Aralık 2019‘da Çin‘in, Wuhan kentinde ortaya çıkan ve bilahare tüm dünyaya hızlı bir şekilde yayılan salgın hastalık Coronavirus (COVID-19), Mart 2020 itibarıyla Avrupa üzerinden İstanbul’a seyahat eden bir şahıs vasıtasıyla maalesef Türkiye’ye de sıçradı. Wuhan’da, her türlü hayvanın satıldığı (yılan, çıyan, yarasa, kedi, köpek, vs. vs.) bir pazarda; hayvanlardan, insanlara bilahare de insanlardan, insanlara bulaşan, solunum yolu belirtileri ile (ateş, öksürük, nefes darlığı) görülen bu hastalık, küresel ölçekte son yılların en büyük sağlık krizine dönüşmüş durumda. BBC_Türkçe https://www.bbc.com/turkce/ sitesinin haberine göre; Dünya Sağlık Örgütü, WHO (World Health Organization), hastalığa COVID-19 adını vererek, küresel salgın anlamına gelen “pandemi” olarak ilan etti. Genel Sekreter Tedros Adhanom Ghebreyesus; hastalık hakkında mealen şöyle konuştu: “Virüsün yayılma hızı, buna karşılık yetkililerin gerekli önlemleri ciddiyetle almaması bizi alarm seviyesine getirdi. ‘Pandemi’, basit bir kavram değildir. Yanlış kullanılması yersiz korkulara sebep olabileceği gibi, hastalığa karşı mücadelenin bir faydasının kalmadığı düşüncesine yol açarak, ölümleri de artırabilir. Salgının seyrini değiştirmek ülkelerin elinde. Her ülke; kamu sağlığı ile ekonomik ve sosyal faaliyetler arasında hassas bir denge kurmalı, bunları yaparken de insan haklarına saygılı olmalıdır.” Yapılması gereken şeyleri de şöyle sıraladı: 1- Acil durum müdahale mekanizmalarınızı hazır hale getirin ve güçlendirin. 2- Hastanelerinizi hazırlayın. Sağlık çalışanlarınızı koruyun ve eğitin. 3- Halkınızı riskler ve korunma yöntemleri konusunda bilgilendirin. 4- Her bir Covid-19 vakasını tespit, izole, test ve tedavi edin. Temas ettiği herkesi inceleyin. 5- Sükunetle, doğru şeyleri yaparak dünya vatandaşlarını korumamız mümkün…
Dünya Sağlık Örgütü’nün “pandemi” ilanının ardından muhtelif ülkelerden tedbir açıklamaları yapılmaya başlandı.Deutsche Welle_Türkçe (https://www.dw.com/tr/) ve (https://webrazzi.com) sitelerinin haberlerine göre, dünya genelinde milyarlarca kişi salgın tedirginliği, sokağa çıkma yasağı veya kısıtlamaları nedeniyle işe gidemiyor; bu nedenle sadece insan sağlığı değil; aynı zamanda başta sanayi olmak üzere dünya ekonomisi de büyük tehlike altında. Buna yönelik; ekonomi ve istihdam piyasalarını coronavirus krizinde ayakta tutmak için birbirinden farklı strateji ve taktikler benimseniyor ve hayata geçiriliyor. İşte bazı ülkelerin aldığı önlemler:
Amerika Birleşik Devletleri
ABD; coronavirus salgınının ekonomik ve toplumsal yıkımını yaklaşık 2 Trilyon Dolar değerindeki yardım paketiyle sınırlandırmayı umuyor. Senato’da alışılmışın dışında bir oy birliğiyle kabul edilen ve Başkan Donald TRUMP tarafından imzalanarak yürürlüğe giren paket kapsamında; hastanelere ve sağlık hizmeti sağlayıcılarına, ekipman ve diğer ihtiyaçları için 126 milyar Dolar destek verilecek; küçük işletmelere, işçi çıkarmamaları şartıyla toplamda 377 milyar Dolar yardım ve kredi imkanı sağlanacak; salgından en çok etkilenen sektörlerin başında gelen havacılık sektörü için 25 milyar Dolar yardım yapılacak; teşvik paketinin dörtte biri salgından etkilenen kentlerin yerel yönetimlerine ve büyük şirketlere ayrıldı. Bunun için 532 milyar Dolar harcanacak; işsizlere yapılan işsizlik sigortası ödemeleri, dört ay boyunca haftalık 600 Dolar daha fazla olacak, bunun için ise 260 milyar Dolar ayrılacak; yalnız yaşayan kişilere 1200 Dolar, evli çiftlere 2400 Dolar çek verilecek; her bir çocuk için de ek 500 Dolar ödenecek.
Kanada
Parlamento; 17,5 milyar Dolar değerindeki mali destek paketini ilk hafta onayladı. Kanada Kalkınma Bankası, küçük ve orta büyüklükteki işletmelere 8,8 milyar Dolar değerinde kredi verecek. Ayrıca devlet, coronavirus nedeniyle yüzde 30 ve daha yüksek zarar edecek firma ve derneklerin çalışanlarının maaş ödemelerini yüzde 75′e kadar karşılayacak. Öğrenci kredi borçları da altı aylığına ertelenecek. COVID-19 nedeniyle gelirini kaybedenlere, Kanada Acil Müdahale Yardımı, dört aya kadar, talepte bulunan herkese ayda 2000 Dolar ücret ödeyecek.
Almanya
Hükümet ilk hafta 750 milyar Euro değerinde bir ekonomik paketi alışılmışın dışında bir hızla ilan etti. Paket kapsamında, Alman şirketlerinin yabancılar tarafından devralınmasının engellenmesi sağlanacak. Küçük firmalar ve sanatçı ve bakıcılar gibi serbest çalışanlar korunacak. Bu meslek gruplarına mensup kişiler, 15 bin Euro’ya kadar doğrudan yardım alabilecek. Ayrıca ev sahipleri, coronavirus krizi nedeniyle kirasını ödeyemeyen kiracıları evden çıkaramayacak. Almanya’nın açıkladığı paket, ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının (GSYİH) yaklaşık yüzde 24‘ü büyüklüğünde.
İngiltere
Birleşik Krallık yönetimi şu ana kadar toplam 81 milyar dolar değerinde ekonomik yardım paketi açıkladı. Şirketlerin ve çalışanların korunmasını amaçlayan paket, ülkenin GSYH’sinin yüzde 3′üne tekabül ediyor. Paket kapsamında kuaför ve temizlik gibi alanlarda çalışan yaklaşık 3,8 milyon serbest çalışan da yardımlardan yararlanabilecek. İşe gidemeyen çalışanların üç ay süreyle maaşlarının yüzde 80′i devlet tarafından ödenecek. Serbest çalışanlara her ay, son üç yıldaki kârlarının ortalamasının yüzde 80′ı oranında ödeme yapılacak.
Fransa
Hükümet; toplam 345 milyar Euro değerinde coronavirus ile mücadele paketi açıkladı. 300 milyar Euro’ya kadar şirketlere kredi verilecek. 45 milyar Euro da likidite desteği sağlanacak. Ayrıca serbest çalışanlara ve coronavirussebebiyle gelirini kaybedenlere yönelik doğrudan destek önlemleri alınacak.
İtalya
Coronavirusün en çok yıprattığı Avrupa ülkesi İtalya’da hükümet, toplam 25 milyar Euro değerinde bir önlemler paketi açıkladı. Ulusal sağlık sisteminin ve sivil koruma departmanlarının güçlendirilmesi için 3,2 milyar Euro, istihdam düzeylerinin ve gelirlerinin koruması içinse 10,3 milyar Euro ödenek sağlanacak. Vergi ödemeleri askıya alınacak. 340 milyar Euro ek kredi şirketlere ve hane halkı kullanımına sunulacak.
İspanya
Coronavirus nedeniyle ekonomiye verdiği hasarı telafi etmek için İspanya Hükümeti 200 milyar Euro büyüklüğünde bir önlem paketi açıkladı. Ülke tarihindeki “en büyük ekonomik yardım paketi” olarak tanımlanan paranın 117 milyar Euro kısmı kamuya ayrılacak. Kalan kısım ise özel sektöre kullandırılacak.
Türkiye
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN; ilk hafta ekonomiye 100 milyar TL hacminde destek öngören, “Ekonomik İstikrar Kalkanı” adında bir önlem paketi açıkladı. Paket kapsamında perakende, alışveriş merkezleri, otomotiv ve lojistik gibi sektörlerin muhtasar, KDV ve SGK primleri altışar ay ertelendi. Ek olarak nakit akışı bozulan firmaların bankalara olan borçları da üç ay ertelendi. Konaklama vergisi Kasım ayına kadar ötelenirken, iç havayolu taşımacılığında da üç ay süreyle KDV oranı yüzde 18′den yüzde 1′e indirildi. Ayrıca; vatandaşa yönelik olarak da “Biz Bize Yeteriz Türkiye’m” sloganıyla “dayanışma kampanyası” başlatıldığını duyurdu. TBMM’deki tüm partileri, milletvekillerini, belediyeleri, bürokratları ve vatandaşları kampanyaya destek vermeye çağırdı. Buna ek olarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı da “Maaşını Paylaş Kardeşinle Yakınlaş” sloganıyla bir başka kampanya başlattı…
Dikkat edilirse coronavirus ile mücadele kapsamında tedbir paketlerini açıklayan ülkeler arasında, halka yardım etmek yerine, halktan yardım talep eden ve “zorunlu-bağış” tarzında gönüllülükle alakası olmayan bir “dayanışma kampanyası” başlatan tek ülke Türkiye’dir. AKP’li Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’la yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Başbakanlık ve Genel Başkanlık görevlerinden, uzun yıllara baliğ müşterek mesaiye rağmen azledilen sabık Başbakan Ahmet DAVUTOĞLU; imtiyazlı mevkiini kaybettiğinden olsa gerek, artık doğruları söylemekte beis görmeyip; Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın başlattığı “dayanışma kampanyası” hususunda mealen şu haklı değerlendirmeyi yapıyor: “Milletimiz fedakardır, ihtiyaç duyduğunda sadece malını değil canını da vermekten kaçınmaz. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Ancak coronavirus karşısında bütün devletler vatandaşlarına para aktarırken, bizde vatandaştan para toplanıyor. Burada bir terslik yok mu? Elbette ki var… Sosyal devlet yardım toplamaz, yardım eder. Siz; devlet bütçesini doğru-dürüst yönetemeyip, basın kuruluşlarının el değiştirmesi için kamu kaynaklarını kullanırsanız, akraba kayırmacılığı ve ihaleleri doğrudan adrese teslim yaparsanız, ‘Biz Bize Yeteriz Türkiye’m.’ sloganıyla halkı belki bir kere mobilize edersiniz ama sonra o halk bir dakika der…”
Cumhurbaşkanlığı’nın başlattığı “dayanışma kampanyası”nın gönüllülükle alakasının olmadığının apaçık delili, kamuyla işi olanların ve kamu çalışanlarının talimatla kampanyaya katılmaya “icbar” edilmeleridir. Üstelik bu “dayanışma kampanyası”; CHP’li belediyelerin, Cumhurbaşkanlığı’ndan daha önce başlattıkları “gönüllülük esasına dayanan” yardım kampanyalarının durdurulması ve o güne kadar yapılmış olan bağışlara, banka hesapları üzerinden el konulması pahasına yapılmıştır. Daha da ötesi Cumhurbaşkanlığı; başlatmış olduğu bu “zorunlu-bağış” kampanyasını, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin muvafakati çerçevesinde MeclisBaşkanı’nın “Başkomutanlık” sıfatıyla 7 Ağustos 1921‘de halka yaptığı “Tekalif-i Milliye” ile bir tutmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrası, Osmanlı Topraklarının işgal altında olduğu, ülkenin “meşru iktidarı” Padişahın ve İstanbul Hükümeti’nin İngiliz esaretinde tutulduğu günlerde, Anadolu’da halkın, memleketi istiladan kurtarmak için kurduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yokluk içerisindeki şartlarıyla 2020 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugünkü ekonomik imkânları mukayese edilebilir mi? Üstüne üstlük “Tekalif-i Milliye”; 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi gereği orduları terhis ettirilmiş “meşru iktidar” Padişah ve İstanbul Hükümeti’nden ümidi kesen ülke halkının kendi kendine yeniden bir ordu teşkiline yöneliktir…
“EL İNSAF MİN-EL VİCDAN”: Askerini maddi imkânsızlıklardan ötürü giydiremeyen 1920’lerin temsil makamı Türkiye Büyük Millet Meclisi nerede; Resmi Kabul Günlerinde “Yerli ve Milli Menü”den (resepsiyonlarda), çağrılı yüzlerce misafirine “Ejder Meyveli Smoothie (Chia tohumu eşliğinde), Efuli (Liçi meyvesi eşliğinde), Aloevera (Starex meyvesi eşliğinde), Orman Meyveli Special, Bahçe Naneli Limonata, Taze Sıkılmış Portakal, Taze Sıkılmış Greyfurt, Taze Sıkılmış Havuç, Taze Sıkılmış Elma, Pataşur içerisinde Çerkez Tavuğu, Zencefilli Somonlu Suşi, Tartalet içerisinde Antakya usulü Humus, Kornişona Sarılı Dana Rozbif, Susamlı Levrek Simidi, Mini Sandiviçte Et Döner, Hindi Çöp Şiş, Aydın usulü kuzu çöp şiş, Frambuazlı Makaron, Çikolatalı Brownie, Fıstıklı Antep Sarma, Antep Fıstıklı Karadut Pestili” ikram eden 2020’lerin temsil makamı Cumhurbaşkanlığı nerede? Askerini cepheye götürebileceği aracı bulunmayan 1920’lerin temsil makamı Türkiye Büyük Millet Meclisi nerede; riyaseti altındaki kamu bürokrasisine ait 115 000 (yüz on beş bin) “makam aracı” (Almanya’da 10 bin, Türkiye’de 115 bin Makam Aracı / Uluslararası Para Fonu (IMF) yayınladığı 2019 raporunda Almanya GSYİH 4 Trilyon Dolar; Türkiye GSYİH 800 Milyar Dolar) ve siyasi parti mitinglerinde kullanabileceği onlarca lüks arabası, on üç adet milyonlarca dolarlık uçağı bulunan 2020’lerin temsil makamı Cumhurbaşkanlığı nerede? Acaba Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın “Tekalif-i Milliye” cümlelerini, maddelerini de tadad ederek sık sık gündeme getirmesi, geleceğe dair zenginlerin mal varlığına el konulacağının işareti olabilir mi (?!) Sermayenin kulağı çınlasın…
Coronavirus salgınını vesile edinen Türkiye’deki “bilim-perestler” ve “menfaat-perestler” tamda bu noktada tartışmaya ivme kazandırmakta… Tartışma yalnızca coronavirus kaynaklı “küresel ölçekteki sağlık krizi” ve onun sebep olduğu yine “küresel ölçekteki ekonomik kriz” ile alakalı değil; aynı zamanda “hayatın nasıl tanzim edilmesi gerektiği” ile de alakalı… “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.” sloganıyla “nominal cumhuriyet rejimi”nin ilan edildiği günden itibaren beyinleri tamamen dumura uğratılmış olan “bilim-perestler”; coronavirus üzerinden İslam’la özdeşleştirdikleri AKP iktidarını ve uygulamalarını hedef alırken; “menfaat-perestler” de entelektüel kalitelerinden ötürü Müslümanlığın numune-i imtisali zannettikleri AKP iktidarını ve uygulamalarını, ondan nemalandıkları için, haklı ya da haksız demeden, savunmak üzere “pozitif bilim”i hedef almaktadırlar. Bilim-perestler’in sosyal medyada dolaşan şu “örnek” cümlelerine bakar mısınız: “İnsanlığı bilim kurtaracak. Coronavirus, bunu öğretti bize.” “Ateist corona; bilimin değerini hatırlattı. Gavsların, şeyhlerin, hoca efendilerin etkisizliğini ispatladı. Kutsal sayılan yerlere gidişi bitirdi. Umreye gidenlere bulaşıp pişman etti. Herkesi alkole (kolonya vs.) muhtaç etti…” Komünist corona; sınıf ayrımı yapmadan, sınır tanımadan yayıldı. Ama yoksul güney yarım küreye değil, görece zengin kuzey yarım küreye musallat oldu…” Anarşist corona; devlet-otorite-güç tanımadı. Yöneticileri, egemenleri de hasta etti. Engel olamadılar…” Çocuk dostu corona; çocukları öldürmüyor. Taşıyıcı oluyorlar. Çocuklara musallat olanları ve yaşlıları öldürüyor. Çocuk tacizlerini azalttı…” Çevreci corona; doğaya değil, doğaya zarar verenlere zarar verdi…” “Hijyen taraftarı corona; temizliği ve temiz toplum üzerine düşünmeyi hatırlattı…” Aile ve kitap dostu corona; evde daha çok zaman geçirterek, aile iletişimini ve kitap okumaya zamanı arttırdı…” “Trafik dostu corona; trafik sorununu, kazaları, egzoz kirliliğini azalttı…”
Pek tabii yukarıdaki sloganların bilimle alakası yok; “bilim perestler” zanlarının bilim olduğuna inanıyorlar o kadar… Bertrand RUSSEL’ın ifadeleriyle; “Bilim; gözlem ve gözlem sonuçlarına dayalı akıl yürütmeler vasıtasıyla önce nesnel dünyaya ilişkin muayyen gerçekleri ve onları birbirine bağlayan yasaları keşfetme, sonra da bunlara istinaden, gelecekte vukuu mümkün olayları tahmin etme teşebbüsüdür.” (Science is the attempt to discover by means of observation and reasoning based upon it first particular facts about the world and then laws connecting facts with another and (in fortunate cases) making it possible to predict future occurences.).[1]Neymiş bilim; nesnel dünyaya ilişkin bilgi imiş… Coronavirus bir nesne olduğuna göre; bilimden beklenen, onun mahiyetini tespit edip, zararlarını engellemek üzere, yol açtığı hastalıklara çare üretmektir. Bilim-perestler bunu talep edecekleri yerde; virüsün ateistliğinden, komünistliğinden, anarşistliğinden bahisle onun üzerinden hayatın nasıl tanzim edilmesi gerektiği hususunda dem vuruyorlar. Acaba “bilim-perestler” hayatın nasıl tanzim edilmesi gerektiğini coronavirus denilen nesneye bakarak mı yoksa başka bir nesneye bakarak mı tespit edecekler? İnsanlığın temel değerleri olarak kabul edilen özgürlüğün, eşitliğin, adaletin, güvenliğin ne olduğunu “bilim-perestler” hangi nesnelere bakarak öğrenecekler? Yoksa onlar için özgürlük, eşitlik, adalet, güvenlik ve neticede elde edilen ekonomik refah önemsiz şeyler mi? Şayet coronavirus; nüfus planlaması maksadıyla Çin ve ABD tarafından müşterek üretilmiş bir silahsa “bilim perestler”in bu üretimi engelleyerek doğal olmayan insan ölümlerini durduracak etik kriterleri var mıdır? Varlık anlayışınız “materyalizm” ve “pozitivizm” felsefelerini içeriyorsa; hangi materyal ve pozitif veriden etik kriter çıkaracaksınız? Yoksa etik kriter talebi sanal bir aldatmaca mı? Öyleyse tartışmanın zaten anlamı yoktur. Garip olan bu kafayla bilimden, felsefeden anladığınızı iddia etmeniz… İnsanlıktan, hümaniteden söz edecekseniz, birazcık Immanuel KANT felsefesi okuyun; belki o kavramların ne anlama geldiğini öğrenirsiniz (?!) Kant’ın da dediği gibi; “Tanrı” ve “Ahiret-Hesap Günü” bir postüla olarak kabul edilmezse, insanlar niçin ahlak kurallarına uysunlar ve kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyi başkalarına yapmasınlar? Devleti ve ekonomik gücü elinde tutanları keyfi davranmaktan kim ve ne alıkoyacaktır? Bilim-perest insanların bu suale bir cevabı olabilir mi?
Acaba “bilim-perestler”, “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.” sloganını icat eden Fransız pozitivistlerinin otoriter ve totaliter rejimleri savunduklarını ve de insanlığın temel değerlerine karşı olduklarını niçin öğrenemiyorlar? Sorun, zekâ sorunu mudur? Yine; “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.” sloganını Türkiye’de seslendirenlerin de otoriter vetotaliter rejimleri savunduklarını, onların da insanlığın temel değerlerine karşı olduklarını dünya-alem öğrenmişken; “bilim perestler” niçin öğrenemiyorlar? Sorun, zekâ sorunu ise zekâ sorunu olanların bilimden nasibi yoktur… Bilimden nasibi olmayanların, hayatın nasıl tanzim edilmesi gerektiğini sorgulayan “FELSEFE”den de asla nasibi olamaz… Ehline malumdur ki esas itibarıyla Çağdaş siyaset felsefesi; hayatın tanzimine yönelik, liberal demokrasi ile sosyal demokrasinin sentezini ifade eden “sosyal hukuk devleti”ni öngörmektedir. Maalesef, Türkiye’deki “bilim perestler” zekâ sorunu ve cehalet nedeniyle “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.” sloganını istimal eden ancak “sosyal hukuk devleti”nin mutlak şartı “kuvvetler ayrılığı” prensibini ömrünün cemâziyel-evvelinde de cemâziyel-âhirinde de daima reddetmiş olan ATATÜRK’ün kurduğu “cumhuriyet” isimli “tek-parti diktatörlüğü” rejimini “sosyal hukuk devleti” zannetmektedirler… Şüphesiz bu zan, hilaf-ı hakikattir… Türkiye’deki “bilim perest”, “diplomalı-diplomasız cahiller” şayet itiraz edeceklerse onlara sormak gerekir:
1) “Kemalci cumhuriyet”; eşitlik ekseninde, yönetilenler ve yöneticilerin doğal-hukukî eşitliği anlamında sözleşme hukukunu uygulamış bir siyasal örgütlenme miydi?
2) “Kemalci cumhuriyet”; halkın rızasına dayanan, serbest seçimle iktidara gelinen bir sosyo-politik organizasyon muydu?
3) “Kemalci cumhuriyet”; insanların temel insan hakları anlamında, doğal haklarını güvenceye almış mıydı?
4) “Kemalci cumhuriyet”; yürütmenin (tek-adamın) yetkilerinin hukukla sınırlandırıldığı bir rejim miydi?
5) “Kemalci cumhuriyet”; çok partili sisteme ve serbest seçime hiçbir zaman izin vermediğine göre, halkı temsil etmiş olabilir miydi?
Elbette bu suallerin hepsinin cevabı olumsuz. Zira “Kemalci cumhuriyet” yalnızca nominal bir cumhuriyetti. Gerçekte ise devleti mutlak bir organizma kabul edip kuvvetler ayrımını ve hukukun üstünlüğünü reddeden; tek parti egemenliğini ve tahakküm rejimini savunan; meşruiyetini halkın rızasından almayan; siyasal olanın müdahalesine tabi pozitif hukuku ve ideoloji güdümlü keyfi yargıyı içeren; iletişim ve eğitim tekeline bağlı olarak homojen bir devlet halkı modelini öngören; özel mülkiyete saygısız bir korporatif ekonomiyi benimseyen; sıklıkla ırkçı ama daima milliyetçi otoriter ve totaliter bir DİKTATÖRLÜK’tü.
Denilebilir ki “bilim-perestler”in sosyal medyada dolaşan cümleleri matah değil ise Müslümanlığın numune-i imtisali zannettikleri AKP iktidarını ve uygulamalarını, sırf nemalandıkları için, haklı ya da haksız, sorgulamaksızın savunan “menfaat-perestler”in “pozitif bilim”i tahfif eden cümleleri çok mu matah? Cevap elbette hayır… Menfaat-perest bir kalemşörün şu cümlelerine bakar mısınız: “Bir profesör, insanlığı bilim kurtaracak diyorsa, üstelik de yaşadığımız felâketin birinci derecede sorumlusunun, HEİDEGGER’in deyişiyle “vahşî canavar”, üstadı NİETZSCHE’nin deyişiyle insanı, düşünme melekelerini iptal ederek sürüleştiren ve kendisine köle eden, sadece dünyaya, tabiata, insana hâkim olmak, yok etmek için geliştirilen ruhsuz Batılı bilim ve teknoloji olduğunu göremiyorsa, vay hâline bu ülkenin… Düşünsenize, dünyayı cehenneme çeviren, bir düğmeye basarak insanlığı da dünyayı da yok edecek olan… işte bu barbar bilim ve teknoloji! Ama bizim profesörlerimiz bile, hâlâ insanlığı kurtaracak şeyin bilim olduğu anlaşılmıştır, diye geviş getirip duruyorlar! Nedir bu? Celladına âşık olmaktır! Epistemik köleliktir. Bilimi kutsamak, din katına yükseltmek, entelektüel körlüktür ve insanlığı araçların kölesine dönüştürmüştür! Yaşadığımız virüs salgını, temelleri KARTEZYEN felsefeyle atılan, bilimi kutsayarak, dünyaya hâkim olma, dünyanın efendileri olma sapkınlığının ürünü; insanı tanrılaştırma azmanlığının, kibrinin, şımarıklığının bilim ve teknoloji üzerinden hegemonya mücadelesi verilmesinin kaçınılmaz neticesi, elbette ki. Bilim araçtır, niceliktir. Bilim, felsefenin, daha genelde dinin gördüğü işlevi göremez. Eğer bilime felsefenin, dinin gördüğü işlevi gördürürseniz …niteliğin yerini niceliğin, ruhsuz hegemonya savaşlarının, dolayısıyla güçlü olanın haklı olarak görüldüğü DARWİN’yen orman kanunlarının dünyaya hâkim olmasının önünü sonuna kadar açmış olursunuz. Bunları yazdım diye, beni, Müslümanları bilim düşmanlığıyla suçlayacak olanların ya salak ya da asalak olabileceklerini söylemekle yetinmek isterim…”
Bilim-Perestler’e karşı söylenen “suret-i haktan” sözlermiş gibi zannedilebilecek bu cümleler; ne yazık ki slogandan öte herhangi bir değer taşımayan, sadece ve sadece kendisini, Batı’yı da İslam’ı da enikonu bilen bir “entelektüel” olarak taktim etmeye çalışan, gayretkeş bir kalemşörün polemik sadedinden sarf ettiği boş laflardan ibaret. Garabete bakın ki aklınca İslam’ı savunan (Acaba hangi İslam’ı savunuyor? “Kur’an eksenli İslam” diyenlerden olmadığı açık…) kalemşörün referans kaynaklarının hepsi Batılı düşünürler ve üstelik hepsi ATEİST… HEİDEGGER, kendisini hiçbir zaman adam yerine koymamış olan FAŞİST DİKTATÖR HİTLER’in hayranı… En yakınındaki insanları (hocalarını, meslekdaşlarını, öğrencilerini) bile NAZİ katillerine ihbar etmekten utanmamış birisi… FAŞİZMin kara lekesi ömür boyu alnından silinmemiştir… Kaldı ki HEİDEGGER’in teknoloji ve bilim eleştirisi modernitenin onları kullanımıyla alakalıdır; kalemşörün zannettiği gibi epistemolojik değerleri açısından değil… Kalemşörün HEİDEGGER’i okuduğu meçhul de (Okumuşsa da anlamadığı kesin.) gariban okurlarının kendisine güveneceğinden emin olduğu için (Çünkü medya kanalıyla İngiltere’de Sinema-Televizyon doktorası yapmış “büyük yazar” diye lanse ediliyor…) manipülasyon yapmakta beis görmüyor ve nerdeyse onu İslam’ı savunan biriymiş gibi takdim ediyor… HEİDEGGER hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsa Hannah ARENDT’in; ona dair yazdıklarını okması yeterli olacaktır… NİETZSCHE; HEİDEGGER’den daha beter… Reddettiği Tanrı’dan esirgediği sıfatları, zihninde yarattığı “üstün insan”a vermeye çalışan bir şizofren… Evrensel ahlak prensibi “altın kural”dan (Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma. / Sen sana ne sanırsan, ayruğa da onu san.) iğrendiğini söyleyen NİETZSCHE hayranı bir Müslüman tasavvur edilebilir mi? Edilebilir tabii ki… Yukarıdaki cümlelerin yazarı, kalemşör onlardan biri… NİETZSCHE’ye göre; “Milyonlarla salağı ortadan kaldırarak geleceğin üstün insanını (tek adam, süpermen) kalıba dökecek ve salakları ortadan kaldırma işlemi esnasında acı çekenleri görüp, umursamayacak, emsali görülmemiş derecede korkunç bir büyüklük enerjisine ulaşmaktır hedef… Bütün bir milletin yoksulluğu, üstün insanın acı çekmesinden daha az önemlidir… Küçük insanların felaketleri, üstün insanın duyguları karşısında herhangi bir anlam ifade etmez… Herkese rey hakkını savunmak, halkı yüceltmek, aşağı kişilerin egemenliği lehine iş görmektir; oysaki yapılması gereken üstün insan için kitlelere savaş ilan etmektir… Erkekler savaş eğitimi görmeli, kadınlarsa savaşçıların gönlünü eğlendirmelidir… Utanılası çok yön vardır kadınlarda; bir kadınla birlikte olmaya mı gidiyorsunuz, kamçınızı hazırlayın… Dinlerin; insanlara, onları iyice çökene kadar hastalık bulaştırmasına karşı savaşılmalıdır… Dinler gibi, modernitenin siyasal sistemleri liberalizm de sosyalizm de sürüye mahsustur…” Doğal eşitliği, hukukun üstünlüğünü ve herkes için refahı savunan anlayışlar kötüyse geriye ne kalıyor; tabii ki DİKTATÖRLÜK… Kalemşörün NİETZSCHE okuduğu da meçhul (Okumuşsa da onu da anlamadığı kesin.)… Maalesef kalemşör; HEİDEGGER konusuna benzer şekilde NİETZSCHE konusunda da gariban okurlarının kendisine güveneceğinden emin olduğu için yine manipülasyon yapmakta beis görmüyor ve nerdeyse NİETZSCHE’yi de İslam’ı savunan biriymiş gibi takdim etmeye kalkışıyor… NİETZSCHE hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsa Bertrand RUSSEL’ın; ona dair yazdıklarını okuması yeterli olacaktır… Kalemşörün, KARTEZYEN felsefe hakkında söylediklerinin de iler-tutar tarafı yok… KARTEZYEN felsefe dediği, DESCARTES’e ait olan felsefe… DESCARTES’ın söylediği şu: Tanrı, mutlak cevher; ruh ve madde ise izafi cevherlerdir. Tanrı, ruhu farklı bir tabiatta; maddeyi farklı bir tabiatta yaratmıştır. Ruhun tabi olduğu kanunlarla maddenin tabi olduğu kanunlar farklıdır… Bu farklı tabiatların insanî, ictimaî, siyasî yansıması; ruhani dünya ile maddi dünyanın birbirine karıştırılmaması olmalıdır… Muhtemelen kalemşörün karşı çıktığı husus budur… Halbuki DESCARTES’ın maksadı o günün Avrupa’sında yaşanan insanî, ictimaî, siyasî kaosa çare üretmektir… Bir tarafta Kilise, diğer tarafta Kral olmak üzere insanları farklı yönlere sevk etmeye çalışan ve kaosa yol açan iki güç… Biri diğerine karışmasın ki kaos olmasın yani “laiklik” olsun… Din, kendi alanında kalsın; rasyonel bilgi kendi alanında… Mevzuyu İslamî açıdan değerlendirelim: Allah’ın “irade” sıfatının kuralları başkadır; “tekvin” sıfatının kuralları başka… Coronavirus için çareyi “tekvin” sıfatının kuralları çerçevesinde aramak mecburiyetindesiniz… Bunun neresi yanlış? Coronavirus için çareyi minarelerden SALAT-U SELAM okutarak mı üreteceksiniz? Beyhude gayret… Mevzuyu “hayatın nasıl tanzim edilmesi gerektiği” noktasına getiriyorsanız; KARTEZYEN cevap, rasyonel kurallardır… İtirazınız bunaysa sual baki: Hangi dini, hangi yorumu, hangi mezhebi, hangi meşrebi, vs. vs. esas alacaksınız? Herhangi bir dinin mensubu olmayan insanları ne yapacaksınız? IŞID gibi, onlara köleleriniz olarak mı bakacaksınız? IŞID kafasındaki bir dünyayla Batılıların “hukuk devleti” standartları dedikleri dünya arasında kalan insanlar hangisini tercih eder acaba? Adaletin, özgürlüğün, hukuki eşitliğin, ekonomik refahın daha ziyade gerçekleştirildiği dünya hangisi? Batılılar bize zulmediyor, onun için gelişemiyoruz, diyorsanız; önce siz, kendi insanınıza zulmetmekten vazgeçmeli değil misiniz? DARWİN’yen orman kanunları; İslam dünyası dediğiniz dünyada mı daha ziyade geçerli Batılıların “hukuk devleti” dedikleri dünyada mı? Bilimi, felsefeyi, “hukuk devleti”ni savunmak mı geviş getirmek; yoksa IŞID zihniyetiyle tesis edilen “kula kulluk düzeni”ni savunmak mı? Avrupa Birliği standartlarını kendi ülkesi için savunmak mı “celladına âşık olmaktır” yoksa siyaseti kamu kaynaklarını eşe-dosta-yandaşa dağıtmak olarak gören “tek-adam” rejiminin keyfi standartlarını savunmak mı? Rasyonel düşünceyi savunmak mı “epistemik köleliktir” yoksa “biat-itaat” zihniyetini savunmak mı? Entelektüel olmak; hayata ve eşyaya dair doğru bilgi hususunda rasyonaliteyi kriter kabul etmektir. Ölçü akıldır, demek ne bilimi kutsamaktır ne de onu din katına yükseltmek. Entelektüel körlük, rasyonel düşünememektir. Rasyonel düşünememek; insanlığı araçların kölesi de yapar, tek-adam rejiminin gönüllü kölesi de. Bilimin ve felsefenin geçer akçe olduğu Batı dünyasında mı insanlara efendi olma sapkınlığı daha yaygın yoksa bilimin ve felsefenin geçer akçe olmadığı sözde İslam dünyasında mı? Daha dün; kamu yönetimine dair hiçbir eğitim aşamasından geçmemiş, sadece öğretmenlik eğitimi almış ama nasıl olmuşsa olmuş, valiliğe atanmış bir kadıncağızın, halkı nasıl azarladığını görmediniz mi (https://www.youtube.com/watch?v=qLI-8WIf5S8) (?!) Rasyonel düşüncenin egemen olduğu Batı dünyasında mı insanı tanrılaştırma azmanlığı, kibri, şımarıklığı yaşanmaktadır yoksa rasyonel düşüncenin egemen olmadığı sözde İslam dünyasında mı? Niceliğin egemenliği; bilimi, felsefeyi, “hukuk devleti”ni savunan Batı ülkelerinde mi geçerli yoksa bilimi, felsefeyi, “hukuk devleti”ni savunmayan Türkiye’de mi? Nitelik, liyakat ve ehliyet Batı ülkelerinde mi daha ziyade ön planda Türkiye’de mi? Bekrî Mustafa; fıkralarının menbâı olan bir ülkede niteliğe, liyakate, ehliyete değer verildiğine kim inanır (?!) Fıkra bu ya: IV. Murat’ın saltanatı yıllarında İstanbul’da yaşayan Bekrî Mustafa adlı kalender, rind-meşreb, meşhur bir zat varmış. Şöhreti, “ser-hoş” kişiliğinden kaynaklanıyor… Günlerden bir gün şalvarlı, cüppeli, takkeli kıyafetiyle mahalle mescidinin önünden geçerken; cenaze namazı için uzun süre imamın gelmesini bekleyen ahali, Bekrî Mustafa’yı görünce, beklenen imam zannederek, ondan bir an önce namazı kıldırmasını isterler. Bekrî Mustafa, “Beklediğiniz imam ben değilim.” dese de dinletemez; adeta cemaatin önüne zorla itilir… Bekrî Mustafa çar-naçar namazı kıldırır. Namaz bittikten sonra da musalla taşının üzerindeki tabutun örtüsünü kaldırarak, mevtaya yönelip, bir şeyler mırıldanır… Meraklanan ahali, Bekrî Mustafa’ya mevtaya ne söylediğini ısrarla sorunca, mecburen cevap verir: “Dedim ki sen şimdi öldün, gidiyorsun ya ahirete; dünyanın ahvalini sorarlarsa Bekrî Mustafa imam oldu, dersin; onlar anlarlar neyin ne olduğunu…” Anlaşılan o ki fıkranın kahramanı Bekrî Mustafa; sözde ser-hoş ama özde arif imiş… Şimdilerde makam-mevki sahibi olan Bekrî Mustafalar ise sözde değil, özde ser-hoş… Sosyal medya kanalıyla üniversite öğrencilerine “Anama söylersem, sizi cırar.” şeklindeki vulgar-lümpen cümlelerle hitap edebilen bir “rektör” sözden çok öte, özde ser-hoş bir Bekrî Mustafa değildir de nedir? Böylesi tipler Batı ülkelerinde mi “rektör” atanabilir yoksa Türkiye’de mi? Böylesi tipler “rektör” atanabiliyorsa bir ülkede; nitelik, liyakat ve ehliyetten dem vurmak; utanmazlık olmuyor mu? Böylesi tiplerin makam-mevki sahibi yapılarak, memleketin “beytülmâl”ının arpalığa dönüştürülmesine itiraz edileceğine; sözde bilim eleştirisi yapmaya cüret, “entelektüel” insanın vasfı olabilir mi? Nitelik, liyakat ve ehliyetin asla muteber karşılanmadığı ülkelerde mi güçlü olanın haklı olması daha mümkün yoksa Batı ülkelerinde mi? Apaçık bir hakikattir ki salaklık ve asalaklık; eşyayla ve hayatla ilgili doğru bilginin kriteri olarak rasyonaliteyi değil; “biat-itaat” zihniyetini kabul etmektir… İzan, idrak, insaf ve vicdan sahibi hiç kimse bu gerçeği reddedemez…
Peki; Türkiye için coronavirus salgını kadar tehlikeli olan bu iki sapkın akidenin; “bilim-perestler” ve “menfaat-perestler” akidesinin uygun bir tedavisi yok mudur? Elbette vardır… Çare; siyasal bütün kötülüklerin menbaını teşkil eden “tek-adam rejimi” MONOKRASİ’yi reddedip, ‘MERİTOKRATİK SOSYAL HUKUK DEVLETİ’ni tesis etmektir… Şüphesiz onun yolu da eşyaya ve hayata dair doğru bilgi hususunda rasyonaliteyi kriter kabul etmekten geçmektedir… Meritokratik-sosyal-hukuk devleti; anayasal olarak, sadece temel hakları ve kişisel ve iktisadi özgürlükleri güvence altına almakla kalmayıp aynı zamanda, toplumsal karşıtlık ve gerginlikleri (bir ölçüde) dengelemek amacıyla mali ve maddi önlemleri de alan demokratik devlettir… Meritokratik-sosyal-hukuk devleti; negatif özgürlük hakları ile birlikte, fırsat eşitliği yaratarak pozitif özgürlük haklarını da güvence altına alır.[2] Meritokratik-sosyal-hukuk devletini tercih etmekse şüphe yok ki rasyonalite ve empati ilkesini içeren etik kriterlerle kabildir… Darısı Türkiye’nin başına…
[1] Bertrand Russel, Religion and Science, Oxford University Press, London, 1935.
[2] Alexander Petring_vd.; Sosyal Devlet ve Sosyal Demokrasi, Çev., R. Hallaç, Friedrich Ebert V., İstanbul, 2013.