3 Kasım 2002 seçimlerini kazanarak iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin; Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde bir hayli katkıda bulunduğu elbette inkâr edilemez. Bu katkının; 2010 Referandumu ile sona erdirilen “askeri vesayet” sonrası dönem, Genel Başkan R. Tayyip ERDOĞAN’ın “ustalık dönemi” olarak nitelendirdiği 2011 yılına kadar sürdüğü de pekâlâ söylenebilir. Demokratikleşmeye yapılan bu katkının; kuruluşunda “İslamî” kimliğini gizlemek maksadıyla kendisini “muhafazakâr demokrat” diye adlandıran Adalet ve Kalkınma Partisi’ne “irtica” nazarıyla bakan ve icraatlarına her hususta muhalefet eden eski cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER ve kurtulmaya çalışılan “askeri vesayet” sayesinde gerçekleştiğini söylemek hiç de abartılı bir iddia değildir. Kemalci Oligarşinin temsilciliğini yapan bu iki “siyasi” güç odağı, farkında olmaksızın Adalet ve Kalkınma Partisi için “kontrol ve denge” unsuru vazifesini ifa etmişlerdir. Dikkatle incelenirse görülecektir ki Adalet ve Kalkınma Partisi bu iki “siyasi” güç odağının tarassutu altındayken yolsuzlukla, rüşvetle, irtikapla, suiistimalle vs. vs. pek de anılmamıştır. Ta ki muktedir oluncaya kadar. Besbelli ki gücün dejenerasyona, hele hele mutlak gücün mutlak dejenerasyona yol açtığını söyleyenler “kontrol ve denge” unsurunun ehemmiyetini vurgulamak istemişlerdir… Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN tarafından azledilinceye kadar; onun uzun yıllar danışmanlığını, bakanlığını, başbakanlığını ve parti genel başkanlığını yürüten Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU’nun, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin AKP’leşmeye yüz tuttuğunu söylediği dönemin miladı 2011 olsa gerektir… Zira kuruluşunda iktidar olabilmek için halk adına “3Y” (yasaklar, yoksulluk, yolsuzluk) ile mücadele vaad eden AKP; 2011 yılından itibaren artık vaad ettiği şeylerle anılmaya ve halkı “3Y” ile muhatap kılmaya başlamıştır. Bir tarafta; şimdilerde adına FETÖ denilen o günlerdeki stratejik ortağı “CEMAAT”, AKP sayesinde ele geçirdiği merkezi sınav sistemiyle “paralel devlet” bürokrasisi oluştururken; diğer tarafta da yüzlerce kez yapılan yasal değişikliklerle ihale sistemini ele geçiren “YEŞİL SERMAYE” yeni ekonomik oligarşiyi oluşturmuştur… Ahlak zeminine istinat etmediği için sürdürülmesi kolay olmayan bu yapı, etik dışı iktidar içi çatışmalara evrilince DARBE teşebbüsüyle sonuçlanmış ve maalesef ardından gelen restorasyon süreci de hukuk çerçevesinde yönetilemeyince kalkışmayla hiçbir alakası bulunmayan yüz binlerce insan AKP iktidarının bekası uğruna KHK’larla mağdur edilmiş ve onun neticesi de toplumsal kutuplaşmaların körüklenmesi olmuştur. Her ne kadar Cumhurbaşkanı R. Tayyip ERDOĞAN; meşum hareketin iktidarlarının tahkimi için nihayetinde “Allah’ın bir lütfu” olduğunu söylüyor ise de (https://www.youtube.com/watch?v=N-DBwjBZzWk) kutuplaşmaların körüklenmesi şöyle ya da böyle AKP’lileri de zarara uğratmıştır… Söz konusu zarar maddi açıdan büyük bir kayıp sayılmasa bile ahlakî açıdan hayli büyüktür… Öyle ki müttefikleri değişen AKP; ilk başlarda gizlediği “İslamî” kimliğini iyice terk etmiş, buna mukabil “muhafazakâr demokrat” kimliğini ziyadesiyle öne çıkarmıştır. “Muhafazakâr demokrat”lıktan kasıt; örnek alınan Amerikan “conservative-republican” anlayışında da görüldüğü üzere “toplumu başlı, kollu ve ayaklı yaşayan bir organizma olarak nitelemek, tarihi ve geleneği önemsemek, rasyonel bilgiden ziyade örf ve adetlerden kaynaklanan ‘ön kabuller’e ehemmiyet vermek, lider süblimasyonu, otoriteyi ve hiyerarşiyi yüceltmek, özgürlük ve eşitliği değil itaati sevmek, kitabî dini protestanize ve sekülarize etmek ve siyasi liderlerden sıklıkla duyulduğu üzere ayakların baş olmaması hususunda ısrar etmektir”. Yani, muhafazakârlık sanıldığı gibi pek de öyle yoğun bir “dindarlık” manası taşımamaktadır. “Muhafazakâr demokrat”lığın ruhuna en yakın görülen dindarlık; Fransız cumhuriyetçiliğinin düşünsel önderlerinden sayılan J. J. Rousseau’nun kurguladığı, mevcut siyasal düzene katkıda bulunacağına inanılan “sivil-seküler din”dir… Sol ve sağ Atatürkçü ideolojiyi ön planda tutan yeni müttefikler; Doğu PERİNÇEK, Devlet BAHÇELİ gibi siyasi aktörlerin aksi bir anlayışa sempatiyle bakmayacakları açıktır… Maocu-Marksist Doğu PERİNÇEK; “AKP, bizimle aynı noktaya, aynı çizgiye geldi.” derken (https://www.youtube.com/watch?v=VZGjj5TPgf8), elbette kurulan ittifakın zeminini beyan etmektedir… Yine mesela; Kürtlerle barış adına ilkokul müfredatından daha önce AKP tarafından çıkarılan “ANDIMIZ” metniyle ilgili ERDOĞAN ve BAHÇELİ arasında cereyan eden harareti bir hayli yüksek polemiklerin [(https://www.youtube.com/watch?v=FtyPilNDAho) / (https://www.youtube.com/watch?v=-Ie3Ni94YUE)] vardığı nihai noktanın, metnin ilkokul kitaplarında tekrar yerini almasıyla bitmiş olduğu gerçeği AKP’nin ne yönde değiştiğinin apaçık bir göstergesidir… Şüphesiz AKP yönetimindeki bu zihniyet değişimi determine bir biçimde taraftarı, seçmen kitlesine de aynen yansımaktadır. İslam düşüncesinin yüz akı simalarından İbni Haldun; “Avam tabakası, sultanın dinine tabidir.” cümlesini kurarken, tecrübî bir ilkeye boşuna işaret etmemiştir. Bu yansımanın hakiki sebebinin, yirmi yıla baliğ iktidar nimetlerinden istifade olduğunu belirtmek hiçbir surette abartı sayılamaz. “İslamî” kimliği hayli örselenen; müktesebatının ve kamet-i kıymetinin çok çok ötesinde nimetlerle taltif olunan birileri, o nimetlerden vazgeçebilirler mi?
Zihniyet değişiminin en bariz örneklerini, AKP’nin imam-hatipli “dindar” neslinin medya havzasında görmek pekâlâ mümkündür:
“Ülke TV’de, Esra ELÖNÜ isimli sunucunun ‘Arafta Sorular’ programına katılan Sevda NOYAN adlı kadının canlı yayında, “15 Temmuz (darbe kalkışmasına tepki) kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık (bir daha kalkışırlarsa); bizim aile en az elli kişiyi götürür, biz çok donanımlıyız maddi manevi olarak; bizim sitede halen 3-5 kişi var, benim listem hazır.” ifadelerini kullanmasına tepki gösteren Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Bülent ARINÇ; “Bunlar yüzünden millet başörtüsünden nefret edecek; beni korkutuyorlar.” şeklindeki eleştirilerini dile getirince; Esra ELÖNÜ; Twitter hesabından Bülent ARINÇ’a “Konuşan maklube tepsisi ARINÇ’ın canlı istifrasını gördüm; Pensilvanya ceketiyle yamadığı avukatlık cübbesini giysin kendi adamlığını yargılasın; ben kendisini korkutuyorsam ne büyük şeref, söylemindeki ucuzluk da şimdiye kadar gösterdiği tırsmışlığın siyasi CV’sidir.” cümleleriyle cevap verdi.”
Çirkefliğe bakar mısınız; “koskoca” Bülent ARINÇ’a, kızı yaşındaki bir fenomen hakaretler yağdırmaya cüret edebiliyor… Aklınca, Bülent ARINÇ’ın, FETÖ mensubu olduğunu ifşa ediyor: “Konuşan maklube, Pensilvanya ceketli, kendi adamlığını yargıla, tırsmışlığın siyasi CV’si…” ARINÇ’ın FETÖ mensubu olmadığını pekâlâ bildiği halde üstelik… Bu ahlakî dereke ile bu cesaretin kaynağı şöyle bir “akıl yürütme” olsa gerek: “Bülent ARINÇ nasılsa AKP liderinin nezdinde itibar erozyonuna uğradı; ben de liderime kulluk ettiğime göre herkese hakaret etme hakkım var; liderim beni lütfuyla her halükârda korur, kollar.” Pekii; “koskoca” Bülent ARINÇ’ın bu hakaretlere ses çıkarmamasına ne demeli??? Yılların hukukçusu Bülent ARINÇ, çirkefliğin menbaını tespit edemiyor mu??? Tek-adam rejimi nelere kadir??? Eyvah ki ne eyvah…
Vaka örneğinin daha da çirkefi; Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet DAVUTOĞLU’na, Akit TV stüdyolarında, Ali İhsan Karahasanoğlu, Fatin Dağıstanlı ve Muharrem Coşkun denilen üç kafadar tarafından 21 Mayıs 2020 akşamı kurulan tezgâh… AKP’li medya-kalemşörleri; asgarî insanlık nezaketini dahi göstermedikleri, daha dün karşısında el-pençe-divan durdukları DAVUTOĞLU’na akıllarınca had bildirip, onu madara etmeye çalışıyorlar; nemalandıkları liderlerinden aferin alabilmek ümidiyle (https://www.youtube.com/watch?v=C4gET7kDxF8)… Şu mealdeki suallerin matrak üstü matraklığına bakar mısınız???
“Başbakan ERDOĞAN, 2005 yılında LGBTİ derneğinin kuruluşuna izin verdiğinde, onun danışmanlığını yapıyordunuz, niçin seyirci kaldınız?”
DAVUTOĞLU: Başbakan ERDOĞAN’ın yaptığı işlemi bana niye atfediyorsunuz?
“Başbakan ERDOĞAN’ın onayıyla Aile Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan, LGBTİ’yi yasallaştıran İstanbul Sözleşmesi’ni Avrupa Birliği platformunda, dış işleri bakanı sıfatıyla, Türkiye’yi temsilen niçin imzaladınız?”
DAVUTOĞLU: Yasayı hazırlayan Aile Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı, onaylayan Başbakan ERDOĞAN, dış işleri bakanı ülkeyi temsilen AB nezdinde imza atınca mesuliyet ona mı ait oluyor?
“Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; CHP’ye yönelik; ‘Demokratik yöntemlerle iktidara gelmek yerine, darbeyle ülkenin yönetimini gasp etme hevesiyle hareket edenler, 15 Temmuz’da milletten aldıkları derse rağmen aynı yolda yürümekte ısrar ediyorlar. CHP yöneticilerinin sadece son bir haftadaki beyanlarını alt alta koyduğunuzda ortaya çıkan tablo bize bunu söylüyor. Bu zihniyetin ülkemizin 70 yıllık demokrasi tecrübesinden zerre kadar nasiplenmediği anlaşılıyor.’ deyince; CHP’liler; “15 Temmuz darbe girişimine ‘Allah’ın lütfu’ diyen sizsiniz; gündem saptırıyorsunuz, CHP belediye zabıtalarıyla mı darbe yapacak .” cevabını verdi; siz de zabıtalar darbe yapamaz diyenlerden misiniz?”
DAVUTOĞLU: “Darbe ihtimali varsa, baş komutan sıfatıyla Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın cunta heveslilerini görevden alması gerekmez mi? Cuntacılığıyla maruf Doğu PERİNÇEK’le ittifak kuranlar kimlerdir?”
“Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’dan izin almadan; kanun çıkarıp, kamu arazilerini Şehir Üniversitesine, vakfınıza devrettiğiniz için üniversitenize, vakfınıza el konulmuşsa bunun neresi yanlış?”
DAVUTOĞLU: “Şehir Üniversitesi’yle ilgili tek bir gayrı kanuni işlem yapılmamıştır. Kamu arazisi, Sayın ERDOĞAN’ın başbakanlığı döneminde çıkarılan yasaya istinaden devredilmiştir. Devir işlemi gayrı kanuni idiyse, ben başbakanlıktan ayrıldıktan sonra üç yıl boyunca niçin herhangi bir işlem yapılmamıştır da Gelecek Partisi’ni kurup, muhalefet etmeye başlayınca gayrı kanunilik iddiaları ortaya atılmıştır? Ahlak bunun neresinde? Cumhurbaşkanı ERDOĞAN, bizi dolandırıcılıkla itham ettiğinde söylemiştim; benim de benden önceki başbakanların da benden sonrakilerin de mal varlığı yüce divanda sorgulansın, kimin izahı mümkün olmayan mal varlığı söz konusuysa el konulsun, hazineye devredilsin. Bundan daha büyük meydan okuma olabilir mi? Hodri meydan.”
“Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın yeni müttefikleri Doğu PERİNÇEK’i ve Devlet Bahçeli’yi niçin eleştiriyorsunuz, toplum adına teşekkür etmeniz gerekmez mi?”
DAVUTOĞLU: “Daha düne kadar, Sayın ERDOĞAN da sizler de 28 Şubat destekçisi ve başörtüsü karşıtı Doğu PERİNÇEK’i ve Devlet BAHÇELİ’yi eleştirmiyor muydunuz? Ne oldu da onlarla ittifak şimdi meşru oldu? Maksat iktidarın bekası mıdır yoksa hakkı ve hakikati savunmak mı?”
“Suriye politikalarındaki başarısızlığın yegâne sorumlusu olduğunuzu itiraf etmeniz gerekmiyor mu?”
DAVUTOĞLU: “Dış politikanın; milli güvenlik kurulunun, cumhurbaşkanlığının, başbakanlığın onayıyla belirlendiğini bilmiyor musunuz? Biz, dış işleri bakanı olarak elbette payımıza üşen sorumluluğu üstleniriz ama başbakanın, milli güvenlik kurulunun, cumhurbaşkanlığının hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi sessiz kalması ve bizi karalamaya çalışanlara göz yumması ahlaka uygun mudur?”
DAVUTOĞLU’na, geçmişte bulunduğu makamlar sebebiyle yöneltilen suallerin gerçek muhatabının kim olduğunu, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; DEVA Partisi Genel Başkanı Ali BABACAN’ı hedef aldığı konuşmasında aslında çok net cevaplandırdı: “Başbakanlığım döneminde görev verdiğim bazı kişiler farklı bir şekilde bize saldırıyor. Ben, ben, ben yaptım diyor. Bu ne yahu! Bir başbakan onay vermeyecek, sen kalkacaksın adım atacaksın. Bunu kime yutturuyorsunuz?” Cumhurbaşkanı’nın bu cümlelerinden AKİT TV’nin kahramanları da haberdar ama maksatları hakkı seslendirmek olmadığı için sevk-i tabiiyle “ahlak” ilkelerinin gereğini yapıyorlar… Allah’tan; bu matrak sualleri soranların baş kahramanı, dilleriyle beyinleri arasında irtibat bulunmadığını itiraf etti de program karakolda bitmedi… Program karakolda bitmedi ama AKP’li medya-kalemşörlerinin temsil ettikleri “ahlak” anlayışının ne menem bir şey olduğu, arifan nezdinde bir kez daha tavzihe ve tasrihe kavuştu… Bu ahlakın; “altın kural”ı gösteren “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol.” ayetine muhatap insanların ahlakı olmadığı açık… Açık da mevcut demokratik siyasal sistem “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol.” prensibine dayanmadığı için behimî ve gadabî insiyaklarını ahlak edinen tipler neması bol mevkilerde maalesef dolaşabiliyor… Zira hukuk devleti yerine, bilmedikleri hususlarda insanların düşüncelerini sormaya ve onların cahilî desteğiyle hükümet etmeye dönüşen çoğunlukçu demokrasiler, eğitimsiz ve erdemsiz insan müsveddelerinin de toplumsal hiyerarşide yükselmelerine kapı aralıyor…
Başlıktaki “Muhafazakâr-demokratlar bu hale nasıl düştü? sualine tekrar dönersek: Cevap o kadar da karmaşık değil esasen. Kemalci oligarşinin diktası altında alt tabakalara mensup, mağdur, mazlum ve yoksulken; gizlemek zorunda kalsalar da temel referansları “İslamî” kimlikleri olan insanlar; referanslarına çok da fazla ıttılaı bulunmadığından; iktidara kavuşunca geçmişte reddettikleri siyasal sisteme rahatlıkla entegre olmayı kendileri için bir başarı sandılar. Ele geçirdikleri siyasal sistem Avrupa Birliği standartlarında bir hukuk devleti olmadığı için de iktidarın “kamu kaynaklarının dağıtım vasıtası” fonksiyonu icra ettiğinin ve bu dağıtımın da aynı zamanda “yasal” addedildiğinin kolaylıkla farkına vardılar. İktidara geldikleri ilk yıllardaki “kontrol ve denge” unsuru vazifesini ifa eden muhalif kutuptan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER ve “askeri vesayet”ten de kurtulunca kamu kaynaklarını geçmişin alt tabakadan, mağdur, mazlum ve yoksulları arasında “yeni oligarşi” oluşturmak üzere paylaştırmakta beis görmediler. Eskiden akidelerinin ifadesi olan “İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” pratiğini hayata geçirdiler. Nesimi’nin “Hayat öyle bir terazidir ki maddiyatınız arttıkça ihlasınız azalır.” vecizesini şahsiyetlerinde doğruladılar. Kemalci oligarşiye nispetle daha geniş bir kitleye dayanan “yeni oligarşi”; “muhafazakâr-demokrat” iktidarı her hal ve şartta desteklemeyi kendi çıkarları açısından elzem gördüğünden, iki kanat simetrik olarak birlikte var olmayı sürdürebilmektedir. Bu vasatta çarkın bozulması da pek mümkün görünmemektedir. Velev ki manipülatif de olsa mevcut iktidardan halka daha yakın, halkı daha ziyade iknâ edebilecek ve daha rasyonel bir alternatif çıkmadığı müddetçe de siyasal değişim beklemek beyhudedir…