Sosyalizmin kurucu babalarından Karl Marx (1818-1883); Prusya Krallığı’nın (Almanya) Treves (Trier) kentinde, Yahudi haham bir aileye mensup olan fakat daha sonra Protestanlığı seçen, avukat/yargıç Herschel Marx’ın sekiz çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelmiştir. Treves şehri, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, muhtelif nedenlerden ötürü, meskun Yahudiler arasında yoğun Hıristiyanlaşma hareketlerinin yaşandığı bir bölgedir. Alt tabakalara mensup Yahudilerin din değiştirmeleri pek fazla dikkat çekmezken, şehrin yargıcı Herschel Marx’ınki bir hayli dikkat çeker. Yahudiler; Mordechai adlı meşhur haham ailesinin, üstelik de yüksek idare mevkiinde bulunan bir temsilcisinin Protestan oluşuna bir hayli şaşırmışlardır. Hıristiyan çoğunluk ise “ihtida” hareketine, memnuniyetle birlikte, Yahudilerin bazen politik ya da ekonomik faktörlerin motivasyonu ile bu gibi davranışlara tevessül ettiklerini düşündüklerinden, oldukça şüpheyle de bakıyorlardı. Her iki tarafın şüphesi de belki haklıydı çünkü yargıç, “ihtida” ettikten kısa süre sonra, Hollandalı bir başka haham ailenin kızıyla evlenmiştir. Karl Marx işte bu evliliğin mahsulüdür. İlk ve orta öğrenimini 1834 yılında Treves’te tamamlayan Marx, hukuk tahsili için 1836’da Bonn Üniversitesi’ne gönderilir. Üniversite ortamında ve büyük şehirde, dönemin siyasal, ekonomik ve felsefî tartışmaları bir hayli yoğundur. Söz konusu tarihlerde Fransız Devrimi’nin ektiği özgürlük, eşitlik, cumhuriyet tohumları Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da etkili olmuş, lehte ya da aleyhte burada da oluşumlar belirmeye başlamıştır. Özgürlük, eşitlik ve cumhuriyet kavramları, Almanya’da Hegel’in devlet felsefesinin tesiri altında, devletin ferde üstünlüğünü destekleyen cereyanlara dönüşmüş ise de doğrusu bu düşünceler karışık bir şekilde de olsa Almanya’ya da yayılmıştır. Bu atmosfer altındaki üniversite yıllarında Marx, biraz da kulaktan dolma bilgilerle coşkulu bir Hegelci olmuştur. “Devlet, özgürlüğün ta kendisidir.”, “İnsanlığın ilerlemesi, devlet vasıtasıyla gerçekleşir.”, “Bireyin menfaati, ancak devletin menfaatiyle uzlaşırsa meşrudur.”, “Devlet, ahlakın tezahürüdür.” gibi tekerlemeler, bugünlerde Marx’ın da amentüsüdür. Hukuk okumak üzere üniversiteye başlayan Marx; tanıştığı felsefî çevrelerin de etkisiyle olacak, diplomasını felsefe alanından, “Demokritos ile Epiküros’un Doğa Felsefeleri” konulu teziyle 1841 yılında Iena Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nden almıştır.
Üniversite mezunu Marx, bu sıralarda babası da vefat etmiş olduğundan artık iş hayatına atılmak zorundadır ve Köln’de yayınlanan “Ren Gazetesi”nde çalışmaya başlar. Ren Gazetesi; liberalizm, Protestanlık ve Prusya Krallığı taraftarı kimliği ile tanınan bir gazetedir. Yaklaşık iki yıl kadar süren bu ilk gazeteciliğinde Marx; dinî serbestlik, müphem siyasî liberalizm ve Prusya taraftarlığı yapmakta fakat henüz ekonomik meselelerin ve özellikle de sosyalist ve komünist bir sistem görüşünün yabancısı olarak görünmektedir. Marx’ın belli bir süre editörlüğünü de yaptığı Ren Gazetesi, editörünün yazdığı dinî serbestlik, daha doğrusu din karşıtı yazılardan ötürü çok geçmeden sansüre uğramış ve kapatılmıştır. Gazete kapatılınca ailesinin yanına dönen Marx, 1843 yılında lise yıllarından arkadaşı ve üniversite yıllarında da nişanlısı olan Jenny von Westphalen ile evlenir. Evlendikten kısa bir süre sonra, üniversite yıllarından tanıştığı Dr. Arnold Ruge’ün Fransa’da, Paris’te yayınlamayı planladığı “Fransız – Alman Yıllıkları”mecmuasında yazarlığa daveti üzerine, eşiyle beraber Fransa’ya gider. Mecmuanın ilk sayısında kullandığı “motto”şudur: “Alman dünyasına, Fransız Devrimini hazırlayan düşüncelerin telkini”. Mecmuayı neşredenlere göre, Fransa felsefenin asıl yurdu idi ve Almanya’nın da bu felsefeden ders alması lazımdı. Yıllıklarda Marx, “Yahudi Meselesi” ve “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş” adlı ilk eserlerini neşreder. Bu tarihlerde Prusya Kralına yapılan suikastla ilgili olarak, Fransa’da aynı günlerde yayınlanan “İleri” adlı bir başka Alman mecmuasında Marx’ın “Daha şiddetli bir suikast teşebbüsüne girişilmeli.” şeklindeki ifadeleri yer alınca, Prusya Sefiri, Fransız hükümeti nezdinde girişimde bulunur ve “İleri” mecmuasının yayınına son verilmesini ister. Mecmua çalışanlarının Fransa dışına çıkarılmasıyla da mesele kapatılır. Bu meseleden ötürü Marx, 1845 yılının Ocak ayında Fransa’yı terk etmek ve Belçika’ya sığınmak zorunda kalır. Marx; Paris’te kaldığı süre zarfında sosyalist çevrelerle de dostluk kurmuş, Proudhon, Bakunin, Engels gibi sosyalist düşünürlerle burada tanışmıştır. Onun, liberalizmden sosyalizme, Hegelcilikten komünizme doğru düşünsel değişimi bu dönemde yaşadığını ve liberal demokratlıktan ayrılıp sosyalist cephede yer almaya bu dönemde başladığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Aslına bakılırsa 1848 yılına kadar liberalizm ile sosyalizmi birbirinden ayırt etmek oldukça zordu. Bunun nedeni; öncelikle 1789 Fransız Devrimi sonrasında kendilerine “sosyalistler” demeye başlayanların, yine kendilerini her yerde Fransız Devrimi’nin taraftarları ve mirasçıları olarak görmeleriydi. Bu da onları, aynı iddialarda bulunan ama kendilerine “liberaller” demeye başlayanlardan farklı kılmıyordu. Haddizatında; Fransız Devrimi’nden 1848’e kadarki dönemde, insanlar için tek bariz ihtilaf, değişimi kaçınılmaz ve arzu edilir bulan ve bu yüzden Fransız Devrimi’ni destekleyenler ile devrimi değerlerin dejenerasyonu olarak gören ve bu yüzden de Fransız Devrimi’ne karşı olan monarşi taraftarı muhafazakârlar arasında görünmektedir. Dolayısıyla kendilerine Jakoben, radikal, cumhuriyetçi ya da sosyalist diyenler, liberallerin sadece daha militan bir çeşidi olarak görülüyorlardı.[1] Söz konusu düşünceler arasındaki bu müphem durum, 1848’de “Komünist Manifesto”nun yayınlanmasıyla netlik kazanacaktır.
Belçika’nın Brüksel şehrine yerleşen Marx, burada da oldukça sıkıntılı günler geçirmiştir. Paris’te başlayan ekonomik problemler, Brüksel’de artarak devam etmiş, hatta ve hatta Paris’teyken tanıştığı sosyalist arkadaşlarının, özellikle de Engels’in yardımları sayesinde hayatını sürdürebilmiştir. Belki de bu yüzden olacak, Brüksel’de ekonomik meseleler üzerine daha çok yoğunlaşmıştır. Öyle ki ekonomik yapı ve toplumsal hayat arasındaki korelasyonu çözümlemek isteyen Marx, kendisini Brüksel’e ziyarete gelen Engels’le birlikte, endüstriyel gelişmeleri ve toplumsal sonuçlarını daha yakından incelemek maksadıyla, 1845 Temmuz-Ağustos aylarında, endüstrileşmenin ilk tezahür yeri olan İngiltere’ye kısa süreli bir araştırma gezisine de çıkar. İngiltere seyahati her iki düşünür için de çok etkili olur. Yaklaşık iki ay süren gezi dönüşünde iki şeye karar verilir: Birincisi; toplumsal olayların, ekonomik ve teknik sahadaki olup bitenlerle izahına dair müşterek bir “eser” yazmak. İkincisi de bir “komünist parti” kuruluşu için çalışmak. Marx, bu çerçevedeki faaliyetlerini, Şubat 1848 tarihine kadar Brüksel’de sürdürür. Şubat 1848’de “Komünist Manifesto”nun Londra’da yayınlanmasını müteakip Belçika hükümeti, Brüksel’i terk etmesini ister. Aynı tarihlerde Fransa’da “İkinci Cumhuriyet”in ilanı (22 Şubat 1848) gerçekleşince de oturma izni alıp, tekrar Paris’e döner. Brüksel’de kaldığı süre zarfında, Engels’le beraber, bir anlamda tarihi materyalizmin doğum belgesi olan “Alman İdeolojisi”ni ve “Felsefenin Sefaleti”ni kaleme almıştır. “Alman İdeolojisi” gerçekten de o zamana kadar toplumsal olayların açıklanmasının ilkesi olarak iş gören felsefî hümanizmin soyut insanı yerine, ekonomik yapıyı ve üretim ilişkilerini koyan ilk temel eserdir. Esasen, Marx’ın tarihi materyalizme yönelik bilahare yazmış olduğu eserler, “Alman İdeolojisi”nin geliştirilmesinden başka bir şey değildir demek de herhalde yanlış olmayacaktır. Paris’e gelen Marx, Fransa’daki vukuatı “Komünist Manifesto”nun kehanetlerinden bir kaçının gerçekleşmesi olarak değerlendirir. 1848 tarihli “İkinci Cumhuriyet”in ilanını takip eden aylarda Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da cumhuriyet taraftarı eylemler baş gösterir. Bunun üzerine Marx, Almanya’ya geçip Ren Gazetesini yeniden çıkarmaya ve komünizme yönelik faaliyetlerde bulunmaya karar verir. Köln’e gider ve 1 Haziran 1848’den itibaren gazeteyi yeniden çıkarır. Ne yazık ki bir yıllık neşriyata rağmen devrim yönünde herhangi bir sonuç alınamadığı gibi, yazılarından ötürü gazete yine kapatılır ve Marx da yine Almanya’yı terk etmek ve Mayıs 1849’da Fransa’ya dönmek zorunda kalır. Ancak Fransa’da da işler yolunda gitmemektedir. Fransa’daki istikrarsızlıkların arkasında sosyalist düşüncelerin bulunduğuna karar veren Bonaparte iktidarı onun Fransa’da kalmasına izin vermez. Bu nedenle Ağustos 1849’da Londra’ya giden Marx, ömrünün sonuna kadar artık İngiltere’de kalacaktır. Maalesef, Londra’da da onu kolay bir hayat beklememektedir. Her yerde olduğu gibi ekonomik zorluklar burada da devam edecektir. Bu sefalet hayatı içerisinde kendisine uzanan yardımcı el de yine, içinden ekseriya günlük ekmek parası çıkan mektupların sahibi Engels’tir. Hatta Engels, bir çaresini bulmuş ve Marx’ı New-York Tribun muhabiri tayin ettirerek ona iyi-kötü bir gelir kaynağı da temin etmiştir. Böylelikle geçim sıkıntılarından bir nebze olsun kurtulan Marx, Engels’in de teşvikleriyle toplumsal olayların, ekonomik izahına dair yazmayı planladığı eser için British Museum’a kapanmaya karar verir. Yazılması planlanan eser “Kapital”in birinci cildi, hayli uzun bir aradan sonra ancak 1867yılında yayınlanır. Kapital’in yayınlanmasıyla 1845 Temmuz-Ağustos aylarındaki İngiltere seyahati ertesinde Engels’le birlikte gerçekleştirmeyi kararlaştırdıkları iki şey, (toplumsal olayların, ekonomik izahına dair eser yazımı ve komünist parti kuruluşu için çalışmak) esasen gerçekleşmiştir (1865’te de Sosyalist Enternasyonal Londra’da toplanmıştı). Ancak bu iki unsur sayesinde gerçekleşeceği düşünülen asıl şey, yani “Alman İdeolojisi”nde ve “Komünist Manifesto”da belirtilen “devrim” ve “sosyalizm” hala gerçekleşememiştir. Devrim ve sosyalizm hayalleri, 1877 yılında iyice kırılır. Bu sene zarfında, Almanya’da yapılan seçimlerde sosyalist vekillerin sayısı yalnızca 6’dan 13’e çıkabilmiş, bu da bir önceki seçime nispetle sadece meclisin %3’ünü oluşturabilmiştir. Seçimlerden bir yıl sonraki, imparatora yönelik suikast tertibiyse devrimin aksi yönde gelişmelere neden olmuş, hadise yalnızca sosyalist partilerin kapatılmasına yol açmıştır. Sonraki senelerin Fransa’sında Marxist renk taşıyan sosyalist bir parti kurulmuş ise de parti teşkilatı, Londra’da bulunan bir yabancının yani Marx’ın partiyi kontrol etmesini reddetmiştir. İngiltere’de kurulan sosyal demokrat federasyonu, Marx’ın otoritesini kabul etmiş ise de propaganda kitaplarında, “İngilizlerin yabancıların nasihatlerinden hoşlanmadıkları” bahanesiyle adını zikretmeksizin Marx’ın düşüncelerini kullanmış, dolayısıyla burada da bağlar kopmak zorunda kalmıştır.
Ölümünden önceki birkaç yıl içerisinde, “Kapital” de “Devrim”le ilgili tartışmalar da Marx için ümit ve teselli kaynağı olma niteliğini tamamen kaybetmiştir. Tarihin ve toplumsal olayların ebedi kanunlarını bulduğunu zanneden bir insanın hususi tarihi, özetle şu olmuştur: Geçimini kendi emeği ile temin edemediği uzun ve sıkıntılı bir hayat; kendisini zamanla imha eden ve onu ortada yapayalnız bırakan perişan bir aile; akrabalarından ve dostlarından yardım talep eden bir düziye mektup koleksiyonu; kısa bir zaman sonra iflas eden muhtelif gazetecilik denemeleri; kurulmasını müteakip tartışmaların odağı olan ve hep kendi başına bela kesilen Enternasyonal tecrübeleri; nihayet tek bir adamın, Engels’in dostluğu ile son bulan bir ömür. 14 Mart 1883’te Karl Marx, Highgate Mezarlığına gömülürken, merasimde yalnızca iki damadı ile iki kızı, adları meçhul üç kişi ve bir de hayattaki tek dostu Engels bulunmuştur. Engels, bu yedi kişiye verdiği nutku şu sözlerle bitirir: “Dünyamızın en büyük mütefekkiri artık düşünemeyecek. Biraz sonra dünya, bu dev adamın ölümü ile nasıl boş kaldığını anlayacak, öte yandan ismi ve eseri gelecek asırların ebediliği içinde daima yaşayacak”.[2]
Şüphesiz Marx’ın en büyük eseri, son iki cildini ölümünden sonra Engels’in yayınlattığı “Kapital”dir. En büyük eseri “Kapital” ise de “Komünist Manifesto” belki de en yaygın okunanıdır. Bu iki esere ilaveten, tarihi materyalizmin ilk nüvesi olan “Alman İdeolojisi” de çok mühimdir. Marx’ın bu üç eserinin yanı sıra elbette ki diğer eserleri de ilk olmaları hasebiyle, tarihi materyalizm serisine dahil edilen başka yazarların eserlerinden daha müstesna bir yere konulmalıdır. Aslında Marx’ın eserlerinin hemen hepsi, “siyaset”in şu ya da bu yönüyle ilgilidir. Ancak, Marx için siyaset bir anlamda, ikincil (tali) derecede öneme sahiptir. Çünkü siyasetin pratiği de teorisi de kendilerinin ortaya çıkmalarına neden olan ekonomik sistemlerce belirlenmiştir. Yani ekonomi, hayatın her alanını yöneten temel faktördür.[3] Dolayısıyla siyaset üzerine konuşulacaksa muhakkak ki ekonomik eksende konuşulmalıdır. İşte burada, bu ölçü de göz önünde tutularak, “Alman İdeolojisi”, “Komünist Manifesto” ve “Gotha Programının Eleştirisi” adlı doğrudan politikayla alakalı üç temel eseri dikkate alınacak ve Marx’ın siyaset felsefesine yönelik düşünceleri üzerinde durulacaktır.
Marx’a göre, insanlar ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında umumiyetle hep yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Bu yanlış fikirlerden hareket ettikleri için de toplumsal ve siyasal ilişkilerini, maalesef her zaman yanlış düzenlemişlerdir. Beyinlerinin ürünü olan söz konusu tasarımlar, insanlar tarafından öylesine yüceltilmiştir ki yaratıcıları, kendi yarattıkları şeyler karşısında adeta korkuyla eğilmişlerdir. İnsanları, boyunduruğu altında ezildikleri bu kuruntulardan kurtarmanın tek yolu, toplumsal ve siyasal olayların açıklamasını, felsefî hümanizmin soyut ilkeleri yerine, ekonomik yapı ve üretim ilişkilerine bağlı olarak yapmaktan geçer. Hakikat şu ki muayyen bir tarzda üretim faaliyetinde bulunan insanlar, ona paralel yönde toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. Bu ilişkilerin birer anlatımı olan fikirler ya da tasarımlar yahut da bilincin tüm üretimleri, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde insanların maddî faaliyetlerine ve maddî alış verişlerine bağlıdır. Eğer bu düşünceler, daha doğrusu genel tanımıyla ideolojiler, insanların ilişkilerini “camera obscura”da (karanlık odada) imişçesine baş aşağı gösteriyorsa bu, tıpkı nesnelerin, gözün ağtabakası üzerindeki ters yansımasının fizikî bir süreç olarak meydana gelmesi gibi, onların da tarihî bir süreçten geçmelerinden kaynaklanmaktadır. Toplumsal ve siyasal olayların ekonomik yapı ve üretim ilişkilerine bağlı bir biçimde açıklanması, idealist felsefeler gibi, düşünceden varlığa, hayata doğru yürümez; aksine varlıktan yani hayattan düşünceye doğru yürür. Bir başka ifadeyle, etten ve kemikten canlı insanlara varmak üzere, ne insanların söylediklerinden, sembollerinden, tasarılarından; ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, sembolleştirildiği ve tasarlandığı biçimiyle insandan hareket edilir; tam tersine gerçek faaliyetleri içindeki insanlardan, fertlerden hareket edilir. Haddizatında hayatın ideolojik yansımalarının gelişmesi de zaten, insanların gerçek faaliyetlerinden hareketle ortaya konabilir. Bu yapıldığı taktirde, ideolojinin tüm alanları; hukuk, ahlak, din, bilim, felsefe ve bunlara tekabül eden bütün bilinç şekilleri özerk görünümlerini tamamen yitirir. Çünkü “hayatı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen hayattır”. Bu hayatî faaliyet süreci ortaya konur konmaz, gerçek tarih de hem ampristlerde olduğu gibi soyut ve cansız olayların bir derlemesi olmaktan hem de idealistlerde olduğu gibi hayalî öznelerin hayalî eylemleri olmaktan kurtulacaktır. Gerçeğin kendisini bu şekilde göstermesiyle birlikte, felsefe ya da ideoloji, realiteden bağımsız zannedilen “varlık” ortamını yitirir. Onun yerine, insanların tarihî gelişmelerinin incelenmesinden soyutlanmaları mümkün en genel sonuçların bir sentezi konmuş olur. Ancak, bu soyutlamalar da kendi başlarına, gerçek tarihten ayrı olarak ele alındıklarında herhangi bir değer taşımazlar. Olsa olsa tarihî malzemeyi daha rahatça sınıflamaya ve özel tabakalaşmaların ve yapılaşmaların artarda gelişlerini göstermeye yararlar. Kısacası, toplumsal ve siyasal ilişkilerin ne olduğu ve ne olması gerektiği üzerine bir açıklama yapılacaksa bunun yolu, felsefî ya da ideolojik spekülasyonlara müracaattan değil, üretim tarzından kaynaklanan ilişkilere ve yine buna bağlı olarak gerçekleşmiş olan insanların tarihî tecrübelerine müracaattan geçmektedir.
Marx, bilinçle sosyo-politik yapı arasındaki ilişkiyi şu şekilde de çözümler: Bütün çağlarda, egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir. Bir başka ifadeyle maddî gücü egemen olan sınıf, ideolojik gücü de egemen olan sınıftır. Maddî üretim araçlarına sahip olan sınıf, entelektüel üretimin araçlarına da sahiptir. Egemen düşünceler, egemen maddî ilişkilerin kavramsal ifadesinden, yani bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin rasyonalize edilmesinden başka bir şey değildir. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, üretim araçlarının yanında, bir bilince de sahiptirler ve elbette ki üretim araçlarının sahipliğini sürdürebilmek için de düşünürler. Dolayısıyla egemen oldukları toplumdaki düşüncelerin üretimini ve dağıtımını da düzenlemek zorundadırlar. Örneğin; aristokrasinin hüküm sürdüğü zamanlarda cesaret, yiğitlik, namus, şeref ve benzeri gibi kavramların yüceltilmesi de Batı burjuvazisinin hüküm sürdüğü ülkelerde özgürlük, eşitlik ve benzeri kavramların yüceltilmesi de “tekil hakikat” dayatan otoriter ve totaliter devletlerde herkesin şucu ya da bucu olması da şüphesiz egemen sınıftan kaynaklanmaktadır. Gerçekten de kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini almak isteyen her yeni sınıfın, hedeflerine ulaşabilmek için, kendi çıkarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak ve kendi düşüncelerini de tek mantıklı, tek geçerli düşünce olarak gösterme zorunluluğu vardır. Bu nedenle, her yeni sınıf, kendi egemenliğini, daha önce egemen olan sınıftan daha geniş bir temel üzerine oturtur. Ancak, egemen olan sınıfla egemen olmayan sınıflar arasındaki karşıtlıklar, bilahare hem derinliğine hem de keskinliğine büyümekten de asla kurtulamaz. Sınıf egemenliğinin delili, topluma “tekil hakikat” şeklinde resmi bir ideolojinin dayatılmasıdır. Feodal dönemde yapılan da modern toplumlarda yapılan da otoriter ve totaliter devletlerde yapılan da budur. Sınıf egemenliği; mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle toplumsal rejimin biçimi olmaktan çıktığı anda, yani egemen sınıfın özel çıkarı, kolektif çıkar olmaktan ya da “tekil hakikat” iddiasındaki resmi ideoloji “evrensel hakikat” olmaktan çıktığı anda, bütün aldatmacalar ve yanılsamalar da doğaldır ki kendiliğinden son bulacaktır. Bunun da yolu, elbette sömürünün ve baskının ortadan kaldırılmasıdır.
Toplumsal ve siyasal ilişkileri, insanların üretim tarzından kaynaklanan tarihî tecrübelerine müracaat etmeksizin, yalnızca felsefî ya da ideolojik spekülasyonlara müracaatla açıklama tavrını, dünyayı yorumlamakla yetinen, idealist filozofların yaklaşımıyla aynileştiren Marx, söz konusu durumu, şu fıkradaki olaya benzetir: “Bir zamanlar, saf adamın biri, insanların suda boğulmalarının, sadece ağırlık fikrine sahip olmalarından ileri geldiğini sanıyordu. Ona göre insanlar, bunun boş inançlara dayanan bir tasarım olduğunu anlayıp, bu tasarımı kafalarından çıkarıp atsalardı, artık her türlü boğulma tehlikesinden kurtulmuş olurlardı. Böylesi bir saf adam ömrü boyunca, bilimin ve istatistiklerin sayısız ve sürekli yenilenen kanıtlarına rağmen, ağırlık kuruntusuna karşı savaşır durur…” Marx’ın bu fıkradan hareketle anlatmak istediği ana tema şudur: Toplumsal ve siyasal ilişkileri ifade eden ideolojik formasyonlar, bir zihin işi değil, mülkiyet ilişkileriyle ilgili tarihsel gelişmenin bir sonucudur. Bu formasyonları oluşturan temel faktör de tarım, ticaret ya da sanayi biçimindeki üretim tarzları, yani somut tarihsel şartlardır. Bu açıdan bakıldığında; ilk tarihsel olay, temel ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan araçların üretimi, yani maddî hayatın kendisinin üretimidir. Maddî hayatın üretimi, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de öncelikli olan temel faaliyettir. İnsanların hayatlarını üretirken giriştikleri ilk toplumsal ilişki, aynı zamanda doğal da olan aile ilişkisidir. Başlangıçtaki tek toplumsal ilişki olan aile ilişkileri hem ihtiyaçların hem de nüfusun artmasıyla daha büyük ölçekli ve yeni toplumsal ilişkilere dönüşür. Bilinç denilen şey de esasen insanların birbirleriyle giriştikleri bu maddî alış-verişlerin zorunluluğuyla ortaya çıkar. Dolayısıyla bilinç, toplumsal bir üründür ve her zaman da öyle kalır. İlk evrelerde bilinç, hayatın doğallığından ötürü, basit bir sürü bilincidir. Kabile ya da aşiret bilinci de denilen bu sürü bilinci; nüfusun, ihtiyaçların ve dolayısıyla işbölümünün ve üretkenliğin de artmasıyla gelişir ve olgunlaşır. Öte yandan işbölümü, maddî ve entelektüel bir işbölümüne dönüştüğü andan itibaren gerçek işbölümü haline gelince, bilinç; mevcut pratiğin bilincinden başka bir şey olduğunu, gerçek bir şeyi temsil etmeksizin bir düşünceyi gerçek olarak temsil ettiğini sanmaya başlar. Buna bağlı olarak da ideolojiler üretmek durumunda kalır. Ancak, bilinç tarafından üretilen bu ideolojiler, önünde sonunda mevcut toplumsal ilişkilerin, mevcut üretici güçlerle çelişmesine de neden olur. Bu çelişmenin kaçınılmaz sonucu da tabii ki çatışma ve savaştan başka bir şey değildir. Aile içerisindeki doğal işbölümü, toplumun farklı farklı ve birbirine karşıt ailelere ya da gruplara ayrılışıyla birlikte doğallıktan çıkınca, bütün bu çelişkilere yol açar. Doğal olmaktan çıkan işbölümü, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da hem işin ve ürünlerinin eşit olmayan bir dağılımını, üleştirilmesini, hem de aynı zamanda tek bir ferdin ya da muayyen bir grubun çıkarıyla birbirleriyle ilişkisi bulunan bütün fertlerin (toplumun) kollektif çıkarları arasındaki çelişkiyi içerir. Haddizatında asıl çelişki, özel çıkar ile kollektif çıkar arasındaki çelişki olup; bu çelişki, kollektif çıkarı, devlet sıfatıyla ama her zaman aldatıcı bir ortaklık görünümü altında, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. İşbölümü tarafından determine edilen bu cinsten bütün örgütlenmelerin arka planında esasen, diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan sınıfın çıkarları bulunur. Buradan çıkarılması gereken sonuç, bu sınıfın, gerektiğinde kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere, siyasal iktidarı ele geçirmek zorunda olduğudur. Zaten, kollektif ve kollektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çatışan özel çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı kollektif çıkarların devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve frenlemesini zorunlu kılar.[4] Marx açısından bakıldığında, en büyük maddî ve entelektüel işbölümü, köy ile kentin ayrışmasıdır. Kent; köyün dağınıklığının ve sınırlılığının aksine; nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, ihtiyaçların, eğlencenin, vs., bir merkezde toplanması durumudur. Bu ayrışma, aşiret düzeninden devlete, yerellikten ulusallığa geçişle birlikte başlar. Kent ile köyün ayrışması; bir anlamda sermaye ile toprak mülkiyetinin ayrışması, yani sermayenin toprak mülkiyetinden bağımsız bir biçimde gelişmesi, tek temeli emek ile değişim olan özel mülkiyetin başlangıcı şeklinde de kavranabilir. Kentin varlığı; yönetimin, askerin, polisin, adliyenin, verginin, dolayısıyla genel olarak siyasetin zorunluluğunu da içerir. İşte; doğrudan doğruya üretim araçlarının sahipliği ve işbölümüne dayanan bu ayrışmaya paralel, nüfusun iki büyük sınıf halinde bölünmesi ve egemen sınıfın baskı aracı olarak da devletin ortaya çıkması tamamen bu zorunlulukların bir sonucudur. Kısacası devlet, komünal mal birliğinden ayrışan özel mülkiyetin ve özel çıkarların teşekkülü neticesinde, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, diğer sınıfları egemenliği altında tutabilmek maksadıyla, manipülatif kollektivitenin, bir aldatmacadan ibaret olan genel çıkarların muhafazası adı altında örgütlenmesinden ve bu örgütün, toplumun dışında muayyen bir varlık kazanmasından başka bir şey değildir.
Marx, bu açıklamalarını Batı Avrupa’nın tarihi tecrübesinden hareketle şu şekilde de temellendirir: Ortaçağda, toprak mülkiyetini elinde tutan senyörler için boğaz tokluğuna çalışan serflerin, refah ve özgürlük ümidiyle kaçtıkları kentlerde, birlikte getirdikleri basit avadanlıklardan ibaret olan sermayeleri dışında, yegâne mülkiyetleri, özel emekleriydi. Kentte karşılaştıkları şeyse, kapılarının kalifiye olmayan kişilere kapalı tutulduğu, zanaatçıların aynı zamanda tacir de oldukları, değişik meslek gruplarının ekonomik örgütlenmelerini ifade eden lonca sistemiydi. Serfler, bu sisteme karşı da güçsüzdüler. Emeklerine ihtiyaç duyulsa da kentteki örgütlü rakiplerinin çıkarlarının kendilerine tayin ettiği durumu kabul etmek zorundaydılar. Serfler için şu iki ihtimalden biri kaçınılmazdı: Ya onların yaptıkları iş, bir loncanın yetki alanına giriyordu ve öğrenilmesi gerekiyordu, o taktirde bu loncanın ustaları onları kendi kurallarına bağımlı kılıyorlar ve onları kendi çıkarları yönünde örgütlüyorlardı; ya da onların işi, bir meslek alanına girmeyen gündelikçi bir iş olduğundan, çıraklığı gerektirmiyordu ve bu durumda da hiçbir zaman bir örgüt yaratmaya yaklaşmadan yaşıyorlardı. Serfler için sonuç, köyde olduğu gibi kentte de sisteme dişli olmaktan öteye gitmiyordu. Diğer taraftan, kentlere sürekli akın eden serflerin kendi aralarındaki rekabeti, değişik meslek grupları arasındaki çıkar çatışmaları ve köyle kent arasındaki daimi savaş, feodaliteyi ve loncaların çıkarlarını korumak üzere, devlet olarak, kentlerde örgütlü bir askeri gücün varlığını zorunlu kılmaktaydı. Bu nedenden ötürüdür ki Ortaçağın, sisteme karşı köyden başlayan büyük ayaklanmalarının hemen hepsinin kaderi, serflerin dağınıklığı ve kalitesizlikleri yüzünden, daima başarısızlık olmuştur.
Marx’a göre işbölümünde, lonca sisteminden bir sonraki genişleme ve gelişme, üretimle ticaretin ayrılması ve özel bir tacirler sınıfının doğuşudur. Ticaretle uğraşan özel bir sınıfın doğuşu, ticaretin, kentin sınırları ötesine genişlemesine ve ilkel sınırlılığın ve yöreselliğin yavaş yavaş kaybolmasına vesile olmuştur. Çeşitli kentler arasındaki işbölümünün ilk sonucu da loncalar sisteminden kurtulan mekanik üretim dallarının, “manüfaktür”lerin doğuşudur. Manüfaktürlerin açılıp gelişmesinin öncelikli tarihi şartı, yabancı ülkelere yapılan ticarettir. Bu öncelikli şartlara ilaveten, manüfaktürlerin istikrarı için nüfusun yoğunlaşması ve birkaç elde de olsa sermayenin temerküzü de gereklidir. Çoğunlukla fazla bir beceri istemeyen ve kısa sürede sayısız kollara bölünen mekanik üretim tarzı, doğası gereği lonca sistemini dışlamış, hatta köylere ve kasabalara da yayılarak yeni yeni kentlerin kurulmasına neden olmuştur. Manüfaktür, loncalara karşı, kalifiye olmadıklarından ötürü kendilerini dışlayan veya çok az paraya çalıştıran köylüler için, bir anda sığınak haline de gelmiştir. Manüfaktürle birlikte işçi – işveren ilişkilerinde de değişiklikler olur. Loncalardaki çırak ya da kalfalarla ustalar arasındaki ataerkil ilişkiler, manüfaktürde yerini işçilerle (emekçilerle) sermaye sahipleri (kapitalistler) arasındaki para ilişkilerine bırakır. Öte yandan, farklı uluslar da yine manüfaktürle birlikte yeni rekabet ilişkileri içine girerek, koruyucu gümrük hakları veya yasaklar yoluyla sürdürülen ticari mücadeleye başlarlar. Bundan böyle, artık ticaretin siyasî bir anlamı da vardır. Ticaretin siyasî bir anlam kazanmasıyla işbölümünde ikinci genişleme dönemi başlamıştır. Bu dönem on yedinci yüzyılın ikinci yarısından, on sekizinci yüzyılın sonuna kadar sürer. Manüfaktür ikincil plana düşerken ticaret ve denizcilik ön plana çıkar. Ticaret kentleri, özellikle limanlar, rölatif de olsa medeni bir seviyeye ulaşıp, büyük burjuvazinin kentleri haline gelirler. İkinci planda kalan manüfaktür (küçük sanayi) kentlerindeyse yürürlükteki zihniyet, küçük burjuvazi zihniyeti olur. Sömürgecilik yaygınlaşır ve sömürgeler büyük tüketiciler haline gelir. Sömürgeci ulusların rekabetteki başarısını belirleyen şey de tabiatıyla savaşlardır. Bu dönemin bir diğer ayırt edici özelliği de altın ve gümüş ihracatı yasağının kalkması, para ticaretinin, bankaların, devlet borçlarının, kağıt paraların, fonlar üzerindeki spekülasyonların, borsa oyunlarının, genellikle para sisteminin doğuşudur. Ortaçağdan itibaren gelişmeye başlayan işbölümü ve özel mülkiyetin en ileri aşaması; manüfaktür, ticaret ve sömürgecilik neticesinde oluşan büyük dünya pazarının taleplerini karşılamak üzere kurulan büyük sanayidir. Ekonominin gelişim aşamalarının diğerlerinde olduğu gibi, bu aşamasında da en büyük temsilci İngiltere’dir. Pratikte ticaret özgürlüğünü temsil eden büyük sanayi, rekabeti evrensel kılar. Himayeci gümrükler, onda ticaret özgürlüğü içerisinde geçici bir savunma silahıdır. Yeni ulaşım araçları vasıtasıyla modern dünya pazarını kuran büyük sanayi, ticareti sanayinin egemenliği altına sokar. Böylelikle her sermaye, sanayi sermayesi haline gelir. Doğal bir biçimde doğmuş kentlerin yerine mantar gibi biten modern kentler yaratır. Büyük sanayi, evrensel ölçekteki rekabet yoluyla bütün bireyleri kazanç hırsıyla enerjilerini azami bir gerilim derecesinde tutmaya zorlar. Başta doğa bilimleri olmak üzere her türlü bilgiyi sermayenin emrine verir. Ahlak, din, hukuk gibi ideolojileri mümkün olduğunca yok eder. Neticede bütün doğal ilişkiler, bir para ilişkisi haline gelir. Genel olarak büyük sanayi, bütün toplumlarda, bireyler ve sınıflar arasında aynı türden ilişkiler yaratır ve ulusların özel karakterini de yok eder. Nihayet, her toplumun burjuvazisi kendi özel çıkarlarını muhafaza etmekteyse de büyük sanayi, bütün toplumlarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için milliyetin çoktan yok olduğu, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda ona karşı çıkan bir sınıf yaratmış olur. Geri kalan sınıflarsa, emeğinden başka özel bir mülkiyeti olmayan emekçiler, işçiler, proletaryadır. Marx, üretim tarzına ve üretim ilişkilerine bağlı olarak ilerleyen bu tarihî gelişmeye aykırıymış gibi görünen fetihçi toplumsal ve siyasal yapılanmaları da şu şekilde izah eder: Savaşların bizatihi kendilerinin, tarihi gelişmelerin itici gücü biçiminde değerlendirilmesi kesinlikle doğru değildir. Çünkü savaşların arka planında da yine ekonomiyle ilgili somut nedenler vardır. Şöyle ki; fetihçi toplumlarda geleneksel ve ilkel üretim tarzlarından başka bir tarz mümkün olmadığından, nüfusun çoğalması zorunlu bir şekilde yeni üretim araçları ihtiyacını doğurur. Bu ihtiyacın giderilmesinin mevcut şartlardaki en kolay yolu da şüphesiz savaş olmaktadır. Örneğin, Antik dönemde savaşlar neticesinde insanların bir kısmının köleleştirilerek üretim aracı haline getirilmelerinin veya Roma’nın Hun Türkleri tarafından ya da Bizans’ın Osmanlı Türkleri tarafından yıkılışının gerçek nedeni yine ekonomiktir. Öte yandan, galibiyetle el konulan nesnelerin, üretim araçlarının da yahut fethedilen toplumun bir bütün olarak üretim tarzının da galipleri bir biçimde şekillendirdikleri inkâr edilemez bir gerçektir. Galip de olunsa üretim zorunluluğu, üretim güçlerinin gelişim evresine uygun düşme zorunluluğunu beraberinde getirir.[5]
Tarihî süreç içerisinde, üretim tarzı ve üretim ilişkilerindeki değişime bağlı olarak gelişen modern sanayi toplumlarındaki temel belirleyici ilişki biçimi acaba nedir? Marx’ın bu soruya verdiği tek cevap; geçmişteki tüm toplumlarda olduğu gibi, modern toplumda da yalnızca çatışma, yani rekabettir. Gerçekten de rekabet, modern sanayi toplumlarında sadece burjuva ve proleter kitleleri değil, bütün bireyleri birbirinden ayırır. Rekabet halindeki bireyler, birbirlerine düşmandırlar. Rekabetteki bireylerin bütün varlık koşulları, özel mülkiyet ve emek çerçevesinde belirlenir. Özel mülkiyet, işbölümü içerisinde, emeğe karşıt olduğu ölçülerde ve birikim zorunluluğuyla gelişir. İşbölümü yetkinleştiği ölçüde, üretim araçlarına sahip olanlar ve emekçiler arasındaki fark da iyice keskinleşir. Bir yanda, nesnel bir biçime bürünmüş bulunan ve bizzat bireylerin kendileri için kendi güçleri olmaktan çıkmış, özel mülkiyetin ve dolayısıyla sadece özel mülkiyete sahip bulundukları ölçüde bireylerin güçleri olan bir üretici güçler bütünü ve sermayedar burjuvalar; öte yanda da üretici güçlerden kopmuş ve bu yüzden de emeklerinin gerçek içeriklerinden yoksun, kendi emeklerine yabancı, soyut bireyler haline dönüşmüş proleter çoğunluk. Rekabet sayesinde toplum gittikçe artan bir biçimde iki büyük düşman kampa, birbirlerine karşı duran iki büyük sınıfa bölünecektir; burjuvazi ve proletarya. Modern sanayi toplumunda iktidarı ele geçiren burjuvazi, duygusal ilişki olarak her ne varsa hepsine son verir. Bireyler arasında çıplak öz çıkar ve katı peşin ödemeden başka bir bağ bırakmaz. Dinsel inancın ateşli ve kutsal coşkusunu, kahramanlık ruhunu, duygusallığı bencil hesabın buzlu sularında boğar. Kişisel değeri bir mübadele değeri haline getirir. Feodal dönemdeki dinsel ve politik aldatmaların maskelediği sömürünün yerine, onlardan daha manipülatif ideolojileri ve zorba, utanmaz ve çıplak sömürüyü koyar. O zamana dek saygınlığı olan bütün mesleklerin nişanelerini koparıp atar. Hukukçuyu, hekimi, din adamını, öğretmeni, şairi, yazarı, hemen hepsini kendisinin ücretli emekçileri yapar. Aile ilişkilerini örten mahremiyet peçesini yırtarak aile ilişkisini dahi bir ticari şirket ilişkisi durumuna indirger. Nüfusun, üretim araçlarının ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin dağınıklığını ortadan kaldırarak merkezileşmeyi yoğunlaştırır. Bu değişimlerin sonucunda, politik merkezileşme de zorunlu olur. Zayıf bağlarla birbirine bağlı yerel birimler, tek bir hükümet ve tek bir hukuk sistemi altında, tek bir ulus halinde birleşmek mecburiyetinde kalır. Burjuvazi; üretim araçlarını, üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte tüm sosyo-politik ilişkileri dinamik (devrimci) kılmaksızın yaşayamaz. Üretimin sürekli alt üst oluşu, toplumsal yapının kesintisiz sarsılışı, sonu gelmeyen bir hareketlilik ve güvensizlik, modern sanayi toplumunu daha önceki bütün toplumlardan ayırt eder. Ürünleri için pazar ihtiyacıyla motive olan burjuvazinin her yere sokulması, her yere yerleşmesi, dünyanın her tarafıyla ilişki kurması gerekir. Dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerin üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter kazandırır. Üretim araçlarının hızla gelişmesiyle ve ulaşımın her geçen gün en ileri noktalara varmasıyla burjuvazi, bütün ulusları, hatta en barbar kavimleri bile kendi uygarlığının seline katar. Onları yok olmayla karşı karşıya bırakarak kendi üretim biçimini kabullenmeye, kendisinin uygarlık dediği şeye ayak uydurmaya zorlar. En açık ifadesiyle o, kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmak ister ve neticede de bunu başarır. Ne var ki üretici güçlerle üretim/mülkiyet ilişkileri arasındaki zirveye ulaşmış olan çelişkiler, burjuva toplumunun da sonunu hazırlayacaktır. Burjuvazinin feodalizmi devirmekte kullandığı silahlar, burjuvazinin kendisine de çevrilecektir. Çünkü burjuvazi yalnızca kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları da yani proleterleri de yaratmıştır. Burjuvazinin geliştiği ölçüde ve oranda, sadece iş bulabildiği sürece yaşayabilen ve sadece emeği, sermayeyi çoğalttığı ölçüde iş bulabilen proleter sınıf da gelişmektedir. Modern sanayi, feodal dönemin ataerkil ustasının küçük atölyesini, kapitalistin koca fabrikasına çevirmiştir. Fabrikaya doluşmuş olan işçi yığınları, sanayi ordusunun askerleri, subayları, çavuşları ve erleri gibi hiyerarşinin komutası altında örgütlenmektedirler. Onlar yalnızca burjuva sınıfının, burjuva devletinin köleleri değil, makinelerin, üretimin de köleleridirler. Burjuva ve proleter ilişkileri; hedefin kazanç olduğu açıkça ilan edildiği ölçüde, daha aşağılık, daha nefret uyandırıcı ve daha isyan ettirici olacaktır. Modern sanayi daha da geliştikçe ve kol emeğinde gücün payı daha da azaldıkça, işçi sınıfı için cinsiyet, kadın-erkek ayrımlarının toplumsal geçerliliği de kalmaz. Orta sınıfın alt tabakaları; küçük esnaf, dükkân sahipleri, zanaatçılar, köylüler sınırlı sermayeleri modern sanayinin boyutlarına ulaşamadığı ve kapitalistlerle rekabette yutuldukları için giderek proletaryanın katına düşerler. Böylelikle, proletaryanın safları, halkın bütün sınıfları tarafından beslenmiş olur. Bu aşamadaki emekçiler, ülkenin her yerine yayılmış ve aralarındaki rekabetten ötürü de bölünmüş, dağınık bir yığın oluştururlar. Yer yer derli toplu örgütler meydana getirmek için birleşebilirlerse de bu henüz kendi etkin bilinçlerinin sonucu değil, politik amaçlarına ulaşmak için proletaryayı harekete geçirmek zorunda olan burjuvazinin birliği nedeniyledir. Bu durumdaki bilinçsiz, lümpen proleterler, kendilerinin asıl düşmanları olan burjuvaziye karşı değil, düşmanlarının düşmanlarına karşı; feodal sistemi muhafaza etmek isteyenlere veya rakip burjuvaya ya da sanayici olmayan küçük burjuvaziye karşı bir savaş halindedirler. Ancak, makineleşmenin yoğunlaşmasıyla tek tek işçilerle tek tek burjuvalar arasındaki rekabet ve çatışmalar, git gide daha çok iki sınıf arasındaki çatışma niteliğine dönüşür. Bunun üzerine işçiler, burjuvaziye karşı dernekler, sendikalar kurmaya başlarlar. Çıkarlarını koruyabilmek için birbirlerine kenetlenirler. Zaman zaman ortaya çıkan fiili çatışmalara hazırlık yapabilmek üzere de sürekliliği olan örgütler kurarlar. Bu ortamda ara sıra işçiler zafer kazansalar da bu tamamen geçicidir. Savaşımlarının gerçek meyvesi, işçilerin durmadan genişleyen birliğinde olacaktır. Şüphesiz, her sınıf savaşımı, aynı zamanda politik bir savaşımdır. Proleterlerin bir sınıf olarak ve bunun neticesinde bir politik parti olarak örgütlenmeleri çetin mücadelelerle birlikte çıkarlarının yasal olarak tanınmasını zorunlu kılacaktır. Sınıf savaşımlarının belirleyici anının yaklaştığı sıralarda, toplumun tümünde işleyen çözülme süreci, rekabet sayesinde öylesine zorlu, çarpıcı bir niteliğe bürünür ki egemen sınıfın küçük de olsa bir bölümü, kendini bu sınıftan koparır. Feodal dönemdeki değişim sürecinde, soyluların bir bölümünün burjuvazinin safına geçmesi gibi, şimdi de burjuvazinin bir bölümü, özellikle tarihin akışını teorik olarak kavrama seviyesine yükselmiş olan bölümü, proletaryanın safına geçer. Artık devrim, resmen de başlamıştır. Devrim, hem egemen sınıfı devirmenin yegâne yolu o olduğu için hem de devrimci sınıfın ancak bu yolla kendini geçmişin pisliklerinden kurtarıp toplumu yeniden dizayn edebilme imkânı bulabileceği için zorunludur. Proleterler, burjuvazinin mülk edinme biçimlerini ortadan kaldırmadan, toplumun üretici güçlerine tamamıyla egemen olamayacakları gibi, politik, resmi toplumu oluşturan bütün tabakalar üst yapısını havaya uçurmadan da kendi sistemlerini kuramazlar. Onlara düşen, şimdi, özel mülkiyetin bütün güvenlik ve güvencelerini ortadan kaldırmak olacaktır. Marx için geleneksel dönemdeki bütün tarihsel hareketler, azınlık hareketleri iken; proleter hareket, büyük çoğunluğun yararına, bilinçli ve bağımsız bir harekettir. Ayrıca, biçim olarak proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımı, başlangıçta ulus ölçeğinde ise de kendi ülkesinin burjuvazisiyle hesaplaşan proletaryanın asıl hedefi de şüphesiz dünya ölçeğinde birleşme olacaktır. Proletarya hareketinin önemi, şuradan da pekâlâ anlaşılabilir: Kapitalist burjuva sistemi de dâhil her toplum biçiminin, ezen ve ezilen sınıfların karşıtlığına dayandığı doğru ise de geçmişteki egemen sınıflar hiç değilse ezilen sınıfı ezebilmek için ona kölece varlığını sürdürebilmesine yetecek ölçülerde uygun şartlar temin ediyordu. Oysaki kapitalist burjuva sistemi ezilen sınıftan bu şartları bile esirgemektedir. Serflik döneminde serf gelişerek kendini komün üyeliğine; feodal dönemde küçük burjuva gelişerek kendini sermayedarlığa yükseltmişken, modern dönemin emekçileri sanayinin ve üretimin gelişmesine rağmen, yükseleceği yerde, kendi sınıfının varlık şartlarının gitgide daha da altına batmakta, emekçiler sürekli yoksullaşmakta ve yoksulluk nüfustan ve servetten daha hızlı artmaktadır. İşte bu durum bile göstermektedir ki burjuva, toplumda egemen sınıflığa layık değildir. Çünkü kölesine kölece bir hayat dahi temin etmemektedir. Proletarya hareketinin ortadan kaldıracağı şartlar, işte bu şartlardır.[6]
Marx’ın devrimle birlikte gerçekleşeceğini söylediği yeni sistem, sosyalizm ve bir sonraki aşama olarak da komünizmdir. Ona göre zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyleri olmayan proleter-emekçi sınıfın devrimdeki ilk adımı, proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek ve gerçek demokrasi savaşımını kazanmak olacaktır. Proletarya, tesis edeceği siyasal üstünlüğünü, sermayeyi burjuvaziden koparıp almak, üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın (proletarya diktatörlüğü) elinde toplamak ve üretici güçlerin miktarını olabildiğince artırmak için kullanacaktır. Şüphesiz ilk etapta, burjuva üretim şartlarına ve mülkiyet ilişkilerine karşı despotça-diktatörce saldırılara girişilecek ve dolayısıyla eski toplum düzenine ve üretim biçimine karşı her türlü önlem alınacaktır. Proletarya Diktatörlüğü tarafından alınacak önlemler her ülkenin kendi şartlarına göre ayarlansa da genel olarak yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir:
1) Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve işlenmemiş toprakların iyileştirilip bir plan dâhilinde tarıma açılması.
2) Ağır bir servet ve gelir vergisi konulması.
3) Her türlü miras hakkının kaldırılması.
4) Proleter devrime isyan etmeye kalkışanların her türlü mülkiyetine el konulması.
5) Kamu sermayesiyle işletilen ve mutlak tekel uygulayan ulusal bir banka aracılığıyla kredilerin devletin elinde tutulması.
6) Haberleşme ve ulaşım araçlarının devletleştirilmesi.
7) Kamuya ait fabrikaların çoğaltılıp geniş istihdam imkânı yaratılması.
8) Herkes için eşit çalışma yükümlülüğü getirilmesi.
9) Tarımın imalat sanayileriyle bağlantılı duruma sokulması.
10) Ülke nüfusunun dengeli dağılımını yapıp, köy ve kent ayrımının yavaş yavaş ortadan kaldırılması.
11) Bütün çocuklar için kamu okullarında parasız eğitim sağlanması ve eğitimin sanayi üretimiyle koordineli biçimde yürütülmesi.
Marx’a göre, sosyalist sistemin istikrar kazanmasıyla beraber, sınıf ayrımları ortadan kalkınca ve üretim de ulusun tümünü içerisine alan geniş bir organizasyonun elinde toplanınca, kamu gücünü temsil eden devlet, siyasal niteliğini kaybedecektir. Çünkü proletarya, burjuvaziye karşı savaşımında şartların gereği olarak kendisini örgütlü bir sınıf şekline sokmuş ve devrim yoluyla kendisini egemen sınıf durumuna getirmişse de eski üretim şartlarını zorla süpürüp atınca, sınıf karşıtlıklarının ve genellikle sınıfların varlık şartlarını da süpürüp atmış ve böylelikle de bir sınıf olarak kendi üstünlüğünü de ortadan kaldırmış olacaktır. Dolayısıyla da bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmesinden başka bir şey olmayan siyasal iktidar, yani devlet de yok olacaktır. Sonuçta, burjuva toplumunun, sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının yerini, her bireyin özgür ve eşit gelişiminin zeminini teşkil eden bir birlik alacaktır ki işte bu sistemin adı komünizmdir.[7] Aslına bakılırsa Marx, çok net bir sosyalizm ve komünizm ayrımı yapmaz. Onun yerine, komünizmin birinci ve ikinci aşamalarından bahseder. Devrimle birlikte kurulan “proletarya diktatörlüğü” komünizmin ilk aşamasını, burjuva kalıntılarının tasfiyesi neticesinde ulaşılacak olan sınıfsız ve devletsiz toplum da ikinci ve nihaî aşamayı oluşturacaktır. Bu çerçevede olmak üzere, “Gotha Programının Eleştirisi”nde, ikinci aşama çok mücmel kalsa da ilk aşama epeyce ayrıntılı bir biçimde anlatılır. İlk aşamada; üretim araçları ortak mülkiyet altına alınacak, merkezi planlama aracılığıyla herkese iş verilip, yine herkese üretime katkıda bulunduğu oranda pay dağıtılacak. Üretime ait olmayan; okullar, sağlık hizmetleri, ulaşım ve iletişim hizmetleri gibi, genel yönetim giderlerinin ortaklaşa karşılanması için net toplumsal üründen gerekli kesintiler yapılacak ve üretime katkıda bulunamayanlar için de sosyal güvenlik temin edilecektir. Üreticiler ürünlerini mübadele etmeyecek ama emek gücünü yalnızca topluma satacakları için sınıflaşma da sömürü de söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla komünizmin nihai aşaması da topluluk uğruna kendilerini, yaratıcı çalışma yoluyla özgürce gerçekleştiren ve ihtiyaçları oranında toplumsal üründen pay alan bireylerin bir birleşmesi olacaktır.[8]
Karl Marx, şüphe yok ki kapitalist sistemin bir analisti ve ekonomistidir. O, her şeyden önce bu sistemin insanları uğrattığı kaçınılmaz yazgının teorisini yazmıştır. Ancak bu teorinin bir takım belirsizlikleri içerdiği de açıktır. Bu belirsizliklerin felsefî nitelikteki birincisi, tarihsel yasanın doğasıyla ilgilidir. Marx’ın materyalist tarih yorumu, bireye aşkın bir evrim tasarısıdır. Buna göre, üretim güçleri ve üretim/mülkiyet ilişkileri diyalektik bir ilişki içerisindedir. Bu çelişki, sınıf kavgası vasıtasıyla kendi kendini yok eder ve bir başka forma dönüştürür. Eğer bu yorum doğru kabul edilecekse kapitalizmin yıkımı ve çelişkisiz bir toplumun ortaya çıkışına yönelik çıkarımlar tahminden öte bir değer taşımayacaktır. Çünkü tarihi belli olmayan bir olayla ilgili bir kestirimin fazla bir anlamı yoktur. En azından böyle bir yasadan bahsedilemez. Öte yandan diyalektik yorum ne devrimin zorunluluğunu ne de kapitalizm sonrası toplumun çatışmacı olmayan niteliğini garanti edebilir. İkinci bir belirsizlik, devrimci zorunluluk adı verilen şeyin doğasıyla ilintilidir. Devrimci değişimi tarihsel incelemenin tek doğru sonucu olarak değerlendiren Marx’ın bu konudaki bilimsellik iddiası da oldukça zorlama bir yorumu içermektedir. Teorinin bir başka belirsizliği, temel kavramların, özellikle altyapıve üstyapı kavramlarının içeriğinden kaynaklanmaktadır. Genelde altyapı adı verilen ekonomi, bir toplumun teknik donanımı ve işin örgütlenmesi olarak görülmekte ise de bir kültürel yapının teknik donanımı bilimsel bilgisinden ayrı tutulamaz. Oysaki bilimsel bilgi, düşünce alanına dâhil olup, üstyapıya aittir. Yani üretim gücü olarak tanımlanan altyapı, üstyapıya ait olması gereken öğeleri de içerir. Kısacası neyin altyapıya, neyin üstyapıya ait olduğunu ayırt etmek hayli güç olduğu gibi, altyapının üstyapıyı belirlediğini söylemek de hayli güçtür. Olsa olsa karşılıklı bir etkileşimden bahsedilebilir. Benzer bir biçimde, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi belirlemek de o kadar kolay değildir. Diğer taraftan bir toplumsal sınıfın ne olduğu da çok belirsizdir. Dahası çatışmasız, rekabetsiz bir toplumsal sistem kurulsa bile bu sistemde siyasetin ve devletin ortadan kalkabileceğini savunmak, belki de teorinin en kolay çürütülebilir yanıdır. Üretim ve tüketimin koordinasyonunun artık olmadığı mutlak bir bolluk dönemi ve mutlak iyi insan doğası düşünülmedikçe, kural-uygulama çerçevesinde de kalsa siyasetin ve dolayısıyla devletin ortadan kalkması imkânsızdır. Üretim ve dağıtımın muayyen bir örgütlenme biçiminin yönetim sorununu tamamen çözeceğini düşünmek kesinlikle yanlıştır.[9] Bütün bunlara rağmen, Marxist düşüncenin etkisi hiçbir zaman kuruyup tükenecek gibi de değildir. Bugün için geleneksel anlamda Marxist olmak, teorik ve pratik açıdan imkânsız gibi görünse de farklı bir anlamda Marxist olmak pekâlâ mümkündür. Sömürünün ve yabancılaşmanın eleştirisi, büyük önemde olmaya halâ devam etmektedir. Daha iyi bir toplum, bütün insanlara ancak insanların yapabileceği şeyleri yapma imkânı veren, eşit ve özgür insanlardan oluşan bir toplum tasavvur etmek, kötü görülebilir mi?[10]
[1] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Çev., E. Öz, Metis Yay., İstanbul, 2003.
[2] Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Karl Marx ve Sistemi, Ötüken Yay., İstanbul, 1976.
[3] D. Thomson, Siyasi Düşünce Tarihi, Çev., S. Taşçı, Metropol Yay., İstanbul, 2002.
[4] K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1976.
[5] K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1976.
[6] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.
[7] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.
[8] Karl Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Çev., İ. Yarkın – M. A. İnci, İnter Yay., İstanbul, 1999.
[9] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev., K. Alemdar, İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1986.
[10] Jon Elster, Marx’ı Anlamak, Çev., S. Lim, Liberte Y., Ankara, 2004.