Genel felsefe tarihi gibi, klasik siyaset felsefesi tarihinin de Antikçağda, Platon’un (427–347) çabalarıyla başladığı pekâlâ ileri sürülebilir. Platon tarafından geliştirilen klasik siyaset felsefesi formunun hem İlkçağ boyunca hem de Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın zuhur ettiği Ortaçağ boyunca, siyaset üzerine kafa yoran düşünürler için en önemli yol gösterici olduğunu söylemek kolay kolay reddedilemez. Klasik siyaset felsefesi; insan ve siyasal topluluk hakkındaki şeylerin doğasını onun tamamlanması ya da mükemmel biçimine ulaşması ile özdeşleştirir. İnsanın doğasını, onun ruhunun kendine mahsus düzenine bakarak kavrar. Bu açıdan bakıldığında; insan varlığının doğal düzeninde ruh, bedenden daha yüksek bir mertebede bulunur. Düşünme yeteneği, insan ruhunun ayırt edici niteliğini oluşturur ve insan için iyi ya da doğal olan hayat, akla dayanan eylemde yatar. İnsanların bir arada yaşamak ve en yüksek toplumsal erdem olan adaleti gerçekleştirme yolu dışında, iyi bir hayat süremeyeceği yani doğasının mükemmellik seviyesine ulaşamayacağını öngörülür. Adaletin; uzlaşmaya yani insanlar arası anlaşmaya dayanan bir şey olmadığı, sadece ve sadece bilgelerin bilebileceği doğal ya da tanrısal bir kayra olduğu vurgulanır. Siyasal toplulukta da doğal düzen, akıllıların diğerlerini yönetmesini gerektirir. En iyi yönetim biçimi, ister doğrudan doğruya bilge kişiler eliyle, isterse bilge kişilerin uyguladıkları bilgece hazırlanmış kanunlar yoluyla olsun, bilgeliğin yönetimidir. Klasik siyaset felsefesine, “En iyi rejim hangisidir?” suali rehberlik eder. Topluma karakterini veren düzen anlamında rejim, eş zamanlı olarak hem onun hayat formu hem ahlak beğenisi hem devlet şekli hem de yasaların ruhudur. En iyi rejimin gerçekleşmesi; doğaları gereği birbirinden farklı olan şeylerin bir araya gelmesine, örtüşmesine, mesela, felsefe ile siyasi otoritenin çakışmasına bağlıdır. En iyi rejimin nevi şahsına münhasır özelliği; tüm fiili rejimlerden üstün olmakla birlikte, kendisinin fiili olmaması ve varlık nedeninin insanın ikili doğasında yani insanın arada duran varlık olmasında, hayvanla Tanrı arasında durmasında bulunur. Klasik siyaset felsefesinin en iyi rejimi gerçekleştirme hedefi, şüphesiz erdemli yurttaş yetiştirme hedefiyle alakalıdır zira rejimin iyisi ile insanın iyisi özdeştir. Erdemli insan, ancak erdemli rejim altında var olabilir, aksi ise mümkün değildir. Kısacası Platon’un çerçevesini çizmiş olduğu klasik siyaset felsefesi; toplumsal hayatla ilgili problemlere, bir takım çözümler bulmak üzere ortaya çıkan düşünsel formdur. Hedef; insanın etrafında dönmek kaydıyla bütün bir varoluşun bilgisini kavramaktır. Tüm bilgilerin maksadıysa elbette erdemdir ve erdeme götürecek olan şey de siyasal düzendir.[1]
Atina’nın aristokrat ailelerinden birine mensup olarak dünyaya gelen ve Peloponnes Savaşlarının doğurduğu politik kaos ortamında yaşayan Platon’un hayat hikayesi, ayrıntılı bir şekilde bilinmemektedir. Düşünceleriyle Atina’nın tanrılarına, müesses nizama karşı çıkıyor diye yargılanıp ölüme mahkum edilen Sokrates’in hem öğrencisi hem de yakın dostudur. Hayatının son elli yılı boyunca, “Akademi” olarak bilinen yerde, genç insanlara felsefe dersleri vermiştir. Haleflerinin (ardıllarının) Akademisyenler olarak adlandırılmasının nedeni de budur. Platon’un idealist sistemi, evrensel bir ethik öğreti kurmak isteyen Sokrates’in hakikat doktrininin uzantısıdır. Buna göre hakikat, algılanan şeylerin ötesinde ve ona temel olan ideal şeylerin içerisindedir. İdea; mükemmel, ebedi, değişmez ve bizatihi var olandır. Hakikatin bilgisi (episteme) ve erdem (virtue) aynı şeylerdir. İşte bu özdeşlik ilkesinden hareketle Platon, Sokrates’in ethik doktrininin politik uzantısını kurmaya çalışmıştır. Eleştirel ve argümantatif konuşmaları içeren siyaset felsefesine ait yazıları, “diyalog” formunda olup, en önemli konuşmacısı da Sokrates’tir.
Platon’un genel felsefesi içerisinde temel konulardan biri devletin kuruluşudur. Ona göre siyasi teori, genel felsefenin ana unsurudur. İdeal şartlarda insan için iyi hayatın bilgisi, bütün felsefî araştırmaların karakteristik hedefidir. Ancak böyle bir hayatın bilgisi sayesinde insanlar arasında doğal ilişkiler anlayışı ve bir politik toplumsal hayat geliştirilebilir. Bu noktadan hareket eden Platon, eserlerinin çoğunda, şu ya da bu sorunun tesadüfi müzakeresini yaparken, esasta meselenin politik karakterini ortaya koymaya çalışır. Devlet (Republic / Politeia), Devlet Adamı (Statesman) ve Yasalar (Laws) adlı üç diyalog; bu konuya hasredilmiştir. Devlet (Republic / Politeia), siyaset felsefesi tarihinin ilk eseridir. Bu diyalogda; genel felsefe, ethik ve toplum teorisi içerisinde özellikle devlet kavramı irdelenir. Platon, burada insanın tüm kapasitesini gerçekleştirebileceği bir toplum formunun nasıl olması gerektiğini tasvir eder. Dolayısıyla diyalog, toplumun ideal şartlarının tasarımıyla ilgilidir. Devlet (Republic / Politeia) eserinin politik “ütopyalar” arasına dahil ediliş nedeni de budur. Ancak Devlet (Republic / Politeia); toplumun aktüel şartlarının eleştirisiyle de ilgili olup, aynı zamanda pratik siyasi bilginin de en önemli ilk çalışmasıdır.
Devlet Adamı (Statesman) ve Yasalar (Laws); muhtemelen Devlet’ten çok daha sonra yazılmıştır. Bu iki eserinde Platon’un Devlet’teki düşüncelerine taban tabana zıt şeyler ileri sürdüğü iddia ediliyor ise de temel ilkelerde bir tezat yoktur. Devlet Adamı doğru yöneticinin ana özellikleriyle ilgilidir. Buna göre, doğru yönetici mutlaka filozof olmalıdır. Onun vazifesi, öncelikle insanların eğitimidir. Platon; mevcut-aktüel devletler içerisinde mükemmel devlet adamlarının var olamayacağını ileri sürer. Çünkü aktüel devletlerde “doğal-niteliksel eşitsiz” insanı öngören doğal hukuku gözeten iyi yönetimin garantisi yoktur. Niteliksel eşitsiz doğal hukuk prensibi, Platon’un iyi ve kötü devlet formu ayrımının anahtarıdır. Yasalar’da ise Platon; devlete yönelik idarî, ekonomik ve sosyal unsurları için detaylı ve genel-anayasal bir şema tasviri çizerek, Devlet’teki eksiklikleri gidermeye ve oradaki ideallerin gerçekleşmesine yönelik düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır[2]. Platon’un siyaset felsefesi ortaya konurken işte bu üç eser birlikte dikkate alınacaktır.
Devlet (Republic / Politeia) adlı eserinde Platon’un temel amacı toplumsal-siyasal ilişkilerde adil olanla olmayanı ayırt edebilecek rasyonel ölçüyü ortaya koymaktır. Bunu yapmak için konuya, ilkin doğruluk ve eğriliğin, doğru insanla eğri insanın ne ve kim olduğu sualinin tesadüfi müzakeresiyle başlar: Doğruluk nedir? “Herkese hakkını vermek midir, faydalı olanı yapmak mıdır, güçlünün işine gelene uymak mıdır?” Bu noktadan hareketle cevaplandırılmak istenen asıl şeyse “Nasıl yaşamak gerekir?”, “Ne tür bir hayat insanı mutlu eder?” sorularıdır. Dolayısıyla da adaletin herkese hakkını vermek mi, faydalı olanı yapmak mı, güçlünün işine gelene uymak mı olduğu sorgulanmaktadır. Platon, Sokrates’in şu metaforundan bahisle, işin kolay olmadığını ve cevapların bir bütün olarak toplumsal yapıdan hareketle verilmesi gerektiğini anlatır: “Gözü çok keskin olmayan kimseler uzaktan küçük harflerle yazılmış bir metni okumak istediklerinde, bunlardan biri, aynı metnin başka bir yerde daha büyük harflerle yazılmış olduğunu bilse ve oraya çağırsa bu iş ne kadar kolaylaşır değil mi? Doğruluk varsa, bir tek insanda olduğu kadar bütün bir insan topluluğunda da vardır… Daha büyük olan bir şeyde doğruluk, daha büyük ölçüde vardır. Onu orada görmek daha kolaydır. Onun için önce toplumda arayalım doğruluğun ne olduğunu. Sonra aynı araştırmayı bir tek kişi üzerinde yaparız. Böylece de en küçükte en büyüğe benzeyen yönleri buluruz…”[3]
Platon’un insan teki ve insan topluluğu arasında benzerlikler görmesi, yani organizmacı yaklaşımı benimsemesi, kurmak istediği “aristokratik cumhuriyet” için zorunlu bir argümandır. Çünkü ona göre her şeyin doğal bir fonksiyonu vardır ve doğallığın dışına çıkmak asla doğru olarak nitelendirilemez. Mesela; çobanın, köpeğin ve koyunların doğası ve fonksiyonları dikkate alındığında, bunlardan birinin, diğerinin yerini alması doğru olabilir mi? Koyundan köpek, köpekten çoban olması istenebilir mi? Hepsinin niteliğinin farklı olduğu apaçık değil midir? Öte yandan insan bedeni göz önünde tutulursa aklın, ellerin ve ayakların fonksiyonları aynileştirilebilir mi? Ayakların ya da ellerin aklın fonksiyonunu icra etmesi mümkün müdür? Tabii nitelikleri doğuştan farklı olan insanlardan, kötü bir kafanın toplumu yönetmesi kötü; iyinin ki de iyi olmayacak mıdır? “Erdemsizlerin, erdemlileri yönettiği siyasal bir yapı iyi bir yapı olarak kabul edilebilir mi?”. Tüm bu sorular, işlevselliğin önemini belirtmek için cevaplandırılması gereken sorulardır. Bu tür sorulardan hareket eden Platon; sürü, köpek ve çoban benzetmesiyle toplumu, üç kategoride değerlendirecektir. Halk, sürü; koruyucular (asker-polis) köpek ve filozof-yönetici de çoban fonksiyonunu icra ederler.
Acaba toplum nasıl var olur? İnsanların rasyonel ve iradî kararlarının bir sonucu, rızaya dayalı bir sözleşme ile mi kurulur? Yoksa doğal bir varlık mıdır toplum? Platon, toplumsal hayatı insanların isteğine bağlı olarak yaratılan bir inşa şeklinde görmez. Toplum, fertlerin tek başlarına yetememe, ihtiyaçlarını kendi kendilerine karşılayamama özelliğinden kaynaklanan doğal bir oluşumdur. Farklı farklı fonksiyonları gerçekleştiren insanlar, bunu yaparlarken esasında birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Elbette herkes her türlü fonksiyonu gerçekleştiremez. Farklı doğal niteliklerinden ötürü doğaldır ki insanların ellerinden de farklı işler gelsin. Zira insanlar yaratılıştan birbirlerine benzemezler. Kimi şu işe kimi bu işe daha yatkındır. Doğal yetenek, toplumsal iş bölümünde nerede yer alınacağını belirleyen temel faktördür. Aynı konuyu Platon, Yasalar adlı eserinde “Siyasal düzen nasıl başlamıştır?” sualini sorarak ele almaktadır. Buradaki tasvir de şöyledir: Yaratılıştan hemen sonraki çağlarda yaşayan insanlar sayıca çok az olduklarından birbirlerini seviyor ve hoş tutuyorlardı. Yiyecek içecek yüzünden kavga etmiyorlardı. O zamanlar en büyük geçim kaynağı olan otlaklar oldukça genişti. Et, süt hiç eksik değildi, ayrıca avlanarak sağladıkları besinler de küçümsenecek gibi değildi. Giyim, kuşam, barınak sıkıntısı yoktu. Bu nedenle aralarında yoksullar da yoktu ve yoksulluk yüzünden birbirlerine düşman olmuyorlardı. Zenginlik ve yoksulluğun olmadığı bu toplulukta sadece erdemli insanlar yetişiyordu. Kıskançlık, rekabet, haksızlık bilinmiyordu. İnsanlar, babadan kalma törelerle yaşadıklarından yasa koyuculara da ihtiyaç görülmüyordu. O dönemlerdeki yönetim biçimlerine reislik (riyaset) düzeni deniliyordu. Bu yönetim biçimini oraya buraya dağılmış, birer aile olarak yaşayanlar takip etmiştir. Bu aileler daha sonra büyük gruplar oluşturup kentler kurmaya başlayınca, farklı gruplar birlikte yaşayabilmek için kendi içlerinden bir takım temsilciler seçmeye ve hepsini bağlayacak müşterek yasalar oluşturmaya ve yöneticiler belirleyip, riyaset düzeninden bir tür aristokrasi ya da krallık düzenine, daha doğrusu siyasal düzene geçmişlerdir.[4] Platon’un bu tasviri, bir tür doğa durumu tasviri ise de doğa durumundan siyasi duruma geçiş, yukarıda da ifade edildiği gibi rasyonel bir kararla, bir sözleşme ile gerçekleşmemekte, doğal-spontane bir biçimde ihtiyaçların motivasyonuyla gerçekleşmektedir. Aslında bu izah tarzı dinsel metinlerdeki izah tarzına da çok benzemektedir. Belki de bu sebepten ötürü Platon, Hıristiyan Batı dünyasında da İslam dünyasında da en muteber filozoflardan biri olacaktır.
Organizmacı toplum tasvirlerini Platon, şu şekilde sürdürür: Nasıl ki insanın üç temel niteliği vardır ve o, bunların fonksiyonlarına bağlı olarak var olmaktadır; toplum da öyledir. İnsandaki üç nitelik; düşünmek, öfkelenmek ve iştahadır. Bunlardan her birinin, denk düştüğü erdemler ise bilgelik, cesaret ve ölçülülüktür. Bir insanın doğru insan olması bu üç yönün dengesi ile mümkündür. Doğru insan, iştaha ve öfkesini aklın kontrolüne sokabilen insandır. Ancak doğru insanın mevcudiyeti, doğru toplumun ve doğru devletin varlığına bağlıdır. İnsanın bahsedilen üç yönü; bir arada yaşamayı mümkün kılan doğru, adil, erdemli toplumun üç fonksiyonunun ferde yansımasıdır. Toplumun üç unsuru; yöneticiler, koruyucular ve üreticilerdir. Bu unsurların icra ettikleri fonksiyonlarsa yönetim, güvenlik ve üretimdir. Yöneticiler bilge; koruyucular cesur ve üreticiler de ölçülü-itaatkâr olmak zorundadır. Doğru, adil ve erdemli bir toplum böyle bir toplumdur. Kısacası, toplumu oluşturan ve birbirine muhtaç üç sınıf vardır. Doğal nitelikler; kimin hangi sınıfa mensup olacağının kriteridir. Toplumun doğru, adil ve erdemli toplum olması, her sınıfın kendi fonksiyonunu yerine getirmesine bağlıdır. Fertlere atfedilecek olan değer de şüphesiz fonksiyonlarıyla paralel olacaktır.
Platon, fonksiyonelliği sağlama ve toplumsal-politik sistemin mevcudiyetini devam ettirme işinin eğitim-öğretim sayesinde gerçekleşebileceğini söyler. Eğitim-öğretim, aynı zamanda bir hak elde etme ve hak paylaşımı vasıtasıdır. Dolayısıyla “Toplumda kimin neye hakkı olacak?” ve “Toplumu kim ya da kimler yönetecek?” sorularına da bu noktadan hareketle cevap aranacaktır. Platon, özellikle koruyucu ve yönetici sınıfa yönelik yapılacak eğitim-öğretimin gayesinin; insana, tabiatını iyilik ve güzellikle süsleyen bir düşünce olgunluğu kazandırmak olduğunu söylerse de bu iyilik ve güzelliğin, devlet tarafından empoze edilen bir ödev (vazife) olduğu da apaçıktır. Şöyle ki eğitim-öğretim; esas itibarıyla, devleti dışarıdan düşmanlara, içeriden de dostlara karşı koruyacak ve önderlerin koyduğu kuralları topluma uygulayacak insanları yetiştirmekten ibarettir. Kendine düşen ödevi başarmak isteyen herkes her alanda bu ülküye ulaşmaya çalışacaktır. Çocuklara öğretilecek olan her türlü masalın, trajedinin, komedinin, şiirin, müziğin, jimnastiğin ve bütün sanatların fonksiyonu budur. Bu hedefe ters düşen hiçbir şey öğretilmeyecektir. Ancak, evvela insanları ödevin zorunluluğuna inandırmak gerekmektedir. Bunun için de bir “güzel yalan” bulunarak önce yöneticiler ve yardımcıları, sonra da yurttaşlar buna iknâ edilmelidirler. Eğitim-öğretim, işte bu türden yalanların insanlara benimsetilmesinin yegâne vasıtasıdır. Otoriter ve totaliter siyasal sistemlerin resmi eğitim-öğretimi mecburi tutmaları, şüphesiz boşuna değildir. Tüm bu mecburiyetlerin arka planında, devletin determine ettiği insan profili yatmaktadır. Elbette ki öncelikle hedeflenen şey, fertlerin kendi iyilikleri için gerekli şeyleri öğrenmelerini sağlamak değil, devletin (egemenlerin) çıkarlarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan günümüze, her dönemde bu anlayışın izlerini görmek pekâlâ mümkündür.
Platon’un söz konusu “güzel yalan”ı da şudur: “Tanrı, toplumun baş tacı etmesi gereken insanlardan, önder olarak yarattıklarının mayasına altın; önderlere yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş; üretici olarak yarattığı çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu vaki ise de daha çok ‘benzer benzerini doğurur’. Tanrı, önderlere, çocuklara iyi hamilik etmelerini, onların mayalarında ne olduğunu dikkatle araştırmalarını ve herkesi hamuruna göre işe koşmalarını buyurmuştur. Mayası karışık olanların önderlik etmeye başladıkları gün şüphesiz devlet yıkılacak, toplum yok olacaktır”. İnsanların niteliksel doğal eşitliğini kabul etmeyen Platon gibilerinin şüphe yok ki böylesi “güzel yalan”lara ihtiyacı vardır. Otoriter ve totaliter bütün sistemlerde görüleceği üzere; halka rağmen halkı, cumhura rağmen cumhuriyeti, demosa rağmen demokrasiyi savunanların yaptığı Platon’dan hiç de farklı bir şey değildir. Elbette ki insanların doğal yetenekleri farklıdır. Ancak bu farklılıklar, siyasal zeminde, yani hukuk zemininde niçin eşitsizliği gerekli kılsın? Neyin haklı neyin haksız olduğuna karar verebilmenin, resim veya müzik gibi doğal bir yeteneği gerektirdiği iddiası, nasıl rasyonel bir iddia olabilir? Yeteneği, emeği veya şansına bağlı olarak insanların farklı ekonomik ya da sosyal statü edinmeleri doğal karşılanabilir ise de hukuk karşısında farklı, imtiyazlı muamele görmeleri asla doğal karşılanamaz. Mesela; köy enstitüleri kurarak, köylü çocuklarına “siz sadece köy öğretmeni veya tarım ıslah memuru yahut da sadece sağlık memuru olun”, demenin neresi doğal? Rasyonel ve empatik bir fırsat eşitliği ilkesi kabullenildiği taktirde, köylü ya da işçi çocukları niçin yetenekleri veya emekleri yahut da şanslarına aykırı olarak sınırlı statü ve rollere mahkum edilsin? “Benzer benzerini doğurur.” diyerek, aksini istisna kılmak ve insanlara nesne muamelesi yapmak nasıl rasyonel ve adil olabilir? Canlıların farklı “tür”lerinden bahsetmek doğal ve real ise de “tür” içerisinde farklılıklardan bahsetmek, acaba ne kadar doğal ve realdir? Her bir köpeğin köpek olması gibi her bir insan da insandır. Bazı köpeklerin hem köpek hem de aslan olmaları nasıl mümkün değilse, bazı insanların da hem insan hem de insan-üstü olmaları aynı ölçüde mümkün değildir. Bazı insanların, insan-üstü diye benimsetilmeye çalışılması, onların gerçekte insan-üstü olduklarından değil, yalnızca Platon’un “güzel yalan” dediği şeyle kabil olmaktadır. Bir insan kendisi gibi insan olduğu halde başka birilerini “insan-üstü” olarak görüyorsa şüphe yok ki o kişi “güzel yalan”a inandırılmış yani insanlıktan çıkarılıp nesne konumuna düşürülmüş biridir. Platon’un hatası; siyaseti, muayyen doğal yeteneklere mahsus teknik bir bilgi, (yalnızca yeteneği olanın ressam, şarkıcı olması gibi) bir sanat olarak görmesidir. Oysa ki siyaset, otoriter ve totaliter anlayışların ileri sürdükleri gibi, “kendilerini temsil edemeyenleri yönetme sanatı” olarak değil, insanların birlikte yaşamalarını mümkün kılan bir form, müşterek kararlar alma ve onları uygulamaya koyma diye pekâlâ görülebilir. Acaba hırsızlığın hırsızlık olduğuna karar verebilmek için general, hukukçu, profesör, doktor ya da polis mi olmak gerekir? Yoksa yalnızca insan olmak yeterli midir?
Platon, “güzel yalanlar” temelinde yapılan eğitim-öğretim sayesinde, toplumu oluşturan farklı sınıflara yönelik şöyle bir “toplumsal hak” şeması çizer: Çocukluğundan itibaren devlet tarafından gözetilerek yetiştirilen, hayatı boyunca yalnızca toplumun yararına çalışan altın nitelikli yöneticilerle onların yardımcıları olan gümüş nitelikli koruyucu (asker-polis) sınıfın özel hayatları olmayacağı gibi, özel-kişisel hakları da olmayacak. Çünkü onların her türlü ihtiyacına karşılık gelecek olan “komünal hak”ları olacak. Özellikle koruyucu sınıf arasında her şey ortak kullanılacak; iaşe, ibate, kadınlar, vs. Koruyuculardan kimin kiminle evleneceği, kimlerin çok, kimlerin az sevişeceği, vs. hep kanunlarla tespit edilecek. Kanunlar, koruyucu olan kız kardeşlerle erkek kardeşlerin evlenmelerine de izin verecek. Devlet, toplumun haddinden fazla azalmasını da önleyecek, çoğalmasını da. Üretici sınıfa gelince ( çiftçi, işçi, tüccar, vs.), onların formel anlamda özel hayatları ve özel-kişisel hakları var gibi gözükse de esasen onlar da komünal hayata dahildirler. Çünkü her şeyin aslî sahibi ve mutasarrıfı doğal olarak sadece yönetici-devlettir.
Platon, “güzel yalan”lara uygun bir tarzda yapılmayan eğitim-öğretimle ilgili olarak da şunları söylemektedir: Doğru yapılmayan bir eğitim-öğretim; insanın içinde düzensizliğe, bedeninde bozukluğa yol açar. Toplumdaki düzensizlikler, hastalıklar çoğaldı mı mahkemeler, hastaneler de çoğalır. Bir sürü özgür insan da bu işlere heves etti mi hukukçuluk ve tabiplik toplumun en prestijli mesleği olur. Toplumda yalnızca küçük insanların, işçilerin, köylülerin değil, aydın-yetkin olmakla övünen kimselerin bile tabipleri, hukukçuları yüceltmeleri, o toplumda eğitim-öğretimin bozuk olduğunun en açık delilidir. İnsanın doğruyla yanlışı kendi kendine tefrik edemeyip bunu başkalarından beklemesi çirkin bir şeydir. Aslında Platon’un bu neticeden yakınması, hareket noktası olan doğal eşitsizlik argümanı dikkate alındığında çok da tutarlı gözükmemektedir. Çünkü, “güzel” de olsa “yalan” üzerine hakikat inşa edilemez.
Platon’un toplumla ve devletle ilgili düşüncelerinde otoriter ve totaliter kollektivizmin ipuçlarını bulmak, elbette mümkündür. Her şeyi devlete endeksleyen yaklaşımı faşizmi andırırken, yönetici ve koruyucu sınıfın “komünal haklar”ı da komünizmi andırmaktadır. İyi ve doğru devlet derken Platon, böyle bir kollektivist anlayışı kastetmektedir. Ona göre bu devlete iki ad verilebilir. Yöneticilerden biri ötekilerden üstünse monarşi; yöneticiler birbirlerine eşitse aristokrasi. Kollektiviteyi öngören bu iki form da aynı anlamı taşırlar. Çünkü baştakiler tek de olsa çok da belirlenen eğitim-öğretim çerçevesinde yetiştikleri için devletin anayasasına, niteliksel eşitsiz doğal hukuka sadık kalırlar. Platon’un monarşi ve aristokrasi olarak adlandırdığı bu siyasal formlar, şüphe yok ki nesilden nesile tevarüs edilen hanedanlıklardan öte, eğitim-öğretime bağlı olarak oluşan siyasal formlardır. Dolayısıyla onları meşrutî monarşi veya aristokratik cumhuriyet şeklinde tanımlamak da mümkündür.
Platon, yalnızca meşrutî monarşi ya da aristokratik cumhuriyetin bir bütün olarak toplumu mutlu edeceği kanaatindedir. Çünkü bu tip yönetimlerde kanunların hedefi, bir takım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, aksine, yurttaşları ya inandırarak ya zorlayarak birleştirmek ve her birine toplum içerisinde görebileceği iş payını aldırarak, bütün toplumu birlikte mutluluğa götürmek olmaktadır. Aristokratik eğitim, seçkin yurttaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa bu, onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmalarının aksine, devlet düzenini sağlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir. Ancak, bir toplumda filozoflar yönetici ya da yöneticiler filozof olmadıkça, aynı insan yahut insanlarda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe ve kesin kanunlarla herkese yalnızca ehil olduğu iş verilmedikçe ne herkesin iyiliğine olan meşrutî monarşi ya da aristokratik cumhuriyet kurulabilir ne de kurulmuşsa yaşatılabilir. Böylesi toplumların başı da hiçbir zaman dertten kurtulamaz.[5] Kurucu rasyonaliteyi temele alan Platon, doğal olarak otoriteryen bir siyasal anlayışı savunmaktadır. İnsanları ya iknâ ile ya da zorla mutlu kılmaya kalkışmanın başkaca varabileceği bir yol elbette ki yoktur. Toplumu niçin filozofların yönetmesi gerektiği sorusunu Platon, Devlet Adamı adlı eserinde daha net cevaplandırır. Ona göre siyasi modelleri bir diğerinden ayırt etmenin temel kriteri ne yöneticilerin sayısı ne yöneticilerin zengin veya yoksul olmaları ne de yönetimin zorlamaya dayanıp dayanmamasıdır. Temel kriter, modellerin yönetim bilgisine ya da yönetme sanatına istinat edip etmemesidir. Niceliksel egemenliğe bağlı olarak siyasi modeller “iyi–kötü” karşıtlığı çerçevesinde; bir kişinin egemenliğini ifade eden meşrutî monarklık veya zorba diktatörlük, bir zümrenin egemenliğini ifade eden aristokrasi veya oligarşi, çoğunluğun egemenliğini ifade eden iyi veya kötü demokrasi, şeklinde tasvir ediliyor ise de bu modellerin asıl ayrım noktası, bir bütün olarak toplumu mutlu kılacak bilgiden ne kadar pay aldığıdır. Kalabalık sürülerin bilgeliğinden bahsedilebilir mi? Nasıl ki hekimler hastalarını, onlar ister gönüllü olsun ister gönülsüz, bir yerlerini keserek, yakarak veya acıtarak iyileştirirler, bu işi yaparken de ister yazılı kurallara uysunlar isterse uymasınlar, ister fakir isterse yoksul olsunlar, bir bilgiye bir sanata göre tedavi ettikleri müddetçe hekim olarak kabul edilirler; aynen öyle de “bilge-filozof yöneticiler” de tebaalarını ister onların rızaları hilafına isterse rızalarına uygun idare etsinler, ister yazılı kanunlara bağlı kalsınlar isterse kalmasınlar, ister zengin isterse yoksul olsunlar, yönetim bilgisine ya da yönetme sanatına istinaden yönettikleri sürece onları baş tacı etmek gerekir. Böyle bir bilgiye sahip olmayanların topluma mutluluk getirmesi asla mümkün değildir. Bilge yöneticilerin toplumu kanunlara nispetle veya kanunsuz, zorla veya iknâ ile idare etmeleri, fakir veya yoksul olmaları, devleti korumak için şunu veya bunu öldürtmeleri ya da sürmeleri, doğru yönetimin taktirinde hesaba katılamaz. Nerede olursa olsun, kalabalık kitlelerin, devleti akılla idare edebilmek için böyle bir bilgiye sahip olması hiçbir zaman beklenemez. Doğru ve adil yönetimi, küçük bir zümreden, birkaç kişiden, hatta tek bir kişiden beklemek lazımdır ki onlar da felsefeyle iştigal edenlerdir.[6] Platon’un burada, yasalar yerine yönetim bilgisini, daha doğrusu filozof yöneticiyi tercih edişinin gerekçesi, yasaların genelliğinden ötürü, gerçek hayatın karmaşasına cevap vermede yetersiz kalacağını düşünmesidir. Bu yöndeki düşünceleri bilahare Yasalar’da değişime uğrayacaktır. Platon’un siyaseti bir sanat, doğası gereği erbabının bileceği bir iş olarak görmesi, tabiatıyla baskıcı bir devlet anlayışına kapı aralamaktadır. Şüphe yok ki siyaseti bir sanat olarak tanımlamak oldukça tehlikelidir. Hırsızlık eyleminin, hırsızlık eylemi diye nitelendirilebilmesi için elzem olan nasıl ki sadece sağduyudur; siyaset için de aynı şey geçerlidir. Aksini düşünmek, kaçınılmaz olarak totalitarizme yol açacaktır…
Platon için ideal, iyi ve doğru tek devlet modeli meşrutî monarşi ya da aristokratik cumhuriyet olunca, mevcut diğer modeller; timokrasi, oligarşi, demokrasi ve diktatörlük de haliyle kötü ve yanlış olmaktadırlar. Bu siyasal formlar, aynı zamanda tedrici bir biçimde sıralanan dejenere formlar anlamını da taşırlar. Yani, aristokrasinin dejenerasyonu timokrasiyi, timokrasinin dejenerasyonu oligarşiyi, oligarşinin dejenerasyonu demokrasiyi ve demokrasinin dejenerasyonu da diktatörlüğü doğurur. Platon’a göre; toplumsal yapıdaki her türlü değişiklik, zaten baştaki yöneticilerin değişmesiyle alakalıdır. Yönetici sınıf arasına ayrılık-gayrılık girmedikçe, aralarındaki birlik bozulmadıkça mevcut sistemi değiştirmek kolay değildir. Ancak, her doğan şeyin ölme zorunluluğu gibi her kurulan düzen de bir gün mutlaka bozulacaktır. Eşyanın kanunu budur. Bilgi ve erdem temelli aristokrasinin şan, şeref, şöhret budalalığı şekline dönüşmesi ve böylesi üyelerin yönetime geçmesi timokratik modeli ve timokratik insanı yaratır. Şan, şeref ve şöhret tutkusunun zenginlikle gerçekleştirilebileceği düşüncesi yaygınlaşınca, gelir üstünlüğüne dayanan ve fakirlerin yönetime sokulmadığı oligarşik model ve oligarşik insan ortaya çıkar. Bilahare toplumun azınlıktaki zenginler ve çoğunluktaki yoksullar diye ikiye bölünüp, her şeyi elinden alınmış insanların devletin hiçbir parçasıyla ilişiği olmadan yaşamaya mahkum edilmesi, bir taraftan dilenciliği, hırsızlığı ya da soyguncu haydutluğu netice verecek, bir taraftan da mutsuz insanları görmezlikten gelen zenginler borç verip faiz almaktan başka bir şey düşünmeyip, zor durumdaki insanları sömürmeye devam edecekler ve tüm bu olup bitenlerden sonra da iç savaş kaçınılmaz olacak ve bu kavgada çoğunluktaki fakirler galip gelince de demokrasi ve demokratik insan var olacaktır. Demokrasi kurulunca zenginlerin kimi ülke dışına kaçar, kimi öldürülür, kimi de sürülür. Geriye kalan yurttaşlar, devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar. Böyle bir devlette herkes özgürdür. Her yerde bir çeşitlilik, bir özgürlük havası eser. Yurttaşlar serbestçe konuşur ve diledikleri her şeyi yaparlar. Şüphesiz bu düzen, görünüşte düzenlerin en güzelidir. Oysa ki böyle bir düzen, olsa olsa bir düzen panayırı, bir kaos ortamı olabilir ancak. Demokratik devletler, hiçbir ahlak kuralının geçerli olmadığı, aldırış bile edilmediği, namusun ve dürüstlüğün budalalık sayılıp kapı dışarı edildiği, kendilerine halkın dostları dedirtmenin yeterli görüldüğü demagoglar takımının egemenlik kurdukları siyasi modellerdir. Oligarşiyi demokrasiye dönüştüren şey nasıl ki onun en değerli saydığı zenginlik tutkusu olmuşsa demokrasiyi tiranlığa, zorbalığa dönüştüren şey de demokrasinin en değerli saydığı eşitlik ve özgürlük tutkusu olacaktır. Halkı yönetenler, kendilerinden istenilen her türlü eşitlik ve özgürlük taleplerini karşılayamaz duruma düşünce halk onları suçlar, hain ve oligark diye nitelemeye başlar. Demokratik sistemlerde hayat öylesine dejenere olur ki eşitlik adına, baba çocuklarından ve eşinden çekinmek zorunda kalır. Kimsenin kimseyi dinlemediği bir ortam oluşur. Öğretmen öğrencilerinden korkar, onların suyuna gider. Her yerde gençler kendilerini büyüklerle bir sayarlar, büyükler de gençlerin hoşuna gitsin diye şakacı, eğlenceli olmaya çalışır, genç tavırlar takınırlar. Bunlara büyük, küçük bin bir türlü dejenerasyon eklenir. Bütün bu aşırılıklar neticede demokrasiyi diktatörlüğe, zorbalığa, tiranlığa dönüştürecektir. Aşırı özgürlüğün tepkisi insan için de toplum için de aşırı bir kölelikten başkası değildir. Demokrasinin diktatörlüğe, tiranlığa dönüşmesinde en önemli rolü yine çoğunluğu teşkil eden halk üstlenir. Şöyle ki temel de üç tabakaya ayrılmış olan toplumun, oligarşilerdeki gibi en etkili kesimi, serbestliğin doğurmuş olduğu, muayyen yeni bir zümredir. Devletin hemen hemen tamamı bu zümrenin eline geçer. Konuşanlar ve iş görenler, bu zümrenin en azılılarıdır. İkinci kesim, kalabalıklardan kendisini ayıran üretici ya da zengin tabaka. Üçüncüsü de halk, yani bütün işçi ve köylüler, devlet işlerine karışmayan dar gelirli insanlar. Demokrasilerde en kalabalık ama hiçbir zaman birlik olamayan ve üreticilerden toplanan vergilerden kendilerine iyi kötü belirli bir pay verildiğinde de sesi hiç çıkmayan kesim budur. Onun için yöneticiler, üreticilerden toplayıp, çoğunu kendilerine ayırdıkları vergilerden halka da muayyen bir pay verirler. Soyulan üretici kesim eğer bu duruma itiraz eder de sistemin değişmesini isterse halkın sözde dostu olan yönetici demagoglar onları halk düşmanlığıyla suçlayıp, halkı onlara karşı kışkırtır. Derken iki kesim arasında kavgalar, çatışmalar, mahkemeler baş gösterir. Halkın çıkarlarını koruduğunu iddia eden ve halkı da buna inandıran demagog yöneticiler yığınların kendilerine kul köle olduklarını görünce onların kanına girmeden edemezler. Devleti, işret sofralarından yönetir, kendilerine rakip olabilecekleri olur olmaz suçlarla itham ederek mahkemelere sürükler, kimini öldürtür kimini sürer. Dostları arasında da düşmanları arasında da bir tek değerli insan bırakmaz. Bu arada halka gelir düzeyini yükselteceği, borçlarını bağışlayacağı, toprak reformu yapacağı ümitleri verir. Böyle bir demagogun kaderi bellidir ya düşmanlarının eliyle ölecek ya da zorba bir diktatör olacaktır. İş bu noktaya varınca, “kurtarıcı, koruyucu, yüce önder, büyük reis” halktan kendisine muhafızlar seçer. Halkın kurtarıcı ve koruyucusu yaşamalı ki halka hizmet etsin(!?) Muhafızların asli görevi “yüce önder”i ya da “büyük reis”i korumak ve onun halk için yaptıklarını alkışlamaktır. Halkın ebediliği; “yüce önder”in ya da “büyük reis”in ebediliğine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki diktatörlükler, diktatörü tanrıya eşit tutarlar. Madem ki tanrının her türlü emrine itaat edilir, diktatörün her türlü emrine de itaat edilmelidir. Böylelikle halk, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmak isterken eli sopalı diktatör ve muhafızlarının kulluğuna maruz kalmıştır.[7] Şüphe yok ki Platon’un, demokrasinin erdemsiz toplum projesi olduğunu söylemesi çok normaldir. Elbette ki demokrasi erdemsiz toplum projesidir ve birçok yönden de Platon’un söylediği gibi, manipülasyonlara açıktır. Ancak, “tekil erdem” dayatan ve hatta mecbur bırakan bir aristokratik cumhuriyetin ya da meşrutî monarşinin pratikte oligarşiye ve diktatörlüğe dönüşmeyeceğinin de hiçbir garantisi yoktur. Belki de bu yüzden zaten demokrasiye “insanlığın tecrübe ettiği en az kötü rejim” denilmektedir.
Devlet’teki (Republic / Politeia), toplumu “Kim ya da kimler yönetmeli?” sorusu, Yasalar’da “Nasıl bir yönetim?”, “Kanunlara dayanan yönetim mi kanunlara dayanmayan yönetim mi?” şekline dönüşmüştür. Platon Yasalar’da, “adaletsizlik yapmadan tek başına yönetecek bir insan bulmak imkansızdır, dolayısıyla yasaların konması zorunludur”, “devlet, yasalara dayanmayan yöneticiler tarafından değil, yasalar tarafından yönetilmelidir”, şeklinde düşünmeye başlamıştır. Düşüncelerindeki bu değişimin nedeninin, Sicilya’daki Syrakusia krallığının (tiranlığının), yönetime yeniden şekil vermek üzere Platon’u iki kez davet etmesine rağmen (MÖ. 388 ve 367), onun hiçbir düşüncesini dikkate almaması ve bu nedenle Platon’un uğradığı hayal kırıklığıdır. Devlet’te yasalar, yönetimi destekleyen ögelerden ibaretken; Yasalar’da doğrudan doğruya yetkiyi oluşturan ve sınırlarını belirleyen ögelerdir artık. Platon’un Devlet’teki “kendi bilgisinden başka kural tanımayan hekim veya yönetici” misali de Yasalar’da değişmiştir: Özgür hekim, çoğunlukla özgür kişilerin hastalıklarını, başından beri ve gerektiği gibi gözetim altında tutarak, hastanın kendisiyle veya dostlarıyla görüşerek tedavi eder. Hem kendisi hastalarından bir şeyler öğrenir hem de elinden geldiğince hastalarına bir şeyler öğretir. Hastasını iknâ etmedikçe ona bir şey yapmaz. Onu iknâ yoluyla yatıştırdıktan sonra sağlığına kavuşturmaya çalışır. “Bilge-filozof yöneticiler de tebaalarını aynı şekilde, yasalara inandırarak iknâ ve caydırıcılık metoduyla yönetmelidirler.”, demeye başlar. Bu ifadelerin anlamı, Devlet’teki ve Devlet Adamı’ndaki yönetme sanatını bilen yöneticinin üstünlüğü düşüncesinin yerini, Yasalar’da kanunların üstünlüğü düşüncesinin aldığıdır. Bir anlamda bu, modern dünyada savunulmaya başlanacak olan “hukuk devleti” öğretisidir.
Yukarıda da ifade edildiği üzere Platon, Yasalar’da; devlete yönelik idarî, ekonomik ve sosyal unsurları içeren detaylı ve genel-anayasal bir şema tasviri çizerek, Devlet’teki eksiklikleri gidermeye ve oradaki ideallerin gerçekleşmesine yönelik düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. Yasamayla ilgili olarak Platon da geleneksel çizgiye benzer şekilde, yazılı olmayan ve yazılı yasa ayrımından hareket eder. Ona göre yazılı olmayan yasalara tam anlamıyla yasa denemez ise de çok eski bir tarihe dayanan tecrübî kurallar oldukları için yine de çok önemlidirler. Çünkü onlar, karmaşık durumlarda yazılı yasaların yorumunda temel yardımcı unsurlar oldukları gibi, çıkarılmış yasalarla çıkarılacak yasalar arasında birer köprüdürler aynı zamanda. İster yazılı ister değil, yasalar devletin bilincidirler ve doğrudan doğruya eğitici etkileri de vardır. Bu nedenle hayatın her alanı yasalarla düzenlenmelidir. Bu düşünceyi esas alan Platon’un yasal düzenleme önermediği hemen hemen hiçbir alan yoktur: Evlilik, doğum, eğitim, mülkiyetin dağıtım ve sınırlandırılması, toptan ve perakende ticaret, tarım, hayvancılık, arıcılık, fiyatların ayarlanması, borç, faiz, oyun alanlarının belirlenmesi, cenaze törenleri, ödüller, her türlü denetim, vs., akla gelebilecek ne varsa… Platon için, yasa aklın bir ürünüdür ve doğa ile özdeştir. Akıl ve doğa özdeşliğini keşfeden yasa koyucu, daha önce de belirtildiği gibi “doğru”, “güzel” ve “iyi”nin mahiyetini kavramış kişi olarak düşüncelerini eyleme döken filozoftur. Çünkü, ancak bir filozof akıl aracılığıyla toplumun her kesiminin ihtiyaçlarına uygun kurallar bütünü oluşturabilir. Platon’a göre, bir bütün halinde toplumun yararını dikkate almayan yasalar, zaten doğru yasa da değillerdir. Yasa koyucunun temel hedefi, niteliksel doğal eşitsizliklere bağlı olarak herkese hakkını vermek anlamında adalet ve devletin birliğidir. Yasalar herhangi bir yurttaşa haksızlık etse dahi, devletin birliğinin muhafazası şartından ötürü yurttaş, yasalara karşı çıkamaz. Çünkü, yasaların çiğnendiği, mahkeme kararlarının uygulanamadığı ve yurttaşlarca yok sayıldığı bir devlet ayakta kalamaz. Kaldı ki yasalarla yurttaşlar arasında herhangi bir eşitlikten de söz edilemez. Baba ile çocuklar ya da efendi ile köleler arasında nasıl ki bir eşitlik yoktur ve baba ya da efendi onları cezalandırdığında, onların karşılık vermeleri kabul edilemez, aynı şekilde iyi yurttaş da yasalar onu cezalandırdı diye devlete karşı gelemez. Şüphe yok ki yasalar, yöneticilerin de üstündedir. Haddizatında, bir devlette yasalar yöneticilerin üstündeyse ve onları da bağlıyorsa toplum her türlü nimete kavuşmuş demektir fakat yasalar yöneticilerden güçsüzse ve onlar tarafından dahi çiğneniyorsa yıkılış çok yakında demektir.[8] Her ne kadar Platon, yasaların üstünlüğünden bahsediyor ve zaman zaman da sanki bir “hukuk devleti”ne işaret ediyor gibi gözüküyor ise de adalet tanımının belirsizliğinden ötürü maalesef otoriter ve totaliter durumlara düşmekten de kurtulamamaktadır. Adalet; herkese hakkını vermektir şeklinde tanımlandığında, kimin neye hakkı olduğu nasıl tespit edilecektir? Doğal-niteliksel eşitsizlik argümanından hareket edildiğinde, baskı ve zorlamadan nasıl uzak durulacaktır? Bu soruların, Platon açısından bakıldığında çelişik olmayan bir cevabı yoktur ve insanları istemeseler de birçok şeye mecbur tutmak kaçınılmazdır. Cebrin neticesiyse tabiatıyla totalitarizmdir…
Açıktır ki Platon’un anti-demokratik siyasi düşünceleri modern insana yabancıdır. Zira Platon, başka bir kültürel bağlamda, ölçeği küçük, bağımsız ve sürekli savaş halinde bulunan bir site devleti için tasarlayıp yazıyordu. Bununla birlikte; ortaya attığı sualler, özellikle de devletin doğası ve amacı ile siyasal otoritenin meşruiyet zemini hakkındaki soruları, bugünün insanı için de cevabı bulunması gereken genel suallerdir. Şüphesiz Platon’un önemi ve değeri, yalnızca siyaset felsefesinin gerçek kurucusu olmasından kaynaklanmaz, aynı zamanda kendisinden sonraki nerdeyse tüm düşünürleri etkilemiş olmasından da kaynaklanır.[9]
[1] Leo Strauss, Politika Felsefesi Nedir, Çev., S. Z. Hünler, Paradigma Yay., İstanbul, 2000.
[2] F. W. Coker, Readings in Political Philosophy, The Macmillan Co., New York, 1957.
[3] Platon, Devlet (Republic / Politeia), Çev., S. Eyüboğlu – M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.
[4] Platon, Yasalar, Çev., C. Şentuna – S. Babür, Kabalcı Yay., İstanbul, 1994.
[5] Platon, Devlet (Republic / Politeia), Çev., S. Eyüboğlu – M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.
[6] Platon, Devlet Adamı, Çev., B. Boran – M. Karasan, MEB. Yay., Ankara, 1960.
[7] Platon, Devlet Adamı, Çev., B. Boran – M. Karasan, MEB. Yay., Ankara, 1960.
[8] Platon, Yasalar, Çev., C. Şentuna – S. Babür, Kabalcı Yay., İstanbul, 1994.
[9] Ed. Brian Redhead, Siyasal Düşüncenin Temelleri, Çev., Ed., H. Özdemir, Alfa Yay., İstanbul, 2001.