Anarşizm, Yunanca anarche kavramından türetilmiş olup, baskı aracı ya da şiddet tekeli anlamında siyasi otorite olmaksızın tasarlanan bir toplumsal hayat savunusuna verilen isimdir. Böyle bir toplumda düzen, itaat ya da yasa yoluyla değil hem üretim ve tüketim amacıyla hem de medeni insanın ihtiyaç ve özlemlerini tatmin amacıyla yapılan etik temelli sözleşmelerle sağlanır. Bir toprak parçasına bağlı bireyler arasında özgürce yapılan bu sözleşmeler, yine bireyler tarafından oluşturulan gönüllü birlikler aracılığıyla yürütülür. Bireye aşkın, dışsal ve merkezi yönetimin tüm fonksiyonlarını üstlenecek şekilde yaygınlaşan bu birlikler; üretim, tüketim, değişim, iletişim, sağlık, eğitim, savunma ve benzeri gibi ulaşılmak istenen her amaç için yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası her boyut ve derecede, sonsuz çeşitlilikte federasyondan oluşan iç içe geçmiş birleşik bir ağı temsil ederler.[1] Bu ağ içerisinde doğal olarak Devlete yer yoktur. Modern dönemde anarşizm, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ardından; kısmen merkezi devletlerin ve ulusçuluğun yükselişine, kısmen de kapitalizme bir tepki olarak on sekizinci yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Devrim sonrası kullanılmaya başlanan “anarşist” terimi ilk kez, federalizmi ve merkezi devletin ortadan kaldırılmasını savunan “sans culottes” (baldırı çıplaklar) ve “enrages” (kızgınlar, kudurmuşlar) olarak nitelenen gruplara saldıran Jakobenler (Fransız Devriminin eşitlikçi ve şiddet yanlısı en ünlü cumhuriyetçi siyasal grubu) ve Jirondenler (Fransız Devrimi sırasında, Gironde ilinden gelme idealist genç avukatların oluşturduğu ılımlı cumhuriyetçiler grubu) tarafından bir sövgü niteliğinde kullanılmıştır. Terimi olumlu anlamda kullanan ilk kişi ise İngiliz düşünür William Godwin’dir. Fransız Pierre-Joseph Proudhon da kendisine bilinçli olarak anarşist diyen ilk düşünür olmuştur. Anarşizmi, özgür bir toplumun savunusu şeklinde ve bireyci bir teori olarak geliştirense Alman filozof Max Stirner’dir. Rus Mihail Bakunin, anarşizmi önceleri hem kötü hem de kabaca geliştirilmiş ve aşırı sonuçlara vardırılmış “Proudhonizm” diye betimlemiş ise de daha sonra “eylemde anarşizm” deyimini kullanarak modern anarşist hareketin kimliğinin oluşumunu sağlamıştır. Mihail Bakunin’in aristokrat yurttaşı, Peter Kropotkin de Bakunin’in, “yapılan işe göre pay”dağılımını öngören sosyalizmine, daha da komünist bir görüntü kazandırmıştır. İtalyan düşünür Errico Malatesta ise toplumsal mücadelede insanî iradenin önemini vurgulayarak anarşizmi mekanik, sosyalist ve komünist anlayışlardan tamamen ayırmıştır. Öte yandan, yirminci yüzyılda Rusya ve İspanya, anarşizmin sınandığı önemli birer sahne olmuş iseler de maalesef, denemeler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ancak anarşist akım yine de yok olmamıştır. Özellikle 1960’lardan itibaren yeni sol, karşı kültür, barış, feminizm ve yeşil hareketlerinin anarşist temaları benimsemesiyle birlikte özgür toplum uğruna çalışmalar, şu ya da bu şekilde bugün de devam etmektedir.[2]
Anarşist düşüncenin merkezindeki argüman; özgürlüğün dokunulmazlığı, Devletin özgürlüğü yok ettiği, bu nedenle de ortadan kaldırılması gerektiği ve özgürlükle donatılmış devletsiz bir toplumun da mümkün olduğudur. Ancak anarşistler, özgürlüğü negatif bir çerçevede değil, “ahlaklı öz-yönetim” anlamında otoriter olmayan pozitif bir çerçevede tasarlarlar. Dolayısıyla anarşizme yönelik öncelikli yaklaşım, “negatif” ve “pozitif” özgürlük arasındaki tanıdık ayrım yoluyla yapılabilir. Bu ayrımın bir analiz aracı olarak geçerliliği şüpheli ise de tarihsel bir çerçeve sağlama yolunda yine de yararlı bir rehberlikte bulunması muhtemeldir. Negatif anlayış özgürlüğü, fiili ya da potansiyel arzuların gerçekleştirilmesi önündeki engellerin yokluğu şeklinde tasarlarken (J. Locke, B. Constant, J. S. Mill); pozitif anlayış, özgürlüğü, “gerçek-üst irade” ile uyum içerisindeki bireysel öz-yönetim (self-determination) şeklinde (Platon, Aristoteles, Rousseau, Hegel, Marx) tasarlar. Çoğu siyasal yorumcu, anarşistlerin özgürlüğü negatif anlamda tasarladıklarını düşünse de bu oldukça tartışmalıdır. Çünkü anarşistler, engellenmeyen bir özgürlük isterler, fakat iyi toplumu, insanların diledikleri gibi davrandıkları bir toplum diye tanımlamazlar. Negatif özgürlük ve eleştirel rasyonalite anarşistleri ilgilendiriyor ise de toplum projelerini yalnızca bunlara dayanarak açıklamazlar. Anarşistlerin özgürlük düşüncesi ne liberallerin benimsedikleri insanın deneyimsel özüyle ne de sosyalistlerin benimsedikleri insanın tarihsel-değişken özüyle bağdaşır. Anarşistlere göre özgürlük, insanın “otantik” özüyle uyumluluk halidir. “Otantik” kelimesine yüklenilen anlamsa “rasyonalite” ve “erdem”dir. Otantik öz, akıllı ve ahlaklı özdür. İnsan, eylemlerini ahlak kurallarıyla uyum içerisinde yönettiği ölçüde özgürdür. İyi toplum; kaos, rekabet ya da salt tüzel aklın değil, özgürlüğün hakiki anlamının bir parçası olarak, erdemi ifade eden ahlaksal düzenin adıdır. Bu özgürlük anlayışına, “ahlaklı öz-yönetim” denir. Anarşizm açısından, uyulması gereken ahlak kuralları, sadece rasyonalitenin icadı ya da uydurması değildir. Şayet öyle olsaydı anarşist düzen hakkında şüphe kaçınılmaz olurdu. Oysaki bu kurallar, rasyonel olmakla birlikte, eşyanın ve insanın doğasına içkin, nesnel açıdan da geçerli ve “Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayınız.” deyimindeki gibi, herkesin doğrudan doğruya kavrayabileceği türden açık-seçik kurallardır. Bu nedenden ötürü zaten anarşistler, rasyonel doğal hukuk geleneğini de onaylamışlardır.[3] İnsan doğası, temel ya da otantik biçimiyle rasyonel ve ahlaklı olup, mahiyetinde etik kaygı taşıyan akıl da nesnel ahlak kurallarının bulunduğunu kavrayabilecek bir yapıdadır. Dolayısıyla da insanlar, baskıya ve şiddete ihtiyaç duymaksızın, sadece ahlak kuralları ile pekâlâ bir arada yaşayabilirler. Gerçekte eğilimleri de bu yöndedir. Yeter ki Devlet tarafından buna mani olunmasın. Özgürlüğü, anarşistlerin yüksek ideali ve temel argümanı olarak görmek de mümkündür. Anarşistlere göre özgürlük, insanlığın hayatında ve ilerleyişinde zorunlu bir faktör olup, o yoksa insanlık hiçbir konuda hiçbir ilerleme kaydedemez. Özgürlük argümanı, kavramsal bir labirenti andırdığından onun bütün farklı anlamlarını dikkate almak gerekir. Bu çerçeveden bakıldığında, anarşistlerin çoğu özgürlüğü, bireyin dilediğini yapmak ve tüm potansiyelini gerçekleştirmek için bağımsız olması biçimindeki pozitif anlamda değerlendirirler ama engellenmeden bağımsız olmak şeklindeki negatif anlamı da dikkate alırlar. Kendi örneklerinde anarşistler belirli bir sınıfın ya da sözde elitin değil, bütün insanlığın özgürlüğüyle ilgilenirler. Tek bir kişinin özgürlüğünün şartı olarak herkesin özgürlüğünü zorunlu görürler. “İnsan, ancak eşit derecede özgür insanlar arasında gerçekten özgürdür.”, derler. Onların başlıca kaygısı, dışsal siyasî otoriteden özgürlüktür. Anarşistler; geleneksel sosyalist özgürlüklerin (yoksulluk ve güvensizlikten özgürlük) yanı sıra, liberal özgürlükleri (düşünce, ifade, mülkiyet, örgütlenme, hareket, vb.) de benimserler. Ekonomik özgürlükten söz ettiklerinde, hem Devletin denetiminden liberal anlamda özgürlüğü, hem de ekonomik zorluklardan sosyalist anlamda özgürlüğü kastederler. Ancak anarşistler, sadece kendileri için mutlak özgürlük isteyen ahlak dışı bireyler de değildirler. Özgürlük, siyasal kısıtlamalardan bağımsızlık ise de ahlakî kısıtlamalardan bağımsızlık anlamını taşımaz. Özgürlük, insanî doğa ve dışsal doğa üzerinde, bir doğal yasa bilgisini temel alan zorunlu bir denetimi elbette gerektirir. Evrensel ahlakî yasalar, “Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi başkalarına yapmayınız.” ilkesi gibi açık-seçik ilkelerden çıkarılan rasyonel yasalardır. İnsanlık sevgisi ve herkesin eşit özgürlükten yaralanmasını gerektiren bir arzuyla dengelenmeyen ahlaktan bağımsız, sınırsız bir özgürlük özlemi, anarşistçe değil tirancadır. Anarşistler, dışardan dayatılan bağlayıcı ahlakî kuralları reddederlerken, rasyonel ve empatik çerçevede belirli bir ahlakî formun siyasal otoritenin yerini almasını isterler. Bireylerin kendilerinin kendileri için belirledikleri ahlakî kuralları benimsemeleri anarşizmle çelişmez. İçsel bir motivasyonla bireylerin kendilerine kurallar dayatması bir zorlama değil, bir gönüllülüktür. Böyle bir durumda, topluluğun bireyi genel iradeye itaate zorlamasına gerek de yoktur. Yani, anarşistler Rousseau’nun “özgürlüğe zorlama”nın mümkün olduğunu ileri süren zararlı paradoksuna katılmazlar; aksine Kant’ın “bireyin kendisi için serbestçe seçmiş olduğu kuralları kendisine dayatması” olarak özerklik anlayışını kabul ederler. Şüphe yok ki özgürlüğün, insanın yaratıcılığının ve bunun getirdiği iç huzurun özünü oluşturduğunu, siyasal doktrinler içerisinde en açık biçimde ortaya koyan tek doktrin anarşizmdir.
Temelde bireyci ve kolektif olmak üzere iki yorumu bulunan anarşizm; Antik Yunan Sofizmi ve Hıristiyanlıktan da bazı nüveler taşımakla birlikte, esas olarak modern liberalizm ve sosyalizmden mülhemdir. Bu nedenledir ki anarşizmin, klasik liberalizmin bir uzantısı mı yoksa sosyalizmin bir türü mü olduğu, daima tartışılan bir konu olmuştur. Şüphesiz anarşizm her iki siyasi akımdan da izler taşımaktadır. Mesela; Lockeçu liberalizmin akıl ve ahlak yasasının egemen olduğu devletsiz doğa durumu, doğal bir hak olan özgürlük ve eşitlik savunusu ve sivil durumda inşa edilen devletin asgari hukuk devleti tasviri, bireyci anarşizmin argümanlarına çok yakınken; sosyalizmin üretim araçlarının özel mülkiyetine karşıt tavrı ile komünal mülkiyet temelli eşitlik ve özgürlüğün gerçekleşeceği devletsiz komünist aşama tasviri de kolektivist anarşizmin argümanlarına çok yakındır. Anarşizmin farklı yorumları olsa da hepsinde müşterek olan bir takım merkezi temalar vardır. İnsan doğasına yönelik iyimser bir görüş, devlet düzenine ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplum vizyonu ve bu topluma ulaşma çabası bütün versiyonlar için geçerlidir. Tüm anarşistler üniter bir insan özü kavramına güvenirler. İnsanın özü iyidir. Bu nedenle de devlet uygulamasına gerek yoktur, derler. İster bireyci, isterse kolektivist olsun, anarşistlerin hepsi devletin meşruluğunu reddeder, dışarıdan dayatılmış merkezi bir siyasi otoriteyi, hiyerarşiyi ve egemenliği mahkum ederler. Her anarşist için nihaî hedef, özgür bir toplum yaratmaktır. Bireyci ve kolektivist anarşistler genellikle birlikte çalışırlar, ancak hedefe yönelik vurguları farklıdır. Bireyciler, zorunlu ortak çalışmayı tehlikeli bulurlar ve kolektivist bir toplumun diktatörlüğe yol açacağından endişe ederler. Toplumsal bakımdan bireyciler, toplumu organik bir bütün olarak değil, ayrı ve özerk bireylerden oluşan bir topluluk olarak görürler. Etik bakımdan bireyselliği yüceltir ve bireyin topluluk içerisinde eriyip gitmesinden çekinirler. Ekonomik bakımdansa her bireyin kendi emeğinin ürünlerinden yalnızca kendisinin tasarruf edebilmesini isterler. Bu açıdan bireyci anarşizm, klasik liberalizme çok yakındır. Bireyci anarşistler liberalizmin özel mülkiyet ve ekonomik değişim anlayışının yanı sıra, engellemenin yokluğu manasında özgürlük ve doğal hukuka riayet manasında adalet tanımlarını da paylaşırlar. Aslında bireyci anarşistler, hiçbir devlet formuyla bağdaşmayacak ölçüde liberal bir birey egemenliği anlayışı geliştirirler. Her bireyin kendi bedenini ve mülkünü kapsayan ihlal edilemez bir özel alana sahip olduğunu düşünürler. Bireylerin, kendi alanlarındaki egemenler olarak karşı karşıya geleceklerini ve kendi aralarındaki ilişkilerini gönüllü sözleşmelerle yine kendilerinin düzenleyeceklerini söylerler. Esasen, bütün anarşistler başkaları tarafından yönetilmek istemedikleri için bir ölçüde bireycidirler. Kolektivist anarşistler, bireyciliğin ön planda olduğu bir toplumun atomize olacağını ve rekabet ruhunun karşılıklı yardımlaşma ve genel dayanışmayı tahrip edebileceğini düşünseler de bu türden ayrılıklar yine de onların toplumu tahrip etmeksizin azami derecede özgürlük sağlamaya çalışan dayanışmacı bireycilik anlayışında birleşmelerini engellemez.
Anarşizm, toplum ile Devlet arasında keskin bir ayrım yapar. Bir gönüllü birlik olarak görülen topluma değer verilirken, baskıcı bir yasal düzen tasarımını sürdürmeyi amaçlayan bir yapı olarak Devlet reddedilir. Anarşistlere göre toplum, bütün zamanlar için bir nimet ve insanlığın taşıdığı iyi olan her şeyin; işbirliğinin, karşılıklı yardımlaşmanın, sempatinin, dayanışmanın, inisiyatif ve kendiliğindenliğin toplandığı bir depodur. Devlet ise insanların toplumsal ve siyasal örgütlenmesinde yeni bir gelişme olup, tarihin büyük bir bölümünde insanlar devlet olmaksızın bir toplumda barışçı ve üretken bir tarzda yaşamışlardır. Aslına bakılırsa toplumsal düzen ve Devlet ters orantılıdırlar. Devlet geliştikçe toplumsal düzen bozulmaya mahkumdur. Anarşizm açısından toplum, insanlar için en iyisini sağlayan doğal durumdur. Toplum, en az seviyede müdahale edildiğinde en iyisini gerçekleştiren ve kendi kendini düzenleyen bir oluşumdur. Onu kurmak ya da ona belirli bir tempo kazandırmak gerekmez. Toplum, kendi kendini kuran dinamik bir düzendir. Bu dinamik doğal düzende, devletçi sosyalistlerin ve faşistlerin kükreyen Leviathan’ı bir kenara, liberallerin gece bekçisi Devletine bile ihtiyaç yoktur.
Anarşistler, Max Weber’in belirli bir toplumda “meşru şiddet” kullanımı tekeline sahip olma iddiasında bulunan Devlet tanımını kabul ederler. Bu tanım çerçevesindeki Devlet, dışardan gelebilecek işgalcilere ve içteki muhaliflere karşı kendisini savunmak için sahip olduğu “meşru şiddet”i ordu ve polis aracılığıyla kullanır. Aynı Devlet, kendi yurttaşlarını komuta etmek ve onların itaat etmelerini sağlamak için tamamen “meşru” bir hakka sahip olduğunu iddia eder. Her Devlet açısından bu durum kaçınılmazdır. Ancak, tanımdaki “meşru şiddet” iddiası tamamen manipülatif olup, Devlet denilen zümrenin, diğer insanları itaate sevk edebilmek için uydurdukları bir deyimden ibarettir sadece. Anarşistler, Devletin her zaman toplumdaki zenginler ve güçlüler tarafından denetlendiği ve yasaların her zaman toplumdaki egemen zümrenin çıkarlarına uygun düşecek şekilde tanzim edildiği hususunda da Karl Marx’la hemfikirdirler. Yine anarşistler, modern liberteryenlerin savundukları en asgari seviyedeki “gece bekçisi” Devletin bile zengin ve güçlü insanlar tarafından denetleneceğini, onların çıkarlarını ve ayrıcalıklarını korumak için kullanılacağını savunurlar. Bireysel hakları koruduğu ne kadar iddia edilirse edilsin, Devlet daima “egemen sınıfların elinde, halk üzerindeki baskıyı sürdürmenin bir aracı” haline gelecektir. Anarşistler, temsili demokrasinin diğer devlet modellerine tercih edilebilir olduğunu kabul etmekle birlikte onun dahi özünde baskıcı olduğunu düşünürler. Onlara göre demokratik devlet teorisinin “temsil ve çoğunluk” şeklindeki her iki dayanağı da çürüktür. Birincisi, hiç kimse bir diğerini gerçekten temsil edemez ve bir başkasının yetkilerini devralamaz. İkincisi, çoğunluğun azınlığı –bu azınlık tek kişiden ibaret olsa dahi- yönetme hakkı, azınlığın çoğunluğu yönetme hakkından daha fazla değildir. Oy vererek doğru olanı bulmak, akıl ve adalete yapılan ağır bir hakarettir. Öte yandan anarşistler, Antik dönem Stoalıları gibi her zaman kozmopolit ve enternasyonalist bir bakış açısına sahip olmuşlar ve kendilerini “dünya yurttaşı” olarak görmüşlerdir. Genelde ulusal kurtuluş mücadelelerini daha geniş bir özgürlük mücadelesinin parçası olarak desteklemişlerse de Devletçi özlemlere ve ulusçulara mahsus, manipülatif sadakat duygularına karşı çıkmışlardır. Özellikle yönetenleri, yönetilenlerle özdeşleştiren ve halka itaat duygusu aşılayan yurtseverliği eleştirmişlerdir. Anarşist düşünürlere göre, yurtseverlik iddiaları, yığınları kendi sahte tasarımlarının kör aracı haline getirmek isteyen sahtekârların sahte hayallerden başka bir şey değildir. Dahası, bir baskı aracı olan Devleti destekleyen ve savaşı besleyen zararlı, utanç verici, hatta ahlak dışı bir unsurdur.[4]
Her nedense otoritenin yokluğu anlamındaki anarşizm, yanlış bir şekilde nihilizm ve terörizm ile sık sık eş tutulur. Sözlüklerin çoğunda anarşizmin en az iki tanımı bulunur. Tanımlardan biri, özgürlüğün yaşayabilmesi için devletin yok olması gerektiğine inanmak şeklinde; diğeriyse yıktığı düzenin yerine hiçbir şey getirmeyen bir düzensizlik teşviki şeklindedir. Popüler düşüncede ikinci tanım çok daha yaygındır. Bu çerçevedeki anarşist tiplemesi de her türlü silahla yerleşik toplumun temel dinamiklerine saldıran soğuk kanlı katildir. Oysaki vulgarize anlamda zannedildiği gibi, anarşizm, toplum içerisinde terör estirme, kargaşa çıkarma ya da kaos yaratma isteği, yani terörizm ve nihilizm değildir.[5] Aksine anarşizm, yukarıda da belirtildiği gibi, başta devlet olmak üzere, birey üzerinde tahakküm kuran, her türlü otoritenin, egemenliğin ve hiyerarşik düzenin reddini ve bunların çözülmesi isteğini ifade eden, genel bir toplumsal projedir. Anarşistler açısından devlet, otoritenin nihai biçimi olduğu için eleştirinin hedefidir. Onlara göre, baskı kullanarak ezmek, otoritenin doğasında vardır. Bu yüzdendir ki devletin gerekliliğinden ve iyiliğinden söz edilemez. Özgürlüğün gerçekleşmesi ve muhafazası için bireylerin ve grupların güçlerini, kendilerini temsil edeceği zannıyla asla başkalarına, daha doğrusu devlete devretmemeleri lazımdır. Siyasal temsiliyet, otoritenin bireyden ya da belli bir gruptan alınıp bir diğerine devredilmesi anlamına gelir ki böyle bir durumda otoriteyi devralanın diğerlerini sömürme tehlikesi her zaman mevcuttur. Anarşistlerin temsiliyeti reddi, bireyler için siyasal alanın genişletilmesine yönelik bir çağrıdır. Bireysel ve toplumsal hayatın işlerliği açısından, siyasi otoritenin, yani devletin yerine neyin geçirileceğine dair teklif ettikleri şey de ‘federalizm’dir. Federalizm, toplumsal hayat alanında, bir yandan bireylerin ve küçük grupların kendi hayatlarının tanzimine yönelik karar verme otoritelerinin toplumsal bağlamı etkilemesi ve öte yandan bu kararların alındığı toplumsal bağlamın da onları etkilemesi arasındaki dengenin kabulü sonucu ortaya çıkar. Bireyleri ya da grupları ilgilendiren kararlar, bu kararlardan doğrudan veya dolaylı olarak etkilenecek olan insanlar tarafından alınmalıdır. Kararların yürütülmesi, küçük bir grup tarafından gerçekleştirilebilir ise de bu, o grubun kendisinin karar alma yetkisi olduğu anlamına gelmez. Bu çerçevede ne siyasal ne de idarî bir temsiliyet söz konusudur. Bu düzeyde gerçekleşen uygulamalar, doğrudan doğruya uygulamalardan etkilenen insanların direktifleriyle yürütülür. Toplumsal ilişkilerde adaletin tesisinin yöntemi de budur. Bu noktada Anarşistlere yöneltilen soru şudur: Devletin ortadan kaldırılmasıyla daha iyi bir topluma ulaşılacağına niye inanılsın? Adalet ve otoritenin karşılıklı olarak birbirini engellediğine inanmanın temeli nedir? Anarşistlerin genel olarak cevabı; insanın özünün, doğasının iyi olduğudur. “Dostluk ve karşılıklı yardım ve destek gereksinimi, insan doğasının öylesine özsel parçasıdır ki tarihin hiçbir kesiminde, küçük yalıtılmış aileler halinde, geçinme araçları için birbirleriyle dövüşen insanlara rastlanamaz”. Kısacası anarşist projenin özünde, insanların toplum içerisinde adil biçimde yaşayabilmelerine imkân tanıyan, iyi bir doğaya sahip oldukları varsayımı yatmaktadır. Bu açıdan, anarşizmin insanlara yönelik doğalcı bakışının, siyaset kuramında ethik bir rol oynadığı söylenebilir.[6] Anarşizm, temelde bireysel iradenin özerkliğini koruma gibi bir endişeden kaynaklanmıştır. Ancak, bireysel özgürlük düşüncesine aykırı olduğu için her türlü otoriteye karşı çıktığına göre, toplumda baskı ve zorlama dışında hangi araçla düzen ve adaletin korunacağı sorununu çözümlemek gerekir. Pek çok anarşist, pozitif hukukun, yani devletin yokluğunda başkalarının eylemlerini etkileme aracı olarak kamuoyu baskısı ya da toplumsal baskı biçiminde bir tür kınamanın etkili olacağı görüşündedir. Genelde anarşistler, fiziksel güç kullanımını ve bilinçsizce değişen inanç ve eylemlerle manipüle etmeyi reddederler. bunun yerine, anarşist inanç ve uygulamaları için akılcı argümanlar oluşturarak ikna yoluyla başkalarını etkilemeyi tercih ederler. Bir başka açıdan da çözüm; toplumsal hayatın gönüllü ilişkilere, yani ilgili tarafların yapacakları sözleşmelere ve sözleşmelerden kaynaklanacak olan hukuka dayanmasıdır.[7] Gönüllülüğün mevcut olduğu yerde de tabiatıyla, baskı kullanarak insanları ezen ve onları bir takım zorunlu ilişkilere cebreden otoriteye, yani devlete yer olmayacaktır.
Eşitlik meselesine gelince; anarşistler umumiyetle özgürlük ve eşitlik arasında bir çelişki görmeyip, bunların birbirini güçlendirdiğine inanırlar. Bireyselliğe duydukları ilgi, mutlak ekonomik eşitlik çağrısı yapmalarına engel olurken, toplumsal düzen idealleri de herkesin değer ve ihtiyaçlarının fark gözetmeksizin dikkate alınmasını savunmalarına yol açmıştır. Ancak yine de fırsat eşitliğine rağmen kendiliğinden gelişen, insanların niteliksel farklılıklarından ve toplumsal yapıya yönelik yaptıkları katkı farklılıklarından ötürü eşit muamele ve eşit paylar üzerinde ısrar etmezler. Anarşistler, bireyi topluluğa gömmek ya da bütün toplumu ortak bir gri homojenite standardında düzlemek istemezler. Fakat, kanun önünde eşitlik ve fırsat eşitliği gibi liberal kavramların ötesine geçerek, sosyalistçe olmasa da insanları yalnızlık, yoksulluk ve güvensizlikten kurtarmak da isterler. Dürüstlük olarak adalet tanımını benimseyip, herkesin özgürlüğü ile bağdaşabilen en kapsamlı eşit özgürlük hakkını ve özgür bir toplumdaki her türlü eşitsizliğin gönüllü anlaşmaların sonucu olmasını savunurlar.[8]
Özetlemek gerekirse; Aydınlanma ve Fransız Devrimi sonrası, kısmen merkezi devletlerin ve ulusçuluğun yükselişine, kısmen de kapitalizme bir tepki olarak ortaya çıkan anarşizm; esas itibarıyla insan onuru ve bireysellik adına, modernitenin olumsuz yapısına bir protestodur. Belki de bu protesto onun en önemli başarısıdır. Anarşistler, modern toplumun maddeciliğine, katı disiplinine, konformizmine ve insanı yapayalnız bırakan atomize türdeşliğine meydan okumuş ve ideal bir geleceğe bakarken aynı zamanda ölmekte olan geçmişin iyi yönlerini de savunmuşlardır. Ancak anarşistler, yaratmayı umut ettikleri yeni dünya için, maalesef özgül öneriler ortaya koyamamış, ulus-devletin ve kapitalist ekonominin karşısına, gerçekleşebilecek alternatif bir model sunamamış, dünya nüfusunun herhangi bir geniş kesimini de kalıcı bir şekilde iknâ etmede başarılı olamamışlardır. Öte yandan, ne kadar kötü olursa olsun, eğer tercih edilebilir bir alternatifi yoksa Devletin ortadan kaldırılması gerektiğini savunmak da hayli zor gözükmektedir. Böyle bir alternatifin seküler modern endüstriyel toplumların karakteristiği olan şartlar altında tasarlanamaz olduğu ise apaçıktır. Anarşizmden alınabilecek en önemli ders, galiba, her insanî ilişkinin politik değil, öncelikle ahlakî niteliklere sahip olması gerektiği görüşüdür.[9]
[1] Pyotr Kropotkin, Anarşi, Çev., Işık Ergüden, Kaos Yayınları, İstanbul, 2001.
[2] Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, Çev., Y. Alogan, İmge Yay., Ankara, 2003.
[3] George Crowder, Klasik Anarşizm, Çev., S. Altıparmak, Öteki Yay., Ankara, 1999.
[4] Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, Çev., Y. Alogan, İmge Yay., Ankara, 2003.
[5] George Woodcock, Anarşizm, Çev., A. Türker, Kaos Yay., İstanbul, 1998.
[6] Todd May, Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi, Çev., R. G. Öğdül, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2000.
[7] H. Arvon, Anarşizm, Çev., A. Kotil, İletişim Yay., İstanbul, 1991.
[8] Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, Çev., Y. Alogan, İmge Yay., Ankara, 2003.
[9] George Woodcock, Anarşizm, Çev., A. Türker, Kaos Yay., İstanbul, 1998.