Sosyal bilimlerde iktidar (power) kavramı genellikle toplumsal ilişkilerde insanların davranışlarını kendi menfaatleri veya iradî tercihleri hilafına, şiddet ya da manipülasyon taktikleriyle farklı yönlere kanalize etme becerisi olarak tanımlanır. Kamusal organizasyonlarda, emretme yetkisini tekelinde bulunduran güç anlamındaki siyasî otorite (authority) de umumiyetle iktidar şeklinde tasvir edilir ise de otoritenin farkı, her halükârda meşruiyet (legitimacy) çerçevesinde uygulanmasıdır. Otorite meşruiyete endeksli değilse yalnızca iktidardır. Zorba bir muktedir; cebren ve hile ile iktidarını sürdürüyorsa meşruiyetinden bahsedilebilir mi? Meşruiyetin yegâne kriteri iktidarın tüm icraatlarında erdem ve rıza şartına dayanmasıdır. Her siyasî otorite için meşruiyet bir zorunluluktur ancak her iktidar için meşruiyet bir zorunluluk değildir. Mesela meşruiyet tanımayan bir iktidar; şiddet kullanma veya göz dağı verme tarzında da karşılıklı kazanç ya da sadakat sağlayan alış-veriş suretinde de iradî kararların alınmasını engellemek üzere gündem yaratma formunda da başkalarının düşündüğü, istediği yahut da ihtiyaç duyduğu şeyleri engellemek üzere zihin kontrolü ve kamuoyu oluşturma şeklinde de pekâlâ tatbik edilebilir. Oysaki meşru siyasî otorite için erdem ve rıza elzemdir… Bütün bu teknik ayrımlar bir kenara ister meşru ister gayrı meşru olsun, tarih sahnesinde yer almış tüm siyasî iktidarlara hem klasik siyaset felsefesinde hem de modern siyaset felsefesinde şöyle ya da böyle muayyen, tabii bir ömür biçilmiştir…
Devleti, “erdemli ferdin ve erdemli toplumun varlığını temin eden, kollektif iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakın cisimleşmiş formu, itaatin mutlak gerekli olduğu tanrısal-doğal bir kefalet”[1] şeklinde değerlendiren klasik organizmacı siyaset filozoflarından PLATON’a göre; her doğan şeyin ölme zorunluluğu gibi her kurulan düzen de bir gün mutlaka bozulacaktır. Eşyanın kanunu budur. Bilgi ve erdem temelli yönetim aristokrasi şan, şeref, şöhret budalalığı şekline dönüşüp, böylesi üyeler iktidara geçerse timokrasi doğar. Şan, şeref ve şöhret tutkusunun zenginlikle gerçekleştirilebileceği düşüncesi yaygınlaşırsa, sermaye üstünlüğüne dayanan ve fakirlerin yönetime sokulmadığı model oligarşi ortaya çıkar. Oligarşik sistemle toplum; azınlıktaki zenginler ve çoğunluktaki yoksullar diye ikiye bölünüp, her şeyi elinden alınan yoksullar devletin hiçbir kurumuyla ilişiği olmadan yaşamaya mahkum edilirse ve mutsuz insanları görmezlikten gelen bir avuç zengin de borç verip faiz almaktan başka bir şey düşünmez, onları sömürmeye devam ederse, bir tarafta dilencilik diğer tarafta soygunculuk ve haydutluk alıp başını giderse neticede iç savaş kaçınılmaz olacak ve bu kavgada çoğunluktaki yoksullar galip gelince de niceliksel eşitlik ilkesine dayanan demokrasi kurulur. Demokratik sistemlerde bir süreliğine her yerde bir tür çeşitlilik, bir nevi özgürlük havası eser. Bu düzen, görünüşte düzenlerin en güzelidir. Oysa ki böyle bir sistem, olsa olsa bir düzen panayırı, bir kaos ortamı olabilir ancak. Zira demokrasiler hiçbir ahlak kuralının geçerli olmadığı, aldırış bile edilmediği, namusun ve dürüstlüğün budalalık sayılıp kapı dışarı kovulduğu, yöneticiler açısından kendilerine halkın dostları dedirtmenin yeterli görüldüğü, demagoglar takımının egemenlik kurdukları siyasî modellerdir. Oligarşiyi demokrasiye dönüştüren şey nasıl ki onun en değerli saydığı zenginlik tutkusu olmuşsa demokrasiyi tiranlığa, zorbalığa dönüştüren şey de demokrasinin en değerli saydığı eşitlik ve özgürlük tutkusu olacaktır. Demokratik sistemlerde hayat öylesine dejenere olur ki eşitlik adına, baba çocuklarından ve karısından çekinmek zorunda kalır. Öğretmenler öğrencilerinden korkar, onların suyuna gider. Niteliği kendinden menkul “her konunun uzmanı hocalar” tercihen ders verirler. (Mesela; hayatında tek kredi FELSEFE dersi görmemiş tipler bir takım alavere-dalaverelerle / AKP’lilerin FETÖ taktikleri dediği yöntemlerle Felsefe Doktoru, Felsefe Doçenti, Felsefe Profesörü, “akademisyen” yapılır ve üniversitelerde lisans, yüksek lisans, doktora dersleri okuturlar?!) Her yerde gençler kendilerini büyüklerle bir sayarlar, büyükler de gençlerin hoşuna gitsin diye şakacı, eğlenceli olmaya çalışır, genç tavırlar takınırlar. Kimsenin kimseyi dinlemediği bir ortam oluşur. Bunlara büyük, küçük bin bir türlü dejenerasyon eklenir. Bütün bu aşırılıklar neticede demokrasiyi diktatörlüğe, tiranlığa dönüştürecektir. Demokrasinin diktatörlüğe, tiranlığa dönüşmesinde en önemli rolü yine çoğunluğu teşkil eden halk üstlenir. Şöyle ki temel de üç tabakaya ayrılmış olan toplumun, oligarşilerdeki gibi en etkili kesimi, serbestliğin doğurmuş olduğu çıkarcı yeni bir zümredir. Devletin hemen hemen tamamı bu zümrenin eline geçer. Konuşanlar ve iş görenler, bu zümrenin en azılılarıdır. İkinci kesim, kalabalıklardan kendisini ayıran üretici ya da zengin tabaka. Üçüncüsü de halk, yani bütün işçi ve köylüler, devlet işlerine karışmayan dar gelirli yığınlar. Demokrasilerde en kalabalık ama hiçbir zaman birlik olamayan ve üreticilerden toplanan vergilerden kendilerine iyi kötü belirli bir pay verildiğinde de sesi hiç çıkmayan kesim budur. Onun için yöneticiler, üreticilerden toplayıp, çoğunu kendilerine ayırdıkları vergilerden bu yığınlara muayyen bir pay verirler. Soyulan üretici kesim eğer bu duruma itiraz eder de sistemin değişmesini isterse halkın sözde dostu olan yönetici demagoglar onları halk düşmanlığıyla suçlayıp, halkı onlara karşı kışkırtır. Derken iki kesim arasında kavgalar, çatışmalar, mahkemeler baş gösterir. Halkın çıkarlarını koruduğunu iddia eden ve halkı da buna inandıran demagog yöneticiler yığınların kendilerine kul köle olduklarını görünce onların kanına girmeden edemezler. Devleti, kamuya aitmiş gibi sundukları saraylardan yönetir, kamunun bütün imkânlarını yandaşlarına sunar, kendilerine rakip olabilecek şahısları olur olmaz ithamlarla tasfiye eder, kimini öldürtür kimini sürer. Dostları arasında da düşmanları arasında da bir tek değerli insan bırakmaz. Bu arada halka sürekli borçlarını bağışlayacağı, gelir düzeyini yükselteceği ümitlerini verir. Böyle bir demagogun kaderi bellidir ya düşmanlarının eliyle ölecek ya da zorba bir diktatör olacaktır. İş bu noktaya varınca, “kurtarıcı, koruyucu, halkın adamı, yüce önder, büyük reis” yığınlardan kendisine muhafızlar seçer. Halkın kurtarıcı ve koruyucusu yaşamalı ki halka hizmet etsin(?!) Muhafızların asli görevi “yüce önder”i ya da “büyük reis”i korumak ve onun halk için yaptıklarını alkışlamaktır. Halkın ebediliği; “yüce önder”in ya da “büyük reis”in ebediliğine bağlıdır. Cahil, aldatılmış kitleler “yüce önder”i ya da “büyük reis”i Tanrı ile eşit tutarlar. Madem ki Tanrı’nın her türlü emrine itaat edilir, otokrat liderin her türlü emrine de itaat edilmelidir. Böylelikle halk, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş, özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmak isterken eli sopalı diktatör ve muhafızlarının kulluğuna maruz kalmış olur. Ne yazık ki siyasal çark tarih boyunca hep böyle dönüp, durmuştur.[2]
PLATON’dan farklı cümlelerle ifade etse de devleti “sivil toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç”[3] biçiminde değerlendiren modern siyaset filozoflarından LOCKE da siyasî iktidarın muayyen, tabii ömründen bahsetmektedir aslında. Hakimiyet hakkının tanrısal bir vergi olduğu yolundaki manipülatif, absürt inancı yok etmek üzere doğru bilgiyi sorgulayan LOCKE’a göre; bütün insanlar tabiat itibarıyla özgür, eşit ve bağımsız (independent) bir varoluşla dünyaya gelirler. Onların, herhangi bir siyasî iktidarın uyruğu olmalarının tek yolu; herkesin her şeye hakkının bulunduğu “doğal hal”deki özgürlüklerinden kendi rızaları ile vazgeçmeleri ve barış içerisinde güvenle yaşayabilmek uğruna yine kendi rızaları ile gerçekleştirdikleri sosyal sözleşme temelinde sivil toplumu (community) yani devleti kurmalarıdır. Ne zaman ki insanlar kendi bireysel rızalarıyla sivil toplumu ya da devleti kurmaya karar verirler, o suretle siyasî bütün (body politic) oluşur. Doğa durumundan çıkıp, sivil topluma katılmak; temel-doğal haklardan vazgeçmemek şartıyla iktidarın temsilî devlete bırakılması şeklinde anlaşılmalıdır. Sadece ve sadece bu şekilde kurulan bir sivil toplum, “meşru devlet” (lawful government) olarak nitelendirilebilir. Binaenaleyh aristokrasi-monarşi gibi otokratik-despotik yönetim biçimleri kesinlikle meşru bir sivil toplum formu değildirler. Aristokrasi-monarşi ya da otokratik-despotik herhangi bir yönetim altında bulunmak, doğa durumunda olmaktan çok daha kötüdür. Çünkü doğa durumunda insanların doğal hakları ve doğal güçleri varken, aristokrasi-monarşi ya da otokratik-despotik yönetim altında bireyler için ne herhangi bir haktan ne de herhangi bir güçten bahsedilebilir. Aristokrasi-monarşi ya da otokratik-despotik yönetimlerin aksine meşru devletlerde (government) kamu otoritesi temsilî de olsa herkes tarafından paylaşılır. İdarî görevlendirilmeler (designation) yöneticilerin keyfine göre değil, kurallara göre yapılır. Hiç kimse hukuk dışı, keyfî bir yetki kullanamaz. Sözleşme hukukunun belirlediği yetkileri aşmak, devlet için dahi bir hak değildir. Böylesi durumlarda diğer insanların yapacağı şey, elbette ki direnip karşı çıkmaktır. Zira insanların üzerinde, sözleşme hukukundan kaynaklanmayan bir otorite kurmaya kalkışmak meşru sınırları ihlaldir. Buna tevessül edildiği taktirde direnme meşru bir haktır. Doğal hukuk; gayrimeşru muamelelere karşı herkese direnme hakkı (right of resistance) bahşetmiştir. Sözleşmeyle tesis edilen pozitif hukuk, kendi doğası veya gücü sayesinde değil, yalnızca meşru otoriteye itaati ve toplum barışını korumayı emreden doğal hukuksayesinde bağlayıcıdır. Rasyonel doğal hukuk tek tek bireyleri de devleti de bağlar. Devlet hem pozitif hukukla hem de doğal hukukla sınırlıdır.[4] Sözleşmeyle kurulan devlet; pozitif hukuk ve doğal hukuk kurallarına aykırı uygulamalarda bulunmadığı taktirde elbette ona karşı direnme hakkından bahsedilemez. Ancak hukuka aykırı faaliyetler sözleşmeyle kurulan devleti temsil eden yöneticiler (magistrates) tarafından bizzat sergilenip, yoğun bir biçimde sürdürülürse ve bu ihlal halkın çoğunluğuna yönelik olursa yani illegal uygulamalar herkesin hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel ve doğal haklarını (lives, liberties, estates: property) tehlikeye düşürecek şekilde tehdide dönüşürse işte bu tiranlığın, diktatörlüğün ilanıdır ve devletin düzenini devlet eliyle bozmak anlamını taşır ve dolayısıyla bu gibi durumlarda da insanlara topyekûn direnme hakkı doğar. Mamafih gayrimeşru iktidarın iki görünümü vardır: İlkinde iktidarı halkın rızasına aykırı yollardan ele geçirmek; ikincisinde ise halkın rızasına uygun yollarla iktidara gelmesine rağmen, bilahare hukuk dışına çıkmış olmak. İlk durum bizatihi bir gayrı meşruluk olup, hiçbir durumda halkın itaatini talep edemeyeceği gibi, insanların da zaten ona cebir dışında itaatleri söz konusu olamaz. Direnme hakkı daha ziyade halkın rızasına uygun yollarla iktidara gelip, daha sonra halkın rızası hilafına icraatlarda bulunmaya kalkışan iktidara yöneliktir.[5] İşte böylesi bir durum, devletin çözülmeye yüz tuttuğunun, tabii ömrünün sonuna gelindiğinin ifadesinden başka bir şey de değildir.
Konuyla ilgili en önemli değerlendirmelerden birinin İslam dünyasının yüz akı simalarından İbni Haldun (1332-1406) tarafından dillendirildiğini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. İbni Haldun; Kur’an’da zikredilen “Her ümmetin bir eceli vardır; ecelleri gelince ne bir an geri kalabilirler ne de bir an ileri gidebilirler / Araf Suresi 34.” ayetinin, realitedeki devletlerin yani siyasî iktidarların tabii ömürlerine atıfta bulunduğu kanaatindedir. Ona göre; ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamadıkları için tabiatları gereği birlikte yaşayan insanlar yine tabiatları gereği müreffeh bir hayatı da hedeflerler. Müreffeh hayatın yegâne vasıtası ise bedevî şartlardan medenî şartlara geçişi sağlayan devletin tesisi ya da yıkılmaya yüz tutmuş bir devletin ele geçirilişidir. İyiliğin ve kötülüğün tabiatlarında cemedildiği insanlar varlıklarını sürdürebilmek için güçlü olmak zorundadırlar. Zira bedevî şartlarda bizatihi güçlü ve dayanışma duyguları (asabiyet) yoğun olan insanlar hayatta kalabilirler. Öte yandan insanların tabiatlarında kötülüğe meyil daha kuvvetli olduğundan, dinden ve dolayısıyla da ahlaktan bigane yaşadıkları taktirde kötülüğe tevessül etmeleri ziyadesiyle büyük ihtimaldir. Bu karakterdeki insanları devlet gücü kontrol etmezse gözlerinin iliştiği her şeye el uzatmak isterler. Kötülük temayülüne karşı medenî şartlarda insanların birbirlerinin hak ve hukukuna tecavüzünü devlet engeller. Yani şehir halkı, kuvvet dizginiyle bir diğerinin hakkına tecavüz etmekten vazgeçirilmiştir. Bizatihi devletten kaynaklanan zulümler sadece bunun istisnasıdır. Badiyede (kırsalda) ise insanların aralarındaki çekişmelere, yalnızca hepsinin hürmet ettiği büyüklerinin müdahalesiyle son verilir. Bedevileri konakladıkları yerde düşmanlarının saldırısından kabilelerin yiğitleri korur fakat bunların korumalarına ancak aynı nesepten gelen akrabalardan oldukları takdirde güvenilebilir. Aynı nesilden gelmeyen insanlar badiyede yaşama imkânını bulamazlar ve maalesef diğer güçlü kabilelerin kolay yutulan lokmaları olurlar. Badiyede emniyeti sağlayan bu duygu, Allah’ın kulların kalplerinde akrabaya karşı uyandırdığı sevgi, destek ve esirgeme duygusu (asabiyet) olup, insanlar için yaratılıştan gelme bir hâldir. Bu durum göstermektedir ki insanları bir araya toplamak için gerekli olan her iş, devlet kurmak da dahil, sadece güce ve himayeye dayanmaktadır. Dolayısıyla müreffeh bir hayat ve devlet için savaş bir zorunluluktur. Yeni devlet; ister badiyedeki herhangi bir güçlü kabilenin (asabiyet) diğer kabileleri hakimiyeti altına alması ve hakimiyet alanını genişletmesiyle kurulsun isterse yıkılmak üzere olan eski bir devletin ele geçirilmesiyle her halükârda muayyen dönemlerden geçen tabii bir ömre sahiptir. Devletin geçireceği bu dönemlerde halkın ahlak ve tabiatında da bir takım değişiklikler yaşanır. Çünkü ahlâk ve tabiat da bulunduğu dönemin ahvali tarafından determine edilir. Devletin geçirdiği bu dönemleri beş kategoride değerlendirmek mümkündür.
1- Zafer Devri: Müreffeh hayatı ve devlet olmayı hedefleyerek güçlenen yeni kadro, (asabe) bir devletin mirasına konarak zafer devrine kavuşur. Eski iktidar kadrolarını tasfiye ederek işe başlayan yeni iktidar bu aşamada mensubu bulunduğu halka hemen her hususta rehberlik yapma gayretinde görülür. Halkla arasında herhangi bir kopukluk olmadığından ona rağmen herhangi bir faaliyette bulunmaz. Onunla aynı hayat tarzını yaşamayı sürdürür çünkü bu şekilde hareket etmek üstünlüğü sağlamış olan muzaffer asabiyetin tabiatının gereğidir.
2- Tahkim ve Tasfiye Devri: Bu aşamada iktidara nasıl gelindiği yavaş yavaş unutulmaya, asabiyete ihtiyaç duyulmamaya; siyasî iktidar, istikrar kazandığından ötürü de yöneticiler tarafından, kurucu kadrolarla paylaşılmamaya başlanır. Bedevî atmosferde riyaset mevkiinde bulunan şimdilerdeki yeni muktedir; geçmişteki yoldaşlarını tasfiye ederek onların yerine, kendisine bağımlı yepyeni bir kadro, paralı neferler ve kamu işlerini direktifle yürütecek bürokratlar atar. Muktedir; bir nevi köleler edinmeye ve ihsanıyla adamlar besleyerek kendisine destek sağlamaya önem verir, sürekli onların sayılarını çoğaltır. Muktedire bağlılık, itaat ve sadakat böylesi memurlar için dinî bir inanç haline dönüşür. Atanmış yeni kadrolar, mevcut iktidarın devamı için din adına cihat ediyorlarmış gibi savaşırlar. İktidara itaati, Tanrı’dan gelen ve aksi düşünülemez bir emir şeklinde telakki ederler. Sloganları “Ulu’l-emre itaat farzdır.” aldatmacasıdır. İktidarın muhafazası dinî bir inanç haline dönüşünce, devleti kuran asabiyetin yerini, yeni devlet ideolojisini paylaşan fakat kurucu asabiyete mensup olmayan kadroların alması işin tabiatı gereğidir. Bu tasfiye hareketi kaçınılmaz olarak neticede istibdada dönüşür. İstibdadın en önemli göstergesi de insanları itaat ettirmek için baş vurulan güç kullanımındaki artıştır.
3- Refah ve Sükun Devri: Bu dönem, artık halka itibarın gösterilmediği, her hususta yönlendirilmeye ve şekillendirilmeye çalışıldığı, siyasî iktidarın ülkenin tüm hasılasını yalnızca taraftarlarına aktardığı dönemdir. Muktedir; bütün gücünü mevcut düzeni benimseyenlere ve o yönde çalışanlara rant aktarmaya sarf eder. Huzura çıkanlara ihsanlarda bulunmaya, ihsanlarıyla beslenenlerin sayılarını artırmaya, rütbelerini yükselterek onların hâllerini düzenlemeye, askerleri teftiş edip önünden geçirmeye ve tahsisatlarını çoğaltmaya önem verir. Refahın çeşitli tezahürleri; saraylar, konaklar, yollar, köprüler, su kanalları, bağ-bahçe, lüks kabilinden yiyecek, içecek, giyecek gibi şeyler peşinde koşulan mühim şeyler olur. Ancak bedevilerin medenileri taklit etmeleri kaçınılmaz olduğundan, kendileri tarafından yıkılan devletin eski sahipleri ve adetleri, yeni sahipler tarafından taklit edilmeye başlanır. Merasim günlerinin ardı arkası kesilmez. Bu devre, devletin başında bulunanların istibdat devirlerinin son çağıdır ve bu devrede bütün muktedirler tek başlarına kendi düşünceleriyle iş görürler. Bu devre iktidar çevrelerinin şan ve şeref içinde yaşadıkları ve kendilerinden sonraki nesillerine de yolun çok açık olarak gösterildiği devredir.
4- Barış Devri: Bu dönemde siyasî iktidar, dahilde kendisine yönelik hiçbir muhalefet kalmadığından emin bir biçimde, mevcut yapıyı muhafaza için dışardan gelebilecek tehlikelere karşı önlemler almaya ve komşu devletlerle barış antlaşmaları yapmaya başlar. Barış devri; muktedirin kendisinden öncekilerin yolunun takip edilecek en doğru ve hayırlı yol olduğuna, onların izinden ayrılmanın devletin ve ülkenin düzeninin bozulmasına yol açacağına öyle ki seleflerinin kendisinden daha isabetli fikir sahibi olduklarına ve bu isabetli düşünceleri sayesinde devlete büyük hizmetler ettiklerine kani olduğunu propaganda etmeye başladığı dönemdir, aynı zamanda.
5- İsraf ve Yıkım Devri: Bu aşamada siyasî iktidar, artık gücüyle orantılı olan tabii sınırlarına ulaşmış olup, onun ötesine geçemez. Tıpkı belli bir merkezden çıkan ışığın çevreye yayıldıkça zayıflamasında veya içine taş atıldığında gittikçe genişleyen su yüzündeki dairelerin sınırlara doğru zayıflaması gibi zayıflamaya yüz tutar. Ancak zayıf da olsa devletin bütün imkânlarını taraftarları ve kendisi için savurganlık derecesinde harcamaya yine de devam eder. Ehliyet gerektiren işleri, liyakatsiz insanlara arpalık olarak dağıtır. Yakınlarını içinden çıkamayacakları ve yönetemeyecekleri büyük memuriyetlere atar, bilmedikleri işleri onlara havale eder. Kamu giderlerine ayrılan paraları keyfî arzuları için harcar. Vergiler ve borçlanmalar yüklü bir şekilde artırılmasına rağmen, devlet harcamaları yine de karşılanamaz. Adalet suiistimal edilir. Askeriye ve maliye zaafa uğratılır. Devletin hemen her kurumu iyiden iyiye dejenere olur. Devlet, tedavisi mümkün olmayan hastalıklara tutulur ve iyileşmesi imkânsız bir hâle gelir.
İbni Haldun’a göre; siyasî iktidarın tabii ömrünü tamamladığının emareleri öncelikle devletin üzerine bina edildiği temel kurumlarda adliye ve maliye gibi kurumlarda kendini gösterir. Dayanışma duygusu asabiyet tamamen kaybolur. Korumak ve korunmak unutulur. Adalet siyasallaşır. Savurganlık düzeyindeki harcamalar; bir taraftan maliyeyi dejenere ederken, diğer taraftan da savunma harcamalarının kısılmasıyla ülkeyi muhafaza edecek olan güç yani askeriye zaafa uğratılır. (İbni Haldun haklı; hedefleri uğruna her türlü ahlak dışı taktiği “adaleti izafiye” sapkın akidesi perdesi altında başkalarına uygulamaktan imtina etmeyen, dinî cemaat görünümlü, darbe yapmaya cüret edebilecek kadar bedhah ve hain yapıların askeriyede örgütlenmesine siyasî iktidar göz yumarsa ortada gerçek bir askeriye kolay kolay kalır mı?) Refah ve lüks sebebiyle rüşvet, irtikap, görevi suiistimal gibi ahlakî olmayan hastalıklar her kuruma sirayet eder. Bu dejenerasyonun ortadan kaldırılması ya da tedavisi ne yazık ki mümkün değildir. Çünkü dejenerasyon bir nevi kader ve tabii bir hadise olup, değiştirilmesinin imkânı yoktur. Gelinen bu nokta, devletin yani mevcut siyasî iktidarın yıkılacağının göstergesidir. Allah onun tamamen yıkılmasını murad edinceye kadar bu hâl bir süre daha devam etse bile artık çöküş kaçınılmazdır ve köhnemiş mevcut düzen, onu yıkarak yeni bir düzen kuracak olan yeni kadro, yeni asabiyeti beklemektedir.[6]
Açıktır ki siyasî iktidar ya da devlet konusunda ister Batılı kaynaklarda yapılan değerlendirmelere bakılsın isterse İslam dünyasındaki değerlendirmelere, hemen hemen hepsi ona dair muayyen, tabii bir ömürden bahsetmektedir. Acaba bu değerlendirmeler ışığında Türkiye’nin mevcut AKP’li siyasî iktidarına yönelik bir kritik yapılacak olursa ne söylemek gerekir? AKP iktidarı siyasî ömrünün acaba hangi devresini yaşamaktadır? Batılı kaynaklar hadi bir tarafa bırakılsın (Niye bırakılacaksa?) İslam düşüncesinin en önemli temsilcilerinden biri olan İbni Haldun kriter alınarak acaba ne söylenebilir? Suallere İbni Haldun’un, devletin temel kurumları dediği kurumlarda cereyan eden uygulamalara bakarak cevap vermek herhalde yanlış karşılanmayacaktır?! Kuruluş ve iktidara geçiş aşamasındaki ilk kadrosundan, Tayyip ERDOĞAN hariç, “mühim adamlar”ın hemen hemen hiçbirisi artık AKP’de yer almamaktadır. Besbelli ki üç dönem bahanesiyle “mühim adamlar” tahkim ve tasfiye döneminde iktidar ortağı olmaktan çıkarılmışlar. Garip olan şu ki “mühim adamlar” arasından birileri çıkıp da üç dönem kuralı niçin sadece bizler için geçerli, Tayyip ERDOĞAN için niye geçerli değil, diye herhangi bir sual de sormuyorlar. Mühim adamlar ve “değerli adamlar” farkı böyle bir şey olmalı?! Mühim adamların yerine geçen “yeni kadro” “Tayyip ERDOĞAN yoksa biz bir hiçiz.” cümlesini, bu yüzden mi kuruyor acaba?! AKP’yi iktidara kavuşturan kurucu asabiyetin yerini, kadim devlet ideolojisinin tekrar aldığının en net ifadesini ERDOĞAN şöyle seslendirmişti: “Atatürk’e, Atatürk demeyip de ne diyeceğim?” Acaba ERDOĞAN geçmişte Türkiye’de cumhuriyeti ilan eden (Kuran değil, ilan eden.) kadrodan birileri için “iki sarhoş”, derken kimi kastediyordu? “Bütün milliyetçilikler ayağımın altındadır.”, cümlesiyle Türk milliyetçiliğini kastedip etmediğini de yeni ortağı Milliyetçi Hareket Partisi mensuplarına sormak lazım?! AKP’nin “tek-adam” ideolojisine evrildiğini de “mühim adamlar”dan eski adalet bakanı Bekir BOZDAĞ şöyle haykırmıştı: “AK Parti, büyük bir ustalık işi, büyük bir usta eseridir. AK Parti’yi dünyanın en büyük siyasi markalarından biri haline getiren hiç şüphesiz ustaların ustası büyük usta cumhurbaşkanımız, liderimiz Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. AK Parti, Tayyip’in partisidir. Kurumsal olarak var oldukça da Tayyip’in partisi olmaya devam edecektir.” Ne yapsaydı ERDOĞAN; “mühim adamlar”dan Bekir BOZDAĞ dururken, “değerli adamlar”dan Sami SELÇUK gibi birisini mi adalet bakanı atasaydı? Mühim adamların tasfiyesiyle kamu yönetimine atanan AKP’li “yeni kadro” mensuplarının işleri nasıl yürüttüğünü, AKP’deki değişimi görüp, eleştirmek zorunda kalan ve neticede de ERDOĞAN’ın talimatıyla hakkında yüzlerce dava açılan AKP’nin “mühim kalemler”inden Abdurrahman DİLİPAK, şöyle anlatıyor: “Adama, ‘Niye yakınlarını atıyorsun? diye soruyorsun, ‘Reis de yapıyor.’ diyor. ‘Niye ihaleyi birtakım kişi ve kuruluşlara yönlendiriyorsun?’ diye soruyorsun, ‘Reis de öyle yapıyor.’ diyor. O zaman buna da bir çare düşünmek gerek.” Ne yazık ki çare yok. Besbelli ki İbni Haldun’un; “Muktedir; bütün gücünü mevcut düzeni benimseyenlere ve o yönde çalışanlara rant aktarmaya sarf eder. Huzura çıkanlara ihsanlarda bulunmaya, ihsanlarıyla beslenenlerin sayılarını artırmaya, rütbelerini yükselterek onların hâllerini düzenlemeye önem verir.”, dediği aşamaya çoktan geçilmiş… Seyircisiz “yedi tepe konserleri” tertip etmek ve birilerine kamu kaynaklarından “ulufe” dağıtır gibi para dağıtmak cumhurbaşkanlığı makamının görevleri arasında mıdır? Dünyada eşi benzeri bulunmayan saraylar tesis etmek ve saray hayatına yaraşır hayat sürmek (Mesela; AKP-sarayın “first lady”si olarak 50 bin Dolarlık – 400 bin TL’lik el çantası kullanmak.) sahiden de “milletin itibarı”nı yükseltmek anlamına mı gelmektedir? Oysaki kuruluş dönemlerindeyken AKP’liler; Sahabe Ebuzer’in, Muaviye’nin inşa ettirdiği saraylara itiraz ettiğini ve şöyle dediğini anlatırlardı: “Ey Muaviye, bu sarayları milletin parasıyla yaptırdıysan haramdır; kendi paranla yaptırdıysan israftır…” Sahi, ERDOĞAN, sarayları kimin parasıyla inşa ettiriyor? Maalesef kamu idaresinde israfın haddi hesabı yoktur. Seksen milyon nüfuslu Almanya’da ekonomik gelişmişliğine rağmen, kamuda toplam 10 bin makam aracı kullanılırken, seksen milyon nüfuslu Türkiye’de, üstelik Almanya’nın onda biri seviyesinde dahi ekonomik gücü olmadığı halde niçin 100 bin makam aracı (belki daha fazlası) kullanılır? Liyakat ve ehliyet gerektiren işler, eş-dost, akrabaya niçin ikram edilir? Eş-dost müteahhitlerin, vb. vergi borçları niçin silinir? Zenginlerden toplanması icap eden gelir vergisi, tüketim vergisi olarak ya da pandemi cezası, trafik cezası diye düşük gelirli insanlardan zorla toplanırsa adaletten söz edilebilir mi? Sahte lise diplomasıyla spor akademisine kaydolan ve güya lisans ve yüksek lisans diploması alan ancak sahtekârlığı bir biçimde tescil edildiği halde, siyasi saiklerle ceza verilmeyen, garabet ötesi (adalete aykırı) mahkeme kararıyla korunan bir “pehlivan” şayet “millet vekili”, “bakan yardımcısı”, “cumhurbaşkanı başdanışmanı”, “kamu bankası yönetim kurulu üyesi” yapılıyorsa o ülkede liyakatin, ehliyetin, adaletin varlığından söz edilebilir mi? 29 Mart 2020 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile 31083 Sayılı Resmi Gazetede “Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında (Karar Sayısı: 2324) Yönetmelik” yayınlayarak tutuklu ve hükümlü kadınları ÇIPLAK ARAMA zulmüne maruz bırakan bir siyasî iktidar altında adaletin varlığından söz edilebilir mi? Kadı ola davacı; muhzır dahi şahit; ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet… Devletin en temel kurumu adliye fonksiyonunu yerine getiremiyorsa maliye getirebilir mi? Elbette ki getiremez. ERDOĞAN riyasetinde yıllarca dış işleri bakanlığı görevini ifa eden; ERDOĞAN cumhurbaşkanı olunca da başbakan atanan ancak düşük profilli başbakanlığı kabul etmediği için bilahare tasfiyeye maruz kalan Ahmet DAVUTOĞLU mali dejenerasyonu şöyle anlatıyor: “Pandemi döneminde işten atılan insanlar günlük 39 lira 24 kuruş sadaka, devlet yardımıyla (Aylık 1170 TL) geçim derdinde, bunlar yandaşlarına, bir kişiye beş maaş (Ayda 50 bin 100 bin TL) verme derdinde. Millet aş derdinde, bunlar yandaş müteahhide daha fazla milletin kaynaklarını akıtma derdinde. Millet hak, hukuk ve adalet derdinde, bunlar ülkeyi askeri bir garnizona çevirme derdinde. Millete aç karına içilmek üzere acı reçete yazacaklarını söylüyorlar. Nasıl olsa kendilerine bu acı reçetenin ucu dokunmuyor. Dünyada güçlü bir dezenflasyon dönemi yaşanırken, faizler hemen her yerde sıfır veya eksideyken, Türkiye en son geçen yüzyılda gördüğü enflasyonist döngüye girmiştir, faizler akıl almaz rakamlara, 15-20′lere çıkmıştır. Reçete uygulayacaksanız önce kendinize uygulayın. Yemeyi bırakın. Bir kişiye beş maaş düzenini bitirin. İsraf projelerini durdurun. Rantçı iş adamlarının milyarlarca liralık vergilerini silmeyi durdurun. Helali-haramı öğrenin…” Yine, ERDOĞAN riyasetinde yıllarca ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı görevini yürüten ve DAVUTOĞLU’na benzer gerekçelerle bilahare tasfiyeye maruz kalan Ali BABACAN da maliyenin dejenerasyonunu şu şekilde ifade ediyor: “Türkiye ekonomisi son yirmi yılın en kötü seviyesinde. Günbegün fakirleşiyoruz. Günbegün cebimizdeki para değer kaybediyor. Ülkemizdeki yoksulluk tarihin rekor seviyesinde. Gelir uçurumu büyüdü, büyümeye de devam ediyor. Hayat pahalılığı can yakıyor, can alıyor. Asgari ücret, sefalet ücretine dönmüş durumda. Açıkladıkları son ekonomik programla fakirleştiğimizi zaten kendileri ilan ettiler. Evet, fakirleşiyoruz. Ben ve arkadaşlarım yönetimdeyken kişi başına milli gelirimiz 12 bin 594 Dolar iken şimdi 8 bin 381 Dolara düşeceği açıklandı. Merkez Bankası’nda yıllardır biriktirilen tam 120 Milyar Dolar dövizi bir inat uğruna yaktılar. İsraf ve yanlış yönetim sonucu hükûmetin bütçe açığı tarihin en yüksek seviyesinde! Ben ve arkadaşlarım ekonomi yönetimini bıraktığımızda, 2015 yılında, 24 milyar TL olan bütçe açığı, 2020 yılında tam on katına çıkarak 239 milyar TL olacağını açıkladılar. 10 katı 10… Bitmedi, 2023 yılına kadar da bunun azalmayacağını açıkladılar. Açıkladıkları programla Türkiye’nin yeniden borç faiz sarmalına geri döndüğü de tescil edilmiştir. Bütçeden yapılan faiz ödemeleri benim ayrıldığım yıl 53 milyar TL idi. Bu yılki faiz ödemesi 137 milyar olarak ilan edildi. Gelecek yıl ise bu rakamın tam 179 milyara çıkacağı açıklandı. Arkadaşlar, fakirleşiyoruz. Bunun tek bir nedeni var, öyle dış güçler iç güçler falan değil: Kötü yönetim. Türkiye’yi getirdikleri noktada, her üç kişiden biri işsiz veya atıl durumda. Çarşı pazar enflasyonu almış başını gitmiş. Bu iş bilmez yönetime son verme zamanı gelmiş ve geçmektedir…” Tüm bu değerlendirmelerden de anlaşılacağı üzere; AKP siyasî iktidarı; mukadder ya da iradî sebeplerle maalesef dejenerasyona uğramış ve İbni Haldun’un tabiriyle tabii ömrünün son demlerine ulaşmıştır. Yine İbni Haldun’un tabiriyle Allah ecel gününü taktir edinceye kadar bu hâl bir süre daha devam etse bile çöküş kaçınılmazdır ve artık yeni düzeni kuracak olan yeni kadro, yeni asabiyet beklenmelidir.
[1] A. Passerin d’Entreves, “Devlet Kuramı”, Çev., B. Baysal, Devlet Kuramı, Der., C. B. Akal, Dost Kitabevi, Ankara, 2000.
[2] Platon; Devlet Adamı, Çev., B. Boran – M. Karasan, MEB. Yay., Ankara, 1960 / Devlet (Republic / Politeia), Çev., S. Eyüboğlu – M. A. Cimcoz, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985 / Yasalar, Çev., C. Şentuna – S. Babür, Kabalcı Yay., İstanbul, 1994.
[3] Franz Oppenheimer, Devlet, Çev., A. Şenel – Y. Sabuncu, Engin Yay., İstanbul, 1997.
[4] John Locke, Essays On The Law Of Nature, Ed. W. Von Leyden, Oxford Uni. Press, Oxford, 1958.
[5] John Locke, Two Treatises of Government, Book I.II., Ed. P. Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.
[6] İbni Haldun, Mukaddime, C. I., II., Çev., S. Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1983.