Otokrasi; tek-adamın şahsında temerküz eden siyasal egemenliğin ya da devlet erkinin, tebaa ya da yurttaş olan insanların rızası aranmaksızın, yukarıdan aşağıya doğru topluma dayatıldığı yönetim tarzını ifade eder. Hiyerarşik emirlere sorgulanmaksızın itaat ya da askerler gibi emir-komuta zincirinde astın, üste bağımlılığı yönündeki katı ısrar otokrasinin temel niteliğidir. Bu nevi bir sistemde yönetimin icraatlarının meşru ya da gayrimeşruluğunu denetleyebilecek herhangi bir merci yoktur. Devletin yürütme fonksiyonu da yasama fonksiyonu da yargı fonksiyonu da otokrat idarecinin keyfine bağlıdır. Keyfi idarenin tezahürü de elbette ülkenin imkânlarıyla yönetici çevrelerinin zevk’ü sefa içerisinde yaşamalarına karşılık; yönetilenlerin kahir ekseriyatının yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalık içerisinde algı operasyonları ile acıyı bal eylemek zorunda kalmalarıdır. Böylesi anlayışlar; yalnızca “halktan özerk meşruiyet” iddiasını içeren monarşi, aristokrasi, oligarşi, tiranlık-diktatörlük gibi klasik rejimlere özgü değildir. Meşruiyetini halktan aldığını iddia eden modern rejimler; demokrasi ya da cumhuriyet gibi sistemler de pekâlâ otokratik olabilirler. Aslında otokrasinin mutlak gayrimeşru şeklinden söz edilecekse bu; alenî otokrasi olan klasik rejimlerden ziyade zımnî otokrasi biçimine dönüşen modern rejimler için daha isabetlidir. Zira rasyonel olmasa da klasik rejimlerin şöyle ya da böyle dayandığı bir “meşruiyet” zemini vardır. Eşitliğin kategorik kabul edildiği, farklı tabiatta yaratılışa inanılan klasik dünyada insanlar hiyerarşik otoriter düzene irrasyonel de olsa zımnen rıza göstermişlerdir. Oysaki doğal eşitliğin bir postüla, empirik bir gerçeklik olarak benimsendiği modern dünyada siyasal egemenliğin halkın rızasına dayanmayan ve rasyonaliteye aykırı, keyfi icraatları mutlak gayrimeşrudur. Çünkü modern siyasal egemenlik için rasyonel-legal zeminin dışında bir meşruiyete yer yoktur ve meşruiyetin yegâne kaynağı da halkın rızası ile tanzim edilen “sözleşme hukuku”ndan başka bir şey değildir…
Acaba otokrasiye yol açan sebepler nelerdir? İnsanlara emir verme salahiyetinin; esas itibarıyla yönetilenlerin iradesi ve rızasından ziyade, yönetici mevkiinde bulunan kişilerin, diğer fertlere nispetle sahip oldukları varsayılan, üstün doğal niteliklerden (doğuştan liderlik) ve doğal kabiliyetlerden kaynaklandığı düşünüldüğü taktirde, şüphe yok ki siyasî hakimiyet, birlikte yaşamayı mümkün kılan, eşitlik eksenindeki demokratik ya da cumhuriyetçi örgütlenme dışında kalan, farklı bir formda yani otokrasi formunda yapılandırılacaktır. Bu zaviyeden bakıldığında, otokrasinin iki temel kaynaktan beslendiğini söylemek mümkündür: Birincisi; yöneticiliğin ilahi taktir, tanrısal hak olduğu biçimindeki geleneksel din kabulüdür. Yönetme hakkının, kutsal bir kaynaktan geldiğine duyulan inanç, tarih boyunca var olan ve bugün de var olmaya devam eden bir manipülasyondur. Bin yıl boyunca Ortaçağ Hristiyan dünyasında hüküm süren bu yaklaşıma göre; toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahıslar, insanlığın atası, ilk insan ve Tanrı’nın yeryüzündeki ilk halifesi Adem’in varisleridir. Mutlak otorite, ilahi ve doğal bir hak olarak Tanrı tarafından sadece yöneticilere bahşedilmiştir. Yönetilenler; yöneticilere eşit ve özgür olarak doğmadıklarından, onların ilahi ve doğal haklarından bahsedilemez. Bir anlamda onlar yöneticilerin köleleridir ve bu nedenle de bütün devletler otokratik, patriyarşi formunda teşekkül ederler. İnsanların eşit ve özgür doğmadıklarının delili, anne-babaya bağımlı bir halde dünyaya gelmeleridir. Babanın otoritesi babalık hakkından kaynaklanır. Yöneticilerin otoritesi babanın otoritesiyle aynıdır. Uyrukların yöneticilere itaati, çocukların babaya itaati gibidir. İnsanlığın babası Adem’in otoritesi ve egemenlik hakkı bütün dünyayı mutlak anlamda kapsadığından, onun “patriyarşi”sinin varisleri olan yöneticilerin otoriteleri de mutlaktır ve her türlü dünyevî kanunun üstündedir. Adem’in, Tanrı tarafından insanlığın atası olarak yaratıldığı inkâr edilmeksizin, yöneten ve yönetilenlerin eşitliği de insanların doğal özgürlüğü de ileri sürülemez. Kısacası herhangi bir toplumda yönetici olmak da tebaa ya da yurttaş olmak da tanrısal bir taktirdir. Taktiri kabullenmemekse hem günah hem de suçtur.[1] Teokrasi eksenli klasik monarşi, aristokrasi gibi hiyerarşik, otokratik siyasal sistemlerin egemenliğini savunan bu yaklaşıma o günlerde rasyonaliteyi yegâne kriter kabul ederek, bu türden otokrasi savunularına din istismarı deyip, karşı çıkan insanlar elbette olmuştur ve bugün Batı ülkelerinde egemen olan ve her yurttaşa, yöneticilerin keyfi iradelerinden bağımsız olmak anlamında özgürlük, hukukî eşitlik ve ekonomik refah vadeden, vadetmekle kalmayıp, temin de eden “sosyal hukuk devleti” anlayışı o filozofların eseridir. Sosyal hukuk devletinin geçerli olduğu ülkelerdeki hayat standardı seviyesine imrenip, o hayat standardının varoluş nedeni olan hukuk ve devlet anlayışından gafil olmak, cehaletten ve kendi insanına ihanetten başka bir şeyle izah edilemez… Müslümanlardan bazıları, esasta Ortaçağ Hristiyan dünyasına ait olan bu inancın, Kur’anî (kitabî-literal) dayanağının bulunmadığını ileri sürerek otokratik, patriyarşi siyasal formlarını reddetse de İslam dünyasının tarihî tecrübesi, saltanat rejimleri de maalesef aynı inancın bir parçasıdır. Geleneksel din anlayışına sahip Müslümanların “ulu’l-emr” diye adlandırdıkları idareciler için otokrasinin bahis mevzuu edilemeyeceğini söylemek pek de kolay temellendirilebilir bir argüman değildir. Aksini ispat belki de daha kolaydır… Geçmişte saltanat rejimleri altında yaşamış ve tasalluta maruz kalmış geleneksel ulema tarafından akidevî mesele olarak zikredilen “ulu’l-emr’e itaat” konusu şöyle savunulmaktadır: Kur’an’da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de.”, (Nisa Suresi/59); şeklinde buyurulmakta olup, bu “ayet” yöneten-yönetilen ilişkisinde mutlak bağlayıcıdır… Hadis kaynakları Buharî ve Müslim’den yapılan rivayetlere bakılırsa Peygamber de şöyle söylemiştir: “Bana itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah’a da isyan etmiş olur. Ulu’l-emr’e itaat eden bana itaat etmiş olur, isyan eden bana isyan etmiş olur… Müslüman kişiye hoşuna gitmeyen hususlarda dahi ulu’l-emr’i dinleyip, itaat etme mecburiyeti vardır, hatta zulmetseler bile…” Peygamber’e atfedilen bu ifadeleri; “Ulu’l-emr’e ancak Allah’a ve Resul’üne itaat halinde itaat edilir zira Allah Resulü, Allah’a itaat olmayan bir işi emretmez; o böyle bir emir vermekten yana korunmuştur; ulu’l-emr ise Allah’a itaat olmayan işleri de emredebilir. Dolayısıyla ona yalnızca Allah’a ve Resulüne itaat olan hususlarda itaat edilir… Zulmetseler dahi itaat etme gereğine gelince, bunun sebebi itaatin dışına çıkıp, ayaklanmanın ya da isyanın yol açacağı kötülükler, onların zulümlerinden hasıl olacak kötülüklerden kat kat fazla olması nedeniyledir…” biçiminde yorumlayan alimler de olmuş ise de onların bu yorumları “şaz görüş” diye değerlendirilerek, tefrika sebebi sayılmış ve uzak durulması istenmiştir.[2] Batılı filozofların doğru teşhisiyle yöneten-yönetilen ilişkisine bu şekilde yaklaşmak sadece ve sadece din istismarı olup, kitabî din çerçevesinde o iddiaların temellendirilmesinin imkânı yoktur. Bu sebepledir ki zaten kutsal kitabın haricinde kaynaklar uydurulmuştur… Geçmişte “şaz görüş” diye nitelendirilen alimlerin değerlendirmeleri istismarı apaçık ispat etmektedir… Ne yazık ki din istismarı geçmişte olduğu gibi; bugünün Türkiye’sinde de devam etmekte, aynı argüman, siyasi iktidarı (devleti) elinde tutan ve sürekli halka efendi değil, hizmet için var olduğunu iddia eden AKP’nin bazı mensupları tarafından da kullanılmaktadır (https://www.youtube.com/watch?v=sQC6RjvhUX8). Dahası dinî referansların siyasî manipülasyon aracı olarak kullanımına; anayasasında demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti yazan Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın konuşmalarında da sıklıkla rastlanmaktadır… “Camiler ve Din Görevlileri Haftası Programı”nda yaptığı konuşmasında Cumhurbaşkanı ERDOĞAN şöyle diyor: “İmtihan dünyasında kul varlıkla beraber yoklukla, nimetlerle beraber külfetle de sınanır. Müminin görevi varlıkta şımarmamak, yoklukta ise sabretmektir. Gerçek mümin; musibetler karşısında kahrında hoş, lütfunda hoş, diyerek acıyı bal eyleyendir. Kur’an-ı Kerim bizlere her zorlukla beraber muhakkak bir kolaylığın olduğunu müjdeliyor. Dünya tarlasına iyilik, güzellik eken, ahiret hasadına iyilik, güzellik toplamak suretiyle devam eder. Bu hayatın albenisine kendini kaptırıp nefsinin esiri olan kişiyse dünyasını da ahiretini de kaybeder. Bizim inancımızda dünya, ahiretin tarlasıdır, burada ne ekersek yarın Ruz-i Mahşer’de onu biçeriz.” Yalnızca tasavvuf kitaplarında benzerlerine rastlanabilecek kıssa kabilinden bu cümleleri, kendisi de dünyadan el-etek çekmiş tarikat ehli bir insanın seslendirmesi pekâlâ hoş karşılanabilir elbette… Zira o insanın dünya görüşü zaten bir lokma, bir hırka ile iktifa üzerine kuruludur. Mesela, bazı tasavvuf kitaplarında rivayet edilen; geçmişte, Afganistan dolaylarında yaşamış, Belh şehrinin hükümdarı ya da hükümdarının oğlu yahut da torunu iken saltanat hayatını terk edip, zühd hayatına yönelen İbrahim b. Ethem; bu cümleleri sarf etse çok etkili olurdu… Hikaye o ki İbrahim b. Ethem dağlarda avlanırken iki defa, “Sen bunun için mi yaratıldın, bunu yapmakla mı emr olundun?” şeklinde gaipten bir ses duymuş, aynı sesi üçüncü defa atının sırtındaki eyerin kaşından da (eyerin kaşı neresiyse oradan) işitince dünya nimetlerinden vazgeçip, bütün malını mülkünü terk edip zühd hayatı yaşamaya ve memleketinden ayrılıp, Mekke’ye gitmeye karar vermiş… Başlangıçta, sahip olduğu geniş imkânları geride bırakıp vatanından ayrılmak kendisine çok ağır gelmişse de bir daha geri dönmemek için nefsine karşı çetin bir mücadele vermiş ve kararında sebat etmeyi de başarmış… Çölde tek başına aylarca seyahat etmiş… Yolculuk esnasında rastladığı kimliği meçhul bir kişi İbrahim b. Ethem’e arkadaşlık edip, ona “ism-i a‘zam” duasını öğretmiş… İbrahim b. Ethem bir süre sonra bu duayı okuyunca Hızır’la karşılaşmış… Hızır; duayı öğreten kişinin İlyas olduğunu ve İbrahim b. Ethem’i kendisine, eğitim maksadıyla getirmek üzere görevlendirildiğini ve bunun için orada olduğunu anlatmış… İşte İbrahim b. Ethem’in zühd hayatı böylelikle başlamış… Batınî ilimleri Hızır’dan ders alan İbrahim b. Ethem neticede tasavvufun en büyük simalarından biri olmuş… Ömrünü, geceleri tefekkürle ve çok az uykuyla, gündüzleri de sürekli oruç tutarak takva ile geçiren İbrahim b. Ethem’in çerçevesini çizdiği sufî adabına göre zühd hayatı; farz, nafile ve selamet olmak üzere üç kısma ayrılır… Haramdan kaçınmak farz; helâlinden de olsa az yemek nafile; şüpheli şeylerden uzak durmaksa selamettir… İbrahim b. Ethem’e göre; ahiretini kazanmak isteyen mümin için esas olan zühd hayatıdır… Çok hoş bir menkıbe değil mi? Türkiye’deki banka sahibi, milyonlarca liralık (USD mi desem?) servete hükmeden şeyh efendi tiplerine benzemeyişinin nedeni menkıbevi bir hayatı olmasındandır belki de… Besbelli ki İbrahim b. Ethem’in hayatında “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı.” akidesine yer yok… Durum böyle olunca insanın aklına şunlar gelmiyor değil hani; İbrahim b. Ethem kalksa gelse, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’a demez mi bu cümleleri kuracaksanız şayet, milletin parasıyla inşa ettirdiğiniz Ankara’daki 1150 odalı saraya da Ahlat’taki Selçuklu tarzı saraya da Marmaris’teki yazlık saraya da milyonlarca USD’ye aldırttığınız (14 adet miydi 15 adet miydi?) uçaklara da deniz turlarında kullandığınız yatlara da yüzlerce makam aracına da mutfaklarınızdaki altın bataryalara da vs. vs. tutarlılık ve inandırıcılık adına veda etmeniz gerekir… Kamu malıyla sürdürdüğünüz lüks ve şatafat, Türkiye’den kat be kat yüksek bütçelere sahip ABD’nin başkanı TRUMP’ta da Almanya’nın şansölyesi MERKEL’de de yok… Japonya imparatoru NARUHİTO’da hiç yok… İbrahim b. Ethem böyle konuşursa başı derde girer mi acaba?! Türkiye Cumhuriyeti rejimi otokrasi ise kesin girer?! Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet DAVUTOĞLU; İbrahim b. Ethem’den rol çalarcasına şöyle diyor: “Dini referansları kullanırken tutarlı şekilde kullanmak lazım… Sayın Cumhurbaşkanı kendisinin, çevresinin ve son dönemde zenginleşenlerin zenginlik kaynağını açıklamadıkça, bu ülkenin dar gelirli insanlarına dönüp sabırlı olun deme hakkına sahip değildir… En yakınlarını şirketler üzerinden zengin edip, ülkenin fakirleşen kitlelerine dönüp ‘sabredin’ demek dini istismardır… Cumhurbaşkanı bu yoksulluğunun hesabını verme makamındadır… Bu açıklamanın tek mantıklı tarafı, halkın fakirleştiğini kabul ediyor ve sabır tavsiye ediyor olmasıdır… Çevresindekiler sefada uçuşa geçmiş olabilir ama halk ızdırap çekiyor…” İYİ Parti Genel Başkanı Meral AKŞENER de şöyle diyor: “Sayın ERDOĞAN; millete sabret diyeceğine sen önce git 500 milyon dolarlık uçağını sat… Sarayın, günlük on milyon TL olan fantastik harcamalarını kıs… Asıl sen önce biraz sabret… Ama edemezsin… İsrafa, lükse, şatafata, çok alıştın… Ballı ihaleye, yandaşa vergi affına gelince sabır yok… Tenceresi kaynamayan analara, iş bulamayan gençlere gelince, siftah yapmadan dükkanını kapatan esnafa gelince sabır… Bunları geçeceksin Sayın ERDOĞAN… Cefayı bal eylemek millete, sefayı bal eylemek Saray’a… Yok öyle yağma Sayın ERDOĞAN…” Kim bilir, belki de Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın bu eleştirilere makul bir cevabı vardır?!
Otokrasinin ikinci temel kaynağı; yöneticiliğin doğal eşitsizliğe bağlı olarak “doğuştan liderlik” özellikleri manasında “seçkin” insanlara mahsus bir doğal güç olduğu ve bu doğal gücün de yönetme hakkı anlamına geldiği şeklindeki iddiadır. Klasik dönemlerde çokça örneği görülen bu yaklaşım, Charles DARWİN’in (1809–1882) The Origin of Species adlı eserinde bir nevi “doğa kanunu” olarak ileri sürdüğü “yaşamak için mücadele” ve “güçlü olanın hayatta kalması” ilkelerinin sosyal hayata uyarlanmasıyla Sosyal Darwinizm diye adlandırılmıştır… Mesela; İlkçağdan PLATON’un (MÖ 427–347); altın, gümüş ve tunç tabiatındaki insan yaratılışından hareketle toplumu; çoban (yönetici), köpek (asker-polis) ve sürü (halk) metaforuyla üç sınıfa ayırması da ARİSTOTELES’in (MÖ 384–322); insanları doğadan ya da yaratılıştan eşit kabul etmeyip, kimisini dünyaya köle kimisini de efendi rolü üstlenmek üzere gelir, şeklinde nitelemesi de Roma İmparatoru CALİGULA’nın (MS 12–41); çoban ve sürü benzetmesinden mülhem, yöneticileri ilah, halkı da hayvan sürüsü biçiminde değerlendirmesi de Yeniçağdan MACHİAVELLİ’nin (1469–1527); siyasi mücadelenin iki yolu vardır; biri yasalara, diğeri güç kullanmaya dayalı olan; ilki insana uygundur, ikincisi hayvanlara fakat birinci yöntem çoğunlukla etkisiz kaldığı için ikincisine başvurmak gerekli olur, yorumları da HOBBES’un (MS 1588–1679); ‘insan, insanın kurdudur’, mottosundan hareketle yönetici karşısında yönetilenleri evcil hayvan sürüsü diye değerlendirmesi de gücü hak olarak benimseyen anlayışlardır. İster klasik dönemlerde inşa edilen tiranlık, diktatörlük gibi sistemler olsun, isterse modern dönemlerde inşa edilen faşizm, sosyalizm gibi kollektivist sistemler, hepsi güç eşittir hak iddialarının eseridir. Bu tür anlayışların, rasyonalite ve “altın kural” manasında ahlakla meşrulaştırılmaları hiç de kolay değildir. Doğal eşitsizlik nitelemesi biyo-psişik yapı itibarıyla kısmen doğrulanabilir ise de yanlışlık, pratik hayatta neticenin sebep olarak kabul edilmesindedir. Kölelik ilişkileri içerisine doğan her insan, maalesef köleleştirilmek üzere dünyaya gelmiş demektir. Öyle ki köleler, zincirler altında her şeyi, hatta zincirlerden kurtulma isteğini bile yitirip, köleliklerini sevmeye dahi başlayabilirler. Ne var ki kölelik doğal bir hale dönüşmüşse bu, esasen rasyonel doğaya aykırı bir kölelik ilişkisinin sonucudur. Köleleri, köle yapan kaba güç ise de köleliği devam ettiren şey korkaklıktır. Aslında güçlü; insanlar nezdinde gücünü hak, itaati de ödev haline sokmadıkça, egemenliğini sürdürecek kadar güçlü değildir. Güçlünün hakkı, maalesef bu manipülasyonu becermesinden ileri gelmektedir. Halbuki güce boyun eğmek bir irade, bir rıza işinden öte, yalnızca bir zorunluluk, bir sıkıntı, bir korku işidir. Dolayısıyla asla meşru itaatin kaynağı olarak değerlendirilemez… Hayvanî gücüyle hareket eden bir zorbanın, kadınlara ya da çocuklara tecavüzü hak olarak kabul edilebilir mi? Zorba bir kimsenin silah zoruyla istediğini elde etmesi, yaptığı işin haklı olduğu anlamına gelebilir mi? Zorbanın yok olmasıyla ortadan kalkan bir hakka hak denilebilir mi? Eğer cevap hayırsa bu da demektir ki kaba güç, hiçbir hak yaratamaz. Yani, insan itaat etmeye zorlanıyorsa kesinlikle itaat etmek mecburiyetinde değildir. Haddizatında asıl eşitsizlik doğal eşitsizlik değil, manipülasyonlara, aldatmalara ve korkulara dayanan pratikteki siyasal eşitsizliktir.[3] Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; AKP Genel Başkanı sıfatını da taşıdığı için, tarafsızlığının asla ve kat’a düşünülemeyeceği konuşmalarında (https://www.youtube.com/watch?v=cEeCWjttXgo); yöneticiliğin, “doğuştan liderlik” özellikleri manasında, tabii eşitsizliğe bağlı, yalnızca “seçkin” insanlara mahsus bir doğal güç olduğu şeklindeki manipülatif argümanlara rastlamak da mümkün… Argümanı; Cumhurbaşkanı ERDOĞAN da PLATON ve CALİGULA gibi, “çoban ve sürü” metaforuna atfen kullanmakta… Şu farkla ki o, İslamiyet öncesi pagan kültürlerinde bile asırlardır kullanılan bu metaforu İslam dininin peygamberine izafe ediyor… Şöyle diyor Cumhurbaşkanı ERDOĞAN: “Değerli kardeşlerim; çobanlık, peygamberlerin mesleğidir… Çobanlık deyip, hafife almayın… Yahu alan alsın… Çobanlığın felsefesini anlamayan, onun psikolojisini yaşamayan insanları yönetemez… Ben de bir çobanım…” Retoriğin mistifikasyonuna kapılsanız, sanırsınız ki Özay GÖNLÜM’ün türkülerindeki Çoban Mustafali, davar sürülerini gütmek için Harvard Üniversitesi’nde siyaset felsefesi okumuş… Uyanık geçinen birileri sorabilir: Niye Türkiye’den biri üniversiteyi, mesela görev yaptığın Yıldız Teknik Üniversitesi’ni değil de Harvard Üniversitesi’ni söylüyorsun? Cevabı şu; AKP iktidarı sayesinde felsefe ders programlarının yapılmasının da okutulmasının da öncelikli yetkisinin, branşı felsefe olmayanların uhdesine verilmesi ilke olarak benimsenmiş durumda da o yüzden?! Hiyerarşik ve otokratik siyasal sistemleri savunmak maksadıyla seslendirilen “çoban ve sürü” metaforu; Buharî ve Müslim gibi Hadis kitaplarında Peygamber Hazreti Muhammed’e izafeten nakledilse de bahis mevzuu rivayet Kur’an ekseninde değerlendirildiğinde iddianın doğru olamayacağı çok açık… Rivayete göre, Peygamber şöyle demiş: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi bir çobandır ve güttüğü sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin çobanıdır ve çocuklarından sorumludur. O halde hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (“Küllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi vel emiru rain, verreculu rain ala ehli beytihi velmeretu raiyetün ala beyti zevciha ve veledihi, feküllüküm rain ve küllüküm mesulün an raiyyetihi.”)… Oysaki Kur’an’da şöyle denilmektedir: “Ey iman edenler, ‘Raina-bizi güt’ demeyin. ‘Unzurna-bize nezaret et’ deyin ve dinleyin. Kâfirler için acı bir azap vardır.” (“Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû lâ teqûlû RA’İNA veqûl-U-NZURNA vesme’û velilkâfirîne azâbun elîm.”), (Bakara 104). Besbelli ki Kur’an’a aykırı olan bu cümleler, saltanat rejimlerinin egemen olduğu dönemlerde, insanları sultanlara kul etmek maksadıyla Hazreti Muhammed’e atfen uydurulmuş siyasî manipülasyon malzemesinden başka bir şey değil… Tabi, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’a da sormak lazım: Siz, çobansanız; sürünüz kimler oluyor? AKP’ye rey verenler, sizin sürünüz mü oluyor?
Açıktır ki otokratik yönetimlere kaynak teşkil eden “ilahi taktir, tanrısal hak” iddialarının da “seçkin insanlara mahsus doğal güç” iddialarının da rasyonel zeminde temellendirilebilir bir tarafı yoktur. Hele hele “altın kural” anlamındaki ahlakî zeminde meşrulaştırılmaları ihtimal dahilinde bile değildir. Yalnızca manipülasyonlarla, aldatmacalarla varlıkları mümkün olan otokratik yönetimlerde insanların hukukî eşitliğinden tabiatıyla söz edilemez. Dolayısıyla da ilahi taktirden ya da doğal güçten kaynaklı yönetme hakkının varlığı durumunda, yönetilenler, yöneticilere her hâlükârda boyun eğmek, itaat etmek ve onlardan korkmak mecburiyetindedirler. Otokrat yöneticilerin kendilerini diğer insanlardan tanrısal ya da doğal olarak üstün görmeleri, onları kendilerinin eşiti kabul etmemeleri; bencil, çıkarcı tabiat açısından, “gaye vasıtaları mubah kılar” biçimindeki immoral ilke çerçevesinde makul ise de aşağı denilen ve eşit görülmeyen insanların bunu uygun bulmaları, dahası otokrat yöneticileri desteklemeleri, hele de onların idaresine gönüllü teslimiyet içerisinde bulunmaları rasyonel insan tabiatıyla asla bağdaştırılamaz. Kim bilir, böyleleri belki de otokrasi sevdalılarının iddia ettikleri gibi yaratılıştan, doğadan düşük yetenekli zavallılar ya da zeka fukaralarıdır?! Madem rasyonel bakıldığında hiçbir insanın diğerleri üzerinde ilahi taktir ya da doğal güç kaynaklı meşru bir egemenlik hakkı yoktur ve madem sözde taktir ya da kaba güç hiçbir hak yaratamaz, öyleyse meşru otoritenin yegâne kaynağı ve temeli sadece ve sadece rızaya dayanan sözleşme hukuku olmalıdır. Bir bütün olarak halkın rızasına dayanmayan hiçbir yönetim tarzı meşru addedilemez. Meşruiyet için tek geçerli yol; aklıyla hakikati kavrayan doğal-eşit öznelerin uzlaşma ve mutabakatıdır… Uzlaşma ve mutabakatsa doğruyu ve yanlışı akıllarıyla kavrayabilen insanların sözleşme hukukuna tekabül eder… Sözleşme hukuku; evrensel-etik bir prensip tarafından fertler arasında cereyan eden ilişkilerin icbar edici araçlarla bitarafane tanzimidir… Binaenaleyh şayet bütün insanlar için (en azından kahir ekseriyet için) yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalık yok olsun; özgürlük, eşitlik, barış, güvenlik ve adalet alelıtlak gerçekleşsin isteniyorsa toplumsal hayat muhakkak ve muhakkak sözleşme hukuku zemininde otokratik olmayan sosyal hukuk devleti tarzında organize edilmelidir…
[1] Sir Robert Filmer, Patriarcha and Other Political Works, Ed. Peter Laslet, B. Blackwell, Oxford, 1949.
[2] İbn Ebil-İzz el-Hanefi, El Akidetü’t Tahaviyye, Çev., M. B. Eryarsoy, Guraba Yay., İstanbul, 2014.
[3] J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev., V. Günyol, Adam Yay., İstanbul, 1994.