etnisiteli, çok dinli bir toplumsal yapıda muayyen bir din ya da dinî yorum zaten meşruiyetin kaynağı olamaz… Yalnızca muayyen bir din ya da dinî yorum değil, eşitliği reddeden muayyen bir ideoloji de elbette meşruiyetin kaynağı olamaz… Hele hele “Bizim dönemimizde makam, mevki sahibi olabilmek için ya imam-hatipli ya da kara denizli olmak gerekir.” gibi cümleler kuran bir zihniyet (https://www.youtube.com/watch?v=E-Q3IaTnMhM) asla ve kata meşruiyetin kaynağı olamaz… Meşruiyet için tek geçerli yol; aklıyla hakikati kavrayan eşit öznelerin uzlaşma ve mutabakatıdır… Uzlaşma ve mutabakatsa doğruyu ve yanlışı akıllarıyla kavrayabilen insanların sözleşme hukukuna tekabül eder…

Sözleşme hukukuevrensel-etik bir prensip tarafından fertler arasında cereyan eden ilişkilerin icbar edici araçlarla bitarafane tanzimidir… Saltanat rejimine tabi geleneksel ulemanın bir kısmının ve AKP’lilerin inandığı yönetici “ulu’l-emr” de olsa muayyen tekil bir egemen gücün irade beyanı, bu iradeyi kontrol ya da denetim altında tutacak herhangi bir üst merci bulunmadığından toplumsal düzeni meşru çerçevede sağlayamaz. Düzeni zorla sağlasa bile onun, muhatapları olan insanları da adaletin tahakkukunu da  daima risk altında bırakacağı muhakkaktır. Binaenaleyh; insanları (yönetilenleri) ve adaletin tahakkukunu daima risk altında bırakan bir iradeye tabiiyetin tercihe şayan olduğu iddiası makul insanların benimseyebileceği bir argüman olamaz… Öte yandan rasyonel, eşit öznelerin uzlaşma ve mutabakatı anlamındaki kamusal gücün, halkın irade beyanına muhatap olan insanların yüksek oranda riske maruz kalacakları iddiası pek de doğru değildir… Zira uzlaşma ve mutabakat; doğruyu ve yanlışı akıllarıyla kavrayabilen insanların sözleşme hukukuna tekabül eder ve bu çerçevedeki rasyonalite de muhtemel riskleri asgariye indirgemek demektir… Dolayısıyla şayet özgürlük, eşitlik, barış, güvenlik ve adalet alelıtlak gerçekleşsin isteniyorsa toplumsal hayat muhakkak ve muhakkak sözleşme hukuku zemininde organize edilmelidir… Yani; rasyonel zeminde tercihi imkânsız, ahlakı ve adaleti kendinden ve menfaat-perest yandaşlarından menkul şu ya da bu “ulu’l-emr”e değil, meşruiyetin yegâne kriteri ve tebaiyetin en üst merci olan rasyonel sözleşme hukuku kurallarına itaat elzemdir…

 

[1] İbn Ebil-İzz el-Hanefi, El Akidetü’t Tahaviyye, Çev., M. B. Eryarsoy, Guraba Yay., İstanbul, 2014.

[2] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, C. 6., Mümtehine Suresi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1987.

Bu yazı Güncel Yazılar, Siyaset kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.