AYASOFYA CAMİİ’nin ihtilaflı siyasî mülahazalarla 1934 yılında, o günün muktediri, partili cumhurbaşkanı ATATÜRK tarafından müzeye dönüştürülmesi nasıl yerli yersiz bir takım eleştirilere yol açmışsa 24 Temmuz 2020 itibarıyla yine ihtilaflı siyasî mülahazalarla bugünün muktediri, partili cumhurbaşkanı ERDOĞAN tarafından tekrar ibadet haneye çevrilerek asli hüviyetine kavuşturulması da yerli yersiz bir takım eleştirilere sebep olmaktadır. Geçmişteki eleştiriler daha ziyade, ATATÜRK’ün, milletin İslamî kimliğinden koparılması gayretinde olduğu yönünde odaklanırken; bugünkü eleştiriler ERDOĞAN’ın, devletin Atatürkçü kimliğinden koparılması gayretinde olduğu yönünde odaklanmaktadır. ATATÜRK’ün; hilafetin kaldırılması, harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi, “ezan”ın yasaklanması, laiklik, vs. vs. gibi meşruiyetini halktan almayan tek-partili otokratik rejim sayesinde gerçekleştirdiği somut icraatları dikkate alındığında eleştirilerin yersizliğini iddia etmek rasyonalite açısından abesle iştigalden başka bir şey olamaz. Ancak ERDOĞAN’ın; şöyle ya da böyle meşruiyetini halktan alan çok-partili monokratik rejim vasıtasıyla gerçekleştirdiği icraatlarını devletin Atatürkçü kimliğini yok etmeye çalışıyor diye eleştirmek oldukça yersiz. ERDOĞAN’ın iktidar ortaklarının sol Atatürkçü PERİNÇEK ve sağ Atatürkçü BAHÇELİ olduğu düşünüldüğünde, böyle bir şeyin muhayyel ve absürt bir öngörü olduğu açıktır. Hele hele “entellektüel” değeri kendilerinden menkul ERDOĞAN iktidarından beslenen okur-yazar taifesinin; “Hilafet için toparlanın.”, “Şimdi değilse ne zaman?”, “Sen değilsen kim?” kabilinden şivekâr cümlelerle başlattığı HİLAFET tartışmalarına istinaden; “cumhuriyet” rejimini değiştirecekler şeklinde değerlendirmeler yapmak tamamen yersizdir. Zira hem ERDOĞAN serbest seçim yöntemiyle iktidara gelmek anlamındaki cumhuriyet rejiminin kıymetini artık çok iyi bilmekte hem de ne “efradını cami, ağyarını mani” mevcut bir “hilafet rejimi” tanımı (definition) bulunmakta ne de İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’dan istihraç edilebilecek böyle bir “İslamî Siyasî Model” bulunmaktadır… Bu tür çağrılar olsa olsa Osmanlı atalarının şaşaalı dönemlerine özlem duyan ve halâ onunla övünen ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı İmparatorluğu ile karıştıran zavallıların ham hayalleridir. ABD’li ünlü eleştirmen Brooks Atkinson (1894-1984) ne kadar da doğru söylemiş: “Atalarından başka övünecek şeyi olmayan insanlar, patatese benzerler çünkü değerli kısımları, toprağın altındadır.” ERBAKAN Hoca’nın “patates dini mensupları” dediği tipler, bunlar olsa gerek!?
Acaba “hilafet” denilen bu galat-ı meşhur tabirin aslı nedir? Türkiye Diyanet Vakfı tarafından hazırlanan İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddesinde mealen şöyle deniyor: “Sözlüklerde ‘birinin yerine geçmek, bir kimseden sonra gelip onun yerini almak, vekâlet veya temsil etmek’ gibi anlamlarda kullanılan hilâfet kelimesi, Kur’an’da geçmediği gibi halife kelimesi de terim anlamıyla Kur’an’da geçmez. Kur’an’da hakka ve adalete bağlı olma, şura ve meşveretle iş görme, zulmü önleme, İslâm’ın maruf ve münkere dair kurallarına uygun davranma ve onları uygulamada birlik ve bütünlükten ayrılmama gibi kamu yönetimini de ilgilendiren genel ilkelerden söz edilirse de devletin formu, devlet başkanının nasıl seçileceği ve sorumlulukları gibi konularda ayrıntılı hükümler yer almaz… Hz. Peygamber’in vefatından sonra ilk dört halifenin iş başına geliş usulleri ve yönetim tarzları, bunu takip eden Emevî ve Abbasî saltanatları Müslüman âlimler için önemli bir bilgi birikimi ve gözlem konusu olmuş, hilafet ile ilgili görüşler de bu bağlamda dile getirilmiştir. Gerek çeşitli eserlerde ifade edilen görüşler gerekse miladî on birinci yüzyıldan itibaren yazılan “el-ahkâmü’s-sultâniyye” türü eserlerde yer alan ifadeler Müslüman âlimlerin kendi şartları, gelenek ve imkânları içinde en iyi yönetim biçimini arama ve mevcut sistemi iyileştirme çabaları olarak değerlendirilebilir… Hilâfet ve halifeyle ilgili olarak ileri sürülen görüş ve önerileri bu bağlamda görmek gerekir…” İslam Ansiklopedisi’nde de belirtildiği üzere; siyasal kavramlar olarak hilâfet, halife kelimelerine Kur’an’dan kaynak aramak beyhudedir. Konuyla ilgili İslam peygamberine atfedilen ifadelerin hemen hemen hepsinin de Emevî ve Abbasî saltanatlarıyla birlikte ortaya çıktığı açıktır. “Hadis” denilen ve peygamberin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra ortaya çıkan bu rivayetlerin çelişkiler yumağı olduğu da ortadadır. Mesela:
“İbni Ömer anlatıyor; Resûlullah buyurdular ki bu iş (hilafet, emirlik, imame) insanlardan iki kişi baki kaldıkça Kureyş’te olmaya devam edecektir.”
“Cabir İbni Semure anlatıyor; Resûlullah buyurdular ki bu din, hepsi Kureyş’ten gelecek olan on iki halifeye kadar aziz ve güçlü olacaktır. Resûlullah’a soruldu: Sonra ne olacak? Sonra herc-ü merc (fitne ve kargaşa) gelecek, diye cevap verdi.”
“Ebû Hureyre anlatıyor; Resûlullah buyurdular ki Beni İsrail’i peygamberler idare ediyorlardı. Bir peygamber ölünce onun yerine ikinci bir peygamber geçiyordu. Ancak benden sonra peygamber yok. Ama ardımdan halifeler gelecek ve sayıları çok olacak. Orada bulunanlar, halifeler hakkında bize ne emredersiniz, diye sordular. Biatınıza sadakat gösterin, onlara haklarını verin. Onlar üzerindeki haklarınızı eda etmedikleri taktirde, kendilerinden değil, Allah’tan isteyin. Zira Allah, idareleri altındakilerin hukukunu onlardan soracaktır, buyurdu.”
“Ebû Musa anlatıyor; beraberimde amcamın çocuklarından iki kişi daha olduğu halde Resûlullah’ın huzuruna girdik. Yanımdakilerden biri; ey Allah’ın Resulü, Allah’ın sana tevdi ettiği işlerden bazıları üzerine bizi emir tayin et, dedi. Diğeri de aynı talepte bulundu. Resûlullah’ın onlara cevabı şu oldu: Allah’a kasem olsun, biz bu işe, onu talep eden veya ona hırs gösteren hiç kimseyi tayin etmeyiz.”
“Ebû Said anlatıyor; Resûlullah buyurdular ki iki halifeye birden biat edildi mi, onlardan ikincisini öldürüverin…”
Hilafet çağrısında bulunan malum taife herhalde ERDOĞAN’ın Kureyş kabilesinden olmadığını biliyordur ve Türkiye’nin başına ERDOĞAN’a rağmen bir Kureyşli Arap getirmek istiyor olamaz!? Yine herhalde ERDOĞAN’ın Kureyş‘ten geleceği söylenen on iki halifeye dahil olmadığının farkındadırlar ve Kureyş’ten olmadığını bildiklerine göre de herhangi bir suikast tertibi içerisinde değildirler!? Yine herhalde ERDOĞAN’ın seçimlerde halka “Verin bu kardeşinize görevi, görün Türkiye’yi nasıl uçuracağını…” mealindeki cümlelerinin; peygamber, görev talep eden ve talebinde hırs gösteren hiç kimseyi göreve tayin etmeyeceğini söylüyorsa şayet, bir tevilini biliyorlardır mutlaka!? Nereden bakılsa çelişki… Nereden bakılsa tutarsızlık… Acaba hilafet çağrısında bulunan bu AKP’liler taifesinin hedefi gerçekten de iyi niyetli bir “İttihad-ı İslam” ideali olamaz mı? Ne yazık ki olabilir demek hayli güç… Kendi ülkesinde dahi “ittihad” denilen o garaip şeyi umursamayan; aksine iktidarının idamesini toplumu ayrıştırmakta, kutuplaştırmakta ve dindarlığı kendinden menkul cahil kitleleri manipüle etmekte gören bir zihniyet beynelmilel bir ittihada üstelik de “İttihad-ı İslam” idealine önem veriyor denilebilir mi? Dahası, realitede böyle bir İslam dünyası mı var ki gerçekten de o ideal peşinde koşan insanların başarı ihtimali bulunsun? “İttihad-ı İslam”; kendi halkına tasallut eden Arap sultanlarıyla mı gerçekleştirilecek yoksa Türkî cumhuriyetlerin diktatörleriyle mi? Rasyonel Avrupa’nın bile beceremediği ittihadı, irrasyonel kitlelerden mürekkep sözde İslam dünyası mı becerecek? İttihad-ı İslam elbette ki Müslümanlar için iyi bir idealdir ancak onu gerçekleştirmenin yolu hakiki Müslümanlıktan ve Kur’an’ın siyasete yönelik temel ilkelerine önce ülke içerisinde sonra da beynelmilel ilişkilerde riayet etmekten geçer. Gayrısı sadece manipülasyondan ibarettir. Kur’an’ın meşru siyasete yönelik öngördüğü ilk temel ilke “şûrâ”nın tesisidir. Şuranın gerçek fonksiyonu “İFTA” yani toplumsal hayatı ilgilendiren hususlarda yasama faaliyetlerinde bulunmaktır. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle denmekte: “Onlar (Müslümanlar); büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, kızdıkları zaman kusurları bağışlarlar. Rablerinin davetine icabet eder, namaz kılarlar; aralarında her işi, istişare ile şura ile hallederler. Kendilerine verilen rızıktan (mülkten) yoksullara da harcarlar. Haksızlığa uğradıklarındaysa yardımlaşıp kendilerini savunurlar (Şura 37-39)”. “Toplumu ilgilendiren hususlarda insanlarla müşavere et, onlarla şûraya git (Al-i İmran 159)”. Türkiye siyasetinde “şûra” ve “meşveret” AKP’nin çok mu umurunda ki beynelmilel siyasette umurunda olsun? İkinci temel ilke; kamusal işlerin-görevlerin yürütülmesinin birer emanet olarak görülüp, liyakat ve ehliyete istinaden ehil ellere tevdi edilmesidir. Bu fonksiyonu gerçekleştirecek olan makamsa “İCRA” yani yürütmedir. Kur’an’da şöyle denmekte: “Allah size, mutlaka emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah, İşitendir, Görendir (Nisa 58)”. Türkiye siyasetinde AKP; kamusal işlerin-görevlerin yürütülmesini birer emanet olarak görüp, liyakat ve ehliyete istinaden ehil ellere tevdi ediyor mu ki beynelmilel siyasette hedefi bu olsun? Üçüncü temel ilke; “denetim” mekanizmasının tesisidir. Denetim, devletin “KAZA” yani adliye fonksiyonudur. Bu hususta da Kur’an’da şöyle denmekte: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) alıkoyan bir topluluk bulunsun (Al-i İmran 104)”. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten menedersiniz (Al-i İmran 110)”. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar (Tevbe 71)”. “Ey inananlar; adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik ettikleriniz zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, şahitliği eğer-büker (doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır (Nisa 135)”. “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere karşı, iyilik etmekten ve adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adaletli olanları sever (Mümtehine 8)”. “Ey inananlar; Allah için adaleti gözeterek şahitlik edin. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın. Adaletli davranmak takvaya-erdeme uygun olandır. Allah’ı dinleyin. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir (Maide 8)”. “Aranızda adaleti sağlamakla emrolundum (Şura 15)”. “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife/hükümdar yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır (Sad 26)”. Ayetlerden anlaşılması gereken o ki iyiliği (maruf) emredip, kötülükten (münker) sakındırmak hem ferde hem de topluma ait bir görevdir. Ancak toplum adına bu görevi gerçekleştirecek olan ve cebir yetkisi bulunan merci Adliye Makamıdır. Türkiye siyasetinde AKP denetime ve adli kontrole tabi mi ki adliyeler de tarafsız ve bağımsız olabilsin… Yani Türkiye siyasetinde hem denetim mekanizması mevcut hem de adalete riayet çok mu söz konusu ki beynelmilel siyasette bunu gerçekleştirmek gaye olsun… Bu üç temel ilkenin gerçekleştireceği fonksiyonlar (İfta, İcra, Kaza); İslamî meşru siyasetin yani devletin bugünkü ifadeyle “üç temel kuvvet”inin (Yürütme, Yasama, Yargı) karşılığıdır. Bu kuvvetlere istinat eden devlet; insanların “can, mal, akıl, namus, din (ideoloji) emniyeti”ni sağlamakla mükelleftir… Türkiye siyasetinde AKP iktidarı insanların “can, mal, akıl, namus, din (ideoloji) emniyeti”ni çok mu temin edebiliyor ki beynelmilel siyasette temin edebilsin…
Kur’anî ilkeler çerçevesinde gerçekleşecek siyasetin formuna illa ki bir isim konulacaksa onun ne Kur’an’dan istihracı mümkün olan ne de “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımı (definition) bulunan, sadece ve sadece “atalar dini gelenek”te sureta mevcudiyetinden söz edilen hilafet değil, “hukuk devleti” olduğunu söylemek çok daha isabetlidir. Ehlinin malumudur ki Kur’an’da herhangi bir hususta muhkem, mufassal, muvazzah bir hükümbulunmuyorsa insanlığın irfanının o husustaki kabulünün (mâruf) benimsenmesinde herhangi bir beis yoktur. Zira Kur’an’da aslolan tahrim değil, ibahadır… Dolayısıyla “temel-doğal insan haklarının muhafazası maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet” şeklinde tanımlanan “hukuk devleti” nosyonunu, Batılı filozof-entellektüellerin icad etmiş olması, Müslümanlar tarafından kullanılmasına İslamî herhangi bir manianın varlığı anlamına gelmez. Mesele meşruiyetin yukarıda sayılan Kur’anî ilkelere endeksli olup olmamasıdır. Bahse konu Kur’anî ilkelerin bugünün rasyonel dünyasında hukuk devletine yönelik kabul edilen “evrensel ilkeler”den farklı olduğunu söylemek de hakikati inkârdır. Kur’an’da insanlara emredilen; adaletin ya da şuranın yahut da liyakat-ehliyetin evrenselliğini reddetmek yalnızca irrasyonaliteyle kabildir… Batı siyasî literatüründe hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki; hukukun, devleti (yöneticileri) de bağlayacak şekilde mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün insanların hukukî eşitliği. Üçüncüsü de teşkilat-ı esasiye kanunu anayasanın, insanların haklarının kaynağının ifadesi değil, sonucunun ifadesi olmasıdır. Kur’an’ın bu hususlarda ne dediğine bakıldığında görülecektir ki her üç anlamın üçü de Kur’an’da mündemiçtir: Kur’an’a göre hukuk; değil devleti, yöneticileri, peygamberi dahi bağlar. Peygambere dahi itaatin şartı “mâruf”tur. “Maruf konusunda isyan etmemek kaydıyla sana biat etmeye (seninle sözleşmeye) geldikleri zaman, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste (Mümtehine Suresi/12).” Meşhur müfessirlerden Mevdudî’nin Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirine bakılırsa ayetteki bu ifadelerin; “Cahillerin, ‘ulu’l-emre mutlak itaat gerekir.’ şeklindeki düşüncelerini reddettiği açıktır. Allah, Peygamber’ine itaat edilirken bile, bunun maruf üzere olmasını şart koşmuştur. Oysa Peygamber maruftan başkasını zaten emretmez. Bunun amacı, insanlara masiyet üzere kimseye itaatin caiz olmadığını vurgulamaktır. Yani Allah’a isyan olan yerde, kula itaat yoktur.”Peygamber’e dahi itaat maruf şartına bağlanırken, “ulu’l-emr’e itaat”in sınırının olmaması düşünülebilir mi? Dolayısıyla hiç kimse meşru olmayan bir işin yapılması hususunda emir verme hak ve salahiyetine sahip değildir. Meşru hükümlerin aksine emir veren de bu emri yerine getiren de suç işlemiş demektir. Mutlak üstünlük hukuktadır.[1] Kur’an’ın insanların doğal eşitliğini öngördüğü de muhakkaktır. Ancak kastedilen eşitlik; ekonomik farklılıkları ve ahlakî üstünlüğü yok sayan mutlak bir eşitlik değil; hukukî eşitliktir. İlgili ayetlerde şöyle denilmektedir: “Ey insanlar, gerçekte, biz sizi bir erkek ve bir dişiden (Adem ve Havva) yarattık. Birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi ırklara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz (ırk, renk, soy ve servet sahipliğiniz değil) en erdemli (muttaki) olanınızdır. Allah; Bilendir, Haberdardır (Hucurat 13)”. “Allah, rızık (mülkiyet) açısından sizi birbirinize üstün (farklı) kılmıştır (Nahl 71)”. “Onların (zenginlerin) mallarında dilenenlerin ve (ihtiyacını açıklayamayan) yoksulların hakkı vardır (Zariyat 19)”. “Ve sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artakalanını. İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar, umulur ki düşünürsünüz (Bakara 219)”. Kur’an açısından her ne kadar ekonomik eşitlik söz konusu değil ise de “zekat” yani ilgili insanlara verilmesi gereken pay, zengin Müslümanların yaptıkları bir bağış, bir lütuf ve bir sadaka değil; doğrudan doğruya ilgili insanların, zengin olanların malında bulunan hakkıdır. Zira mutlak mülk Allah’a aittir “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır ve dönüş yalnızca onadır (Nur 42)” ve insanlar sadece onun mülkünde onun takdiriyle tasarrufta bulunurlar. Mülkiyet konusundan bahseden ayetler Kur’an’ın öngördüğü devletin aynı zamanda bir “sosyal devlet” niteliğinde olduğuna da delalet eder… Yine Kur’anî açıdan bakıldığında; açıktır ki hukuk-u ibad, insan hakları hukullahın kapsamı içerisindedir. Yani hukuk-u ibadı, insan haklarını taktir eden Allah’tır ve onun hükmüne aykırı düzenlemeler yapılamaz çünkü “Hüküm yalnızca Allah’ındır (Yusuf 40)”. Devletin fonksiyonlarını ifade eden “İcra, İfta, Kaza” (Yürütme, Yasama, Yargı) organlarının salahiyet alanı Kur’anî ilkelerle sınırlıdır. Ona aykırı hüküm ihdas edilemez. Dahası; hukuk-u ibad, insan hakları hususunda Müslim, Gayrimüslim ayrımı da yapılamaz. Kur’an’da geçen “Dinde zorlama yoktur (Bakara Suresi 256)”, “Artık isteyen inansın, isteyen inkâr etsin (Kehf Suresi 29)”, “Sizin dininiz size, benim dinim bana / Herkesin ahlak kuralları kendine (Kâfirun 6)”; ifadeleri siyasî, iktisadî, ictimaî, vs. vs. her türlü meşruiyetin kaynağının gönül rızası, olduğuna delalet ettiği gibi, aynı zamanda hem temel-doğal haklar hususunda ayrımın yapılamayacağına hem de rızaya dayalı yönetim anlayışına delalet eder.
Özetlemek gerekirse; AKP iktidarından nema kapabilmek maksadıyla monokratik, otoriter ve totaliter sistem heveslisi, okur-yazar, irrasyonel bir takım çevrelerin gündeme getirdiği; yalnızca “atalar dini gelenek”te sureta mevcudiyetinden bahsedilen hilafet adlı sözde siyasal sistemin ne “efradını cami, ağyarını mani” bir tanımı (definition) bulunmakta ne de Kur’an’dan istihracı imkân dahilindedir. Dahası hilâfet, halife gibi kavramlara terim anlamıyla Kur’an’dan kaynak aramak da beyhudedir. Konuyla ilgili İslam peygamberine atfedilen ifadelerin hemen hemen hepsinin de Emevî ve Abbasî saltanatlarıyla birlikte meydana çıktığı açıktır. “Hadis” denilen ve peygamberin ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra piyasaya sürülen bu rivayetlerin çelişkiler yumağı olduğu ortadadır ve rasyonel çerçevede muteber kabul edilemeyeceği de aşikârdır. İslam birliği ya da “İttihad-ı İslam” uğruna safiyane duygularla ileri sürüldüğü söylenecekse şayet, bu tür ham hayallerin tasvibi de imkânsızdır. Zira hayalden hakikat çıkarılamayacağı gibi realitede bir İslam dünyası da İslam’ın siyasal prensipleri adalet, şura, meşveret, liyakat-ehliyet, vs. ilkelerine riayet eden Müslüman siyasetçiler de yoktur. Bu tür ham hayallerin sadece ve sadece İslam’ı siyasallaştırıp, kendini dindar zanneden halkı manipüle ederek, iktidar peşinde koşan sahte dindarların çıkarlarına uygun düşeceği de izahtan varestedir. Hakikati arayanlar için söylenecek kelamsa şudur: Siyasete dair temel bir takım ilkeler elbette Kur’an’da vardır. O ilkeler çerçevesinde gerçekleşecek olan siyasetin formuna illa ki bir isim konulacaksa o da müphem, muğlak, meşkuk hilafet değil, “hukuk devleti” olmalıdır. Hukuk devletinin bugünün dünyasında realizasyonunu sağlayan bilindik rejimse anayasal demokrasidir. Haddizatında siyasal formun ehemmiyeti de yoktur. Aslolan altın kural anlamında ahlakın ve o eksendeki hukukun tahakkuk ettirilmesidir. Sahi, Türkiye siyasetinde AKP’nin “hukuk devleti” derdi var mı ki beynelmilel siyasette öyle bir derdi olsun da “İttihad-ı İslam” gerçekleşsin?
[1] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, C. 6., Mümtehine Suresi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1987.