Fransız filozof J. J. Rousseau; “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” üzerine yaptığı incelemede, idealindeki ülkeyi tasvir ederken mealen şöyle diyor: “Seçecek durumda olsaydım, insanların özgürce yaşadığı; devletin ve halkın çıkarlarının aynı olduğu, hukuktan başka efendinin bulunmadığı, yalnızca kanunların otoritesiyle güvenliğin sağlandığı; yurt sevgisinin kuru toprak sevgisi olmaktan çıkarılıp, yurttaş sevgisi haline getirildiği, yönetime sadece yurttaşların en yetenekli, en dürüst ve en erdemli olanlarının seçildiği bir ülkede yaşamak isterdim.
Bu ise ancak kanun yapma hususunda yurttaşların eşit hakka sahip olduğu, iktidarın yalnızca halkın iradesine ve rızasına dayandığı, hiç kimsenin kanunlara üstünlüğünden söz edilemediği bir cumhuriyet rejimiyle kabildir. Şüphe yok ki herhangi bir ülkede kanunlara tabi olmayan bir kişi (tek-adam) varsa geri kalan herkes zorbalıkla o kişinin keyfine ve insafına bağlanmış demektir. İnsanların değerden düşürüldüğü, angaryalarla aşağılanıp, köleleştirildiği böylesi şartlar altındaysa elbette hiç kimse için güvenlik yoktur. Binaenaleyh başkalarının tahakkümüne maruz kalmak da başkalarına tahakküm etmek de nefret edilesi bir durumdur. Nefret edilesi durumlardan kurtulmaya çalışmaksa insanın tabiatının gereğidir…”
Rousseau’nun idealize ettiği rejim, siyasî eşitlik ekseninde toplum sözleşmesi ile kurulan cumhuriyet; karşı çıktığı rejimlerse eşitsizliği öngören otokratik, hiyerarşik rejimlerdir. Ona göre iki tür eşitsizlik vardır. İlki tabiat itibarıyla sahip olunan nitelikler; siyah ya da beyaz, sarışın ya da esmer, uzun ya da kısa, erkek ya da kadın gibi bir insanı diğerinden daha değerli kılmayan, bedensel ve zihinsel yetenekler arasındaki farklardan kaynaklanan “doğal eşitsizlik”. Aslında doğal eşitsizlik, üzerinde durulması gereken bir eşitsizlik değildir. Çünkü eşitsizliğin sebebi “doğallık” kavramının tanımlamasında mevcuttur ve toplumsal statü sebebi de değildir. Zaten insanlar üç aşağı beş yukarı aynı veya benzer doğal niteliklere sahiptirler… Eşitsizliğin ikinci türüyse insanların şu ya da bu nedenden ötürü kabullenmek zorunda kaldığı “siyasî eşitsizlik”tir. Siyasî eşitsizlik; birilerinin, başkaları karşısında apriori, avantajlı konumunu ifade eder. Mesela birileri her nedense doğuştan daha çok mülkiyete ve itibara sahiptir ve dolayısıyla da başkalarına emretme yetkisini haizdir. Bu sebeple de onların, başkalarına boyun eğdirmiş olmak gibi muhtelif toplumsal ayrıcalıkları vardır. Gerçek eşitsizlik ve üzerinde durulması ve karşı çıkılması elzem olan eşitsizlik, şiddetin de başlıca kaynağını teşkil eden siyasî eşitsizliktir… Doğal eşitsizlikle siyasî eşitsizlik arasında korelatif bir bağ bulunup, bulunmadığını tartışmak abesle iştigaldir. Çünkü bu, emretme yetkisini haiz olduğu kabul edilenlerin itaat etmek zorunda kalanlardan daha değerli olmasının zorunlu olup olmadığını ve beden ya da akıl gücünün, bilgelik ya da erdemliliğin hep aynı kişilerde ve güçleri ya da zenginlikleri ile orantılı olarak bulunup, bulunmadığını sorgulamaya varacaktır ki böyle bir tartışma becerikli köleler arasında bahis mevzuu yapılabilir ise de hakikati arayan rasyonel ve özgür insanlara uygun düşmeyen bir kıyas-ı maal farıktır…[1]
Besbelli ki Rousseau; rasyonel ve özgür insanın tarih boyunca hep talep ettiği, insanca varoluşun da temelini oluşturan siyasî eşitliğin, cumhuriyet ideali için nihaî hedef olması gerektiğini vurgulayarak, ehemmiyetini gözler önüne serme çabasındadır. Açıkçası kayıtlı tarihin büyük bir bölümünde insanların siyasî eşitler olarak muamele görme hakkı talebi tehlikeli bulunmuş ve otokratik, hiyerarşik rejimler tarafından da yıkıcı bir düşünce gözüyle değerlendirilerek takibata ve cezaya uğratılmıştır. Bu talep, on sekizinci yüzyıla gelindiğinde ancak kamuoyu önünde normal karşılanmaya başlanmış ise de bugün dahi cumhuriyetçi ya da demokratik olduğu söylenen çoğu ülkede bir hedef olarak hâlâ hayata geçirilememiştir. Mesela; Türkiye’nin bugün dahi en önemli sorunlarından birini teşkil eden “Kürt meselesi”, şüphe yok ki kaynağını Türk ve Kürt vatandaşların siyasî eşitsizliğine borçludur. (https://www.youtube.com/watch?v=bnporGO9MU0). Vicdanı bütün bütün sukut etmemişler için sormak lazım; Kürtlerin anadilde eğitim hakkı yoksunluğu eşitsizliğin yeterli delil değil midir? (https://www.youtube.com/watch?v=qD18bR-YAc4) / (https://www.youtube.com/watch?v=Q-5TGtDj7C0). Bir Türk olarak kendi anadilimle eğitim hususunda ısrarcı olmam benim için ne kadar tabii ise haysiyetli bir Kürt için de kendi anadili ile eğitim hususunda ısrarcı olması o kadar tabiidir. Aksini savunmak ahlakla da akılla da telif edilemez. Açıkçası siyasî eşitlik, reddedilmesi kolay olmayan iki temel postülaya dayanır. Birincisi, bütün insanların doğaları itibarıyla “eşit değere sahip” oldukları ve hiç kimsenin bir başkasından doğası gereği daha değerli olmadığı; ikincisi de toplumsal ilişkilerin tanziminde herkesin iyiliğinin ya da faydasının eşit derecede göz önünde bulundurulması gerektiği şeklindeki ahlakî hükümdür. Ahlakî hükümden kasıt; Yunus Emre’nin dillendirdiği “Sen sana ne sanırsan, ayruğa da onu san.” şeklindeki “altın kural” çerçevesinde verilen hükümdür. Altın kurala uygun düşmeyen bir hükmün ahlakiliğinden de dolayısıyla yasallığından da söz edilemez…
Acaba “siyasî eşitlik” gibi ahlakî hükümlerin pratiğe aktarılması hususunda insanları harekete geçiren temel unsur nedir? İmtiyazlı katmanlarla aşağı katmanlarda bulunan bazı insanları siyasî eşitlik konusunda ısrarcı kılan motivasyonun kaynağı ne olabilir? Akıl mı yoksa diğergamlığa yol açan empati, şefkat, merhamet, acımak, gibi duygular mı? Yahut da bütün bunların hepsi mi? Alman filozof Immanuel Kant’a göre; akıl, adalet arayışında insanın yalnızca rehberi değil, tabiatının onu ahlakî eyleme sevk edebileceği yegâne melekesidir. Herhangi bir hüküm, ahlak hükmü olarak geçerli olacaksa yani bir yükümlülük nedeni sayılacaksa mutlak zorunluluk taşımalıdır. Mutlak zorunluluksa apriori olarak doğrudan doğruya saf aklın kavramlarında aranmalıdır. Bu kavramlar; en yüksek derecede kurgusal olan insanın aklında bulunduğu gibi, en sıradan insanın aklında da bulunur. Aklın insan iradesi için zorlayıcı olduğu ölçüdeki tasarımına yani emirlerine buyruk denir. Bütün buyruklar, bir “gerek”le seslendirilirler ve bir şeyin yapılmasının ya da yapılmamasının iyi olacağını söylerler. Buyruklar ya hipotetik (şarta bağlı) ya da kategorik (kesin) buyruk olarak emrederler. İlk buyruklar, insanın ulaşmak istediği başka bir şeye araç olarak (bigayrihî/ligayrihî) ortaya konurken; ikinci tür kategorik (kesin) buyruklar, bir eylemi, herhangi bir amaçla ilgi kurmadan (bizâtihî/lizâtihî) zorunlu olarak sunarlar. Kategorik (kesin) buyruklarda özce iyi olan “niyet”tir ve işte bu nedenle yalnızca kategorik (kesin) buyruklara ahlaklılık buyruğu denilebilir. Kant, kategorik buyruğu şu cümlelerle dile getirir: “Ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin maksime (ilkeye) göre eylemde bulun.” Eylemin maksimi (ilkesi) sanki senin istemenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi eylemde bulun.” “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar, başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak şekilde eylemde bulun.”[2] Bu çerçeveden bakıldığında; besbelli ki siyasî eşitliği savunanlar kategorik (kesin) buyrukla, siyasî eşitliğe karşı çıkanlarsa hipotetik (şarta bağlı) buyrukla amel ediyorlar demektir. Yine mesela, pratik hayattaki düsturu “Gaye vasıtaları mubah kılar.” olan bir insan hipotetik (şarta bağlı) buyrukla; “Kem alatla kemâlât olmaz.” düsturuyla hareket edense kategorik (kesin) buyrukla davranıyor demektir. Kant; ahlakî hükümlerin hayata geçirilememesine temel sebep olarak da özgürlük düşmanlığı ile Tanrı’nın ve ahiret inancının (ölümsüzlüğün) reddini gösterir. Onun ifadeleriyle; özgürlüğün, Tanrı’nın ve ahiret inancının (ölümsüzlüğün) kabulü olmaksızın maalesef ahlakî hüküm boş bir kuruntudan ibaret kalır.[3] Acaba siyasî eşitliği öngören, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de kabul ettiği Birleşmiş Milletler Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’nde (18 Aralık 1992 tarihli ve 47/135 Sayılı Kararı) “Devletler gerektiğinde, azınlık mensubu kişilerin, hiçbir ayrımcılığa maruz kalmaksızın ve yasalar önünde tam bir eşitlik içinde, insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam ve etkin bir şekilde yararlanmalarını güvence altına alacak tedbirler almakla yükümlüdürler. Devletler, azınlık mensubu kişilerin, uygun biçimde, anadillerini öğrenmeleri veya ana dillerinde öğrenim görmeleri için yeterli imkânları yaratacak uygun tedbirleri almalıdırlar.” Madde 4’te ifade edilen hükümler, AKP iktidarı için boş bir kuruntudan mı ibarettir? Mesela, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet DAVUTOĞLU; Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Türkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Rusça dillerinde “Kadına Destek (KADES)” uygulaması adı altında hizmet vereceği duyurusuna yönelik, “Kürtçe destek niçin yok?” sualini sorarak, “Bu topraklarda şiddete karşı feryatlar ve ağıtlar Kürtçe de yükselir.” diye tepki gösterirken, haklı değil midir? Bu uygulama dahi AKP’nin, Kürtlerin temel-doğal haklarına boş bir kuruntu nazarıyla baktığını göstermez mi?
Siyasî eşitliği; yirminci yüzyılın en önemli siyaset filozoflarından Amerikalı John Rawls da şu şekilde savunmaktadır: Bir adalet tasarısı, esas olarak toplumun değişik kesimlerindeki temel hak ve ödevlerin ne şekilde tahsis edildiğine bağlıdır. Adil bir siyasal sistemde yurttaşların eşit hak ilkeleri benimsenmiş olmalıdır. Adalet; çoğunluğun lehine ağırlık konulmasına, azınlığaysa fedakârlık dayatılmasına izin vermez. Adalete güvensizlik, yurttaşlık bağlarını paslandırır, adalete dair kuşku insanları başka zamanlarda yapmaktan kaçınacakları eylemleri yapma hususunda yoldan çıkarır. Sözleşme hukukuna dayanmayan bir adalet tasarısı, adaleti tanzim edemeyeceği gibi, meşru olarak da addedilemez. Orijinal sözleşme; herhangi bir kişinin özel bir topluma kabulü veya özel bir hükümet tarzının tesisi anlamında değil, toplumun temel yapısı olan adalet ilkelerinin, tabii hal pozisyonundaki tespitine yönelik rehberlik edecek ana fikrin, eşit-rasyonel fertler tarafından tespiti olarak düşünülmelidir. Adalet ilkelerinin bu şekilde tanzimine “hakkaniyet olarak adalet” denir. Bir başka deyişle hakkaniyet olarak adalet; sosyal işbirliği kapsamındaki eşit-rasyonel insanların, temel hak ve ödevleri tayin etmekte esas aldıkları ilkeleri, müşterek bir kararla belirlemeleri demektir. Bu halin (orijinal pozisyon / tabii hal) ana özellikleri arasında; hiç kimsenin toplumdaki yerini, sınıfını, sosyal statüsünü bilmemesi ve paylaşılacak haklar ve ödevler hakkında herhangi bir malumata sahip olmaması şartları vardır. Yani adalet ilkeleri, bir nevi “cehalet perdesi” arkasında belirlenmektedir. Seçimin yalnızca bu biçimde yapılması, adalet ilkelerinin hiç kimsenin lehine ya da aleyhine olmamasını ve temel haklardaki eşitliği sağlar. Böylesi şartlar altında tespit edilen “iki temel adalet ilkesi” vardır: Birincisi: “Herkes, başkaları için tanınmış benzer özgürlüklerle uyumlu, en kapsamlı özgürlüğe eşit derecede hak sahibidir.” İkincisi: “Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler; ‘herkesin avantajına yönelik’ ve elde edilebilecek pozisyonlar da ‘herkese eşit olarak açık’tır.” Bu ilkeler seri bir düzen içinde ve birinci ilke ikinciye takaddüm edecek şekilde olup, hak ve ödevlerin yönetilmesini ve sosyal ve ekonomik avantajların nasıl dağıtılacağını belirler. Birinci ilke, yurttaşlar arasında siyasî eşitliği ve siyasî eşitliği garanti altına alacak kurumları gerektirir; ikinci ilkeyse refahın ve gelirin dağıtımını, yetkinin ve sorumluluğun kullanılmasında farklılık (eşitsizlik) yaratan organizasyonları düzenler. Mesela; siyasî özgürlükler (rey verme hakkı ve kamu görevi yapma hakkı), ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, eğitim özgürlüğü, psikolojik baskıdan ve fiziksel saldırıdan korunma hakkı, mülkiyet hakkı, keyfi olarak tutuklanmama ve yakalanmama hakkı, gibi temel haklar eşit özgürlük anlamında birinci ilke kapsamındayken; gelirin ve refahın dağıtılmasında meydana gelebilecek farklarla (eşitsizlikler) yetki ve sorumluluk pozisyonu farkları herkesin avantajına ve herkese eşit olarak açık (fırsat eşitliği) bulunduğundan ikinci ilke kapsamındadır. İkinci ilke kapsamındaki haklar, birinci ilkeye aykırılık teşkil ettikleri taktirde sınırlandırılırlar. Mesela; bazı belirli mülkiyetlere sahip olmak (üretim araçları) ve “bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” doktrininden anlaşılan sözleşme özgürlüğü, temel bir özgürlük değildir ve dolayısıyla da bunlar birinci ilkenin önceliği tarafından korunmazlar. Ancak kamu imkânlarıyla yaratılan bir eğitimde fırsat eşitsizliği, temel haklara aykırılık yaratacağından birinci adalet ilkesi tarafından elbette düzeltilecektir.[4] Immanuel Kant gibi, John Rawls’ta da siyasî eşitlik hedefi akıl tarafından meşrulaştırılır ancak tecrübeden kaynaklanan ahlakî hüküm verme kapasitesi ve insan doğasının diğer veçheleri de akla yardımcı olarak nitelendirilir.
“Siyasî eşitliğin pratiğe aktarılması hususunda insanları harekete geçiren temel unsur nedir?” sualini “Siyasi Eşitlik Üzerine” başlıklı kitabında cevaplandırmaya çalışan, demokrasi üzerine çalışmalarıyla meşhur, Amerikalı düşünür Robert A. Dahl ise katkılarına rağmen Kant’ın da Rawls’ın da değerlendirmelerinin yetersizliğini ileri sürerek; “Siyasî eşitliğin gerçekleşmesinde ne akıl, ne sezgi, ne empati, ne de tek başına duygular yeterli gelecektir; bunların hepsi ve kurumsal örgütlenmeler insanların işbirliği yapması için gerekli görünmektedir.” değerlendirmesinde bulunur. Ona göre; Siyasî eşitlik elbette erişilmesi gereken bir ideal ve elbette kendisinden yana tavır alınması gereken ahlakî bir sorumluluktur. Ancak siyasî eşitliği reddeden ve imtiyazlı mevkilerini korumak için otokratik ya da sözde eşitlikçi, tüm rejimlerde dehşetli bir direniş gösteren kesimlere karşı mücadele, tüm insanî duyguların harekete geçirilmesi ve aklın kılavuzluğuyla birlikte kazanılabilir. Öncelikle yapılması icap eden şey siyasî eşitliğin önündeki engelleri bilmektir. Bu engeller; her zaman ve her yerde aşılması hayli müşkül olan engellerdir. Siyasî eşitliğin önündeki en önemli bariyer; siyasî kaynaklar üzerindeki sahipliğin eşitsizliğidir. Birilerinin, toplumdaki diğer insanların davranışlarını etkilemek üzere kullanabileceği her türlü araç siyasî kaynaktır. Siyasî kaynaklar; iktidarı, güç kullanma tehdidini, mer’i yasaları, enformasyonu, bilgiyi, parayı ve daha birçok avantajı kapsar. Şüphe yok ki siyasî kaynakların eşitsizliği yalnızca otokratik rejimlerde değil, demokratik ya da cumhuriyetçi denilen rejimlerde de söz konusudur.[5] Mesela; Türkiye’de siyasî iktidarı sınırlandıran herhangi bir gücün varlığından söz edilebilir mi? Yasama da yargı da iktidarın emrinde değil midir? Mer’i hukuk; temel-doğal haklara karşı bir güç tehdidi olarak kullanılmıyor mu? Birleşmiş Milletler Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Hakları Bildirgesi’ne rağmen; “Lozan Antlaşması’nda azınlık olarak kabul edilmemişlerdir.” denilerek, mer’i hukuk gerekçe gösterilip, Kürtlerin kamuda anadilde eğitim hakkı engellenmiyor mu? Bir şeyin yasal olması, mer’i hukukta yer alması, ahlakî olduğu, meşru olduğu anlamına gelebilir mi? Geçmişte, Kemalci Oligarşi zamanında bile suç sayılan “ZİNA” fiilinin, AKP tarafından 2004 yılında, Türk Ceza Kanunu’nda yapılan yeni düzenlemeyle “suç” olmaktan çıkarılıp, yasallaştırılması, o eylemin ahlakileştirildiği, meşrulaştırıldığı anlamına mı gelmektedir? Aynı AKP, “dindar nesil” (İslamî nesil) yetiştirme iddiasında bulunan AKP değil midir? “ZİNA” eylemi, dindar AKP’lilerin İslam anlayışına göre meşru mudur? Siyasî iktidar; kamunun tüm imkânlarını (para, mevki, makam, vs.) şöyle ya da böyle, keyfince dağıtma yetkisine sahip değil midir? “Kayyım Rektör” itirazlarına sebep olan, Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan son sansasyonel atama (o üniversitede hiç profesör yokmuş gibi dışardan yapılan görevlendirme); “mer’i hukuk” açısından “yasal” denilerek savunulsa bile, ahlakî ve meşru denilerek savunulabilir mi? Medya organlarının yüzde doksan dokuz oranında iktidarın politikalarını desteklemesi, kurşun asker ya da kalemşörlerin halkı şöyle ya da böyle informe ederek güya bilgilendirmesi tesadüfi midir? Sualler baki… Meşru olmayan ve insanların her türlü direnme hakkını (right of resistance) gerektiren otokratik rejimler dışarda tutulursa, demokratik ya da cumhuriyetçi rejimlerde yurttaşlar arasında eşit dağıtılmış olan belki de tek şey “rey hakkı”dır. Ne var ki rey hakkının bilinçli kullanımı da yine siyasî kaynakların eşitsizliği nedeniyle demokratik ya da cumhuriyetçi rejimlerde dahi kolay kolay mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla bu rejimlerde bile siyasî eşitsizlikle mücadele çok zordur.
Siyasî eşitliğin bir ideal ve ahlakî bir sorumluluk olarak hayata geçirilebilmesi için besbelli ki kat edilmesi gereken çok yol vardır. Öncelikle yapılması gereken, insanların rasyonelleşmesini sağlamaktır. Eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon anlamında demokrasi ya da cumhuriyet talebi, evvela rasyonel insanların talebidir. Top-yekun bir halkın rasyonelleşmesini beklemek elbette gerçekçi değildir. Eşitlik eksenindeki siyasal organizasyonun, bütün bir halkın iyiliğine olduğunu gösterebilecek olan insanlar muhakkak ki etik gözeten rasyonel insanlardır. Rasyonaliteyi kendi çıkarları için değil, bütün bir halkın iyiliğine matuf kılavuz edinebilmek, halkıyla duygudaş, hemdert olan, “kendisi için istediği şeyleri başkaları için de isteyen” ahlaklı insanların ayırt edici özelliğidir. Etik gözeten rasyonel insanlar, gerçek aydın-entelektüel insanlar olup, vazifeleri halklarına kılavuzluktur. Cemil MERİÇ’in ifadeleriyle gerçek aydın-entelektüel, otokratik-hiyerarşik geleneğe başkaldıran, varoluşu ve hayatı rasyonalite ekseninde değerlendirmeye ve inşaya tabi tutan; dünyaya atalarından devraldığı değerlerle ve tartışmasız bir tavırla değil, kendi ürettiği rasyonel değerlerle bakan; bahşedilmiş statülere karşı, ilim-irfan yoluyla özgürlük ve eşitlik peşinde koşan; aklıyla ve gönlüyle hissedebilen insandır. Gerçek aydın-entelektüel muayyen bir zümrenin emir kulu değildir ve hiçbir merkezden talimat almaz. Ne kendi varacağı hükümlerden çekinir ne de herhangi bir iktidara ters düşmekten. Zira onun ahlakî vazifeleri vardır; belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması elzemdir. Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek, karanlıkları aydınlatmak onun temel borcudur. Başlıca vasfı tenkittir. Gerçek aydın-entelektüel olmak için hakiki insan olmak lazımdır. Hakiki insan, ilkeleri, mukaddesleri olan insandır. Hakiki insan çoban köpeği gibi hırlaşmaz; konuşur, maruz kalmaz, seçer. Gerçek aydın-entelektüel; fildişi kulede yaşar ama fildişi kuleye kapanmaz çünkü fildişi kuleye kapananlar şerrin zaferini isteyerek ya da istemeyerek kolaylaştırmış olurlar.[6] Olmazsa olmaz unsurları; “kontrol-denge mekanizmaları çerçevesinde özgür, adil ve düzenli seçimler”, “ifade özgürlüğü”, “iktidar sahiplerininkilerden farklı, yurttaşlar tarafından rahatlıkla erişilebilecek alternatif bilgi kaynakları”, “insanların birleşerek faaliyetlerde bulunabilecekleri siyasî partiler gibi, sivil-özerk-örgütsel kurumlar, vs.” olan gerçek demokrasi ya da cumhuriyet rejimini kuracak ve siyasî eşitliğin bir ideal ve ahlakî bir sorumluluk olarak hayata geçirilmesini sağlayacak olan insanlar da şüphesiz otokratik (tek adam, tek şef, milli şef, vb.) rejimlerin, yalnızca kendi çıkarlarını gözetenlerin yönetim biçimleri olduğu hususunda halkını irşad ve iknâ edebilecek feraset ve basiretteki aydın-entelektüel insanlardır. Darısı Türkiye’nin başına…
[1] J. J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. R. N. İleri, Say Yay., İstanbul, 1990.
[2] Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev., İ. Kuçuradi, Hacettepe Üni. Yay., Ankara, 1982.
[3] Lokman Çilingir, “Kant’ta Ahlak ve Din”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı 62, 2015.
[4] John Rawls, Bir Adalet Teorisi, Çev., V. A. Coşar, Phoenix Yay., Ankara, 2017.
[5] Robert A. Dahl, Siyasi Eşitlik Üzerine, Çev., A. E. Zeybekoğlu, Dost Kitabevi, Ankara, 2018.
[6] Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yay., İstanbul, 1997.