1994 yılı itibarıyla varlığından söz edilmeye başlanan Taliban Hareketi’nin kökenlerini, Aralık 1979‘da Afganistan’a yönelik gerçekleştirilen Sovyet-Rus işgaline dayandırmak pekâlâ mümkün… İşgale karşı direnen ve Afgan kurtuluş savaşını başlatan mücahit grupların Sünnî-Peştun kolu, Taliban Hareketi’nin ana kaynağını teşkil etmektedir… O günlerin mücahit gruplarından en güçlüsü Hizb-i İslami’nin lideri meşhur Gülbeddin Hikmetyar’ın da aynı kola mensup olduğu ve bugünlerde Taliban Hareketi ile birlikte anıldığı unutulmamalıdır… Mezhep ve etnisite farklılıklarına rağmen, Sovyet-Rus işgaline karşı direnişte ittifak yapmayı ve zafere ulaşmayı başaran mücahit grupları, on yıl süren çetin mücadelenin ardından, ülkelerini aynı ittifakla yönetme hususunda başarılı olamayınca birbirleriyle savaşa tutuşmuş ve işte bu iç savaşın neticesinde, Pakistan istihbaratının desteğini arkasına alan, medreselerde yetişmiş talebelerin örgütlenmesini ifade eden, Molla Ömer liderliğindeki Taliban Hareketi Eylül 1996 itibarıyla Afganistan’da iktidarı ele geçirerek “Afganistan İslam Emirliği” adıyla kendi devletini kurmuştur… Ne var ki Afganistan’da iktidarı ele geçirmek, Taliban Yönetimine uluslararası meşruiyet kazandırmak için yeterli olmamıştır… Kasım 2001 tarihine kadar sadece beş yıl varlığını sürdürebilen “Afganistan İslam Emirliği” yalnızca güney komşusu Pakistan, kuzey komşusu Türkmenistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından tanınmış; ülke içerisinde gerçekleştirdiği icraatlar ve dış ilişkilerde takip ettiği politikalar sayesinde kendisini terör devleti ilan ettirmeyi başarınca da maalesef Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına istinaden ABD, NATO“terör karşıtı koalisyon güçleri” tarafından Ekim 2001’de Afganistan işgaliyle yıkılmıştır…
Taliban yönetiminin uluslararası meşruiyet kazanamayışının asıl sebebi şüphe yok ki içerde ve dışarda gerçekleştirmeye çalıştığı kendi icraatlarıdır… Uluslararası enformasyon kanallarının haberdar ettiği kadarıyla Taliban yönetiminin ülkeye egemen kıldığı hukuk, ŞERİAT diye adlandırılan “İslam hukuku”, “FIKIH”tır ve esasta Sünnî-Hanefî içtihatlarını içermektedir… Bilenlerin malumu olduğu üzere “FIKIH” denilen kapsamlı hukuk manzumesinin temel kaynağı KUR’AN değildir… Her ne kadar, Diyanet İşleri Başkanlığı İslam Ansiklopedisinde “Fıkıh, dinin amelî hükümlerinin muayyen delil ve kaynaklardan çıkarılmasıdır.”, bu kaynaklar da Kur’an, Sünnet (Hadis), İcma ve Kıyas’tan ibarettir, deniyor ise de Taliban yönetiminin hukukî icraatlarına getirilen itirazlardan da anlaşılacağı üzere KUR’AN temel kaynağı teşkil etmemektedir… Mesela; Taliban’ın beş yıllık iktidarında “emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i anil münker” iddiasıyla uygulamaya koyduğu recmetme, kadınların kamuda çalışmalarının engellenmesi, burka zorunluluğu, kız çocuklarının dinî alanlar dışında eğitimden menedilmesi, erkeklere takke-sakal-sarık ve mescitte namaz kılma mecburiyeti, sakalsızlara hapis cezası verilmesi, yüzü açık kadınların kırbaçlanması, resim-müzik-fotoğraf-televizyon vb. yasağı, farklı mücahit gruplarına mensup kişilerin yakalanarak akide sapkınlığı (fısk-irtidat) ve fesat hükmü ile idam edilmesi, vs. vs. KUR’AN’dan hareketle gerçekleştirilen uygulamalar değil, daha ziyade Sünnet (Hadis), İcma ve Kıyas gerekçesiyle yapılan uygulamalardır… Taliban’ın bu uygulamalarının, özellikle kadınlara tatbik edilen taşlayarak öldürme (recm) görüntülerinin uluslararası kamuoyunda şok etkisi yarattığı açıktır… Şüphesiz bu tespitler Taliban’ın KUR’AN kaynaklı ama uluslararası kamuoyunda yine de şok etkisi yaratan başka uygulamalarının olmadığı anlamına da gelmemektedir… Mesela, el kesme cezaları ve kesilen ellerin kamuya açık alanlarda sergilenmesi BATI dünyasında oldukça vahim karşılanmıştır… “Afganistan İslam Emirliği”nin terör devleti ilan edilmesini sağlayan Taliban yönetimine ait en vahim icraat ise EL KAİDE örgütüne ev sahipliği yapmasıdır… EL KAİDE örgütünün temelleri de yine Afganistan’ın Sovyet-Rus işgaline kadar uzanır… Gönüllü Arapları, Afgan mücahitlerin safında mücadeleye katmak üzere Arap mücahitler arasında yer alan Abdullah Azzam ve Usame bin Ladin tarafından 1984’te kurulan Mektebu’l Hidemat (Hizmetler Bürosu), bilahare Usame bin Ladin’in Afganistan‘da Paktiya ili sınırlarındaki Caci Köyü yakınlarında inşa ettirdiği ilk askerî eğitim kampı El-Masada (Aslan Yuvası) ile 1988’de EL KAİDE’ye dönüşmüştür… Usame bin Ladin; 23 Ağustos 1996′da Londra merkezli El-Kuds El-Arabî gazetesinde yayınlattırdığı bildiride hedeflerinin dünya üzerindeki bütün İslamî cihatçı örgütleri desteklemek olarak açıklar… EL KAİDE; 23 Şubat 1998′de de yine El-Kuds El-Arabî’de yayınlattırdığı bildiride İslam dünyasındaki sorunların asıl müsebbibinin Amerika ve onun müttefiklerinin olduğunu belirterek Hristiyan ve Yahudilere karşı cihat çağrısı yapar… Bu çağrılardan ötürüdür ki ABD; 11 Eylül 2001‘de, iç hatlarda uçuş gerçekleştiren iki uçağın kaçırılarak New York‘taki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine çarptırılması olayından EL KAİDE’yi sorumlu tutmuştur… Saldırılar sonucunda, uçakları kaçıran on dokuz kişi dahil 2.996 kişi hayatını kaybetmiş, 6.000′den fazla kişiyse yaralanmıştır… Usame bin Ladin saldırı olayının gerçekleştiği günlerde, kendileriyle alakasının olmadığını söylemişse de 29 Ekim 2004′te yayınlanan videosunda sorumluluğu üstlenmiş ve uçakları kaçıran on dokuz kişiyi bizzat kendisinin eğittiğini söylemiştir… İşte bu olayın akabinde, ABD başkanı George BUSH yönetiminin EL KAİDE liderlerinin Afganistan’da yaşadıklarını ileri sürerek, Taliban iktidarından onları istemesi ve Taliban’ın da bu isteği reddi, Sovyet-Rus işgali döneminde mücahitlere her yıl 250 milyon Dolar yardımda bulunan ABD’nin ve NATO’nun, Afganistan’ı yirmi yıl sürecek olan işgaliyle sonuçlanacaktır…
Afganistan’ı işgal eden ABD-NATO ittifakı; terör devleti gerekçesiyle Taliban yönetimine son vermiş ise de yirmi yıllık istilasına rağmen Afgan toplumunu dönüştürememiş, Batı yanlısı devlet inşa etme çabalarında başarısız olmuş ve ABD-NATO ittifakına karşı gerilla savaşı yürüten Taliban güçlerine sonuçta ülkelerini iade etmek zorunda kalmıştır… Söz konusu bu neticenin Taliban açısından “Pirus Zaferi” kabilinden de olsa bir zafer olduğu muhakkaktır… Ancak galibiyetin Taliban’a Afganistan’da istikrarlı devlet ve medenî toplum yaratma garantisi vermediği de açıktır… Çünkü siyasî iktidar (power) olmak, siyasî otorite (authority) olmak anlamına gelmemektedir… İktidar (power) olmak, toplumsal ilişkilerde insanların davranışlarını kendi menfaatleri veya iradî tercihleri hilafına, şiddet ya da manipülasyon taktikleriyle farklı yönlere kanalize etme becerisi; siyasî otorite (authority) ise her ne kadar kamusal organizasyonlarda emretme yetkisini tekelinde bulunduran güç anlamında genelde iktidar diye tasvir edilse de farkı her halükârda meşruiyet (legitimacy) çerçevesinde uygulanmasıdır… Meşruiyetin mutlak şartı, iktidarın tüm icraatlarında erdem-empati ve rıza-gönüllülük ilkesine dayanmasıdır… Siyasî otorite (authority) için meşruiyet bir zorunluluktur fakat iktidar (power) için meşruiyet bir zorunluluk değildir… Meşruiyete endeksli olmayan otorite yalnızca iktidardır… Kısacası zorba bir iktidar; cebir ve hile ile egemenliğini sürdürse de meşruiyetinden bahsedilemez… Taliban; bir siyasî iktidardır ama icraatlarında erdem-empati ve rıza-gönüllülük ilkesine dayanmadığı için, en azından şimdilik meşru (legitimate) bir siyasî otorite (authority) olarak nitelendirilemez… Dolayısıyla da istikrarın barışı, medeniyetinse rasyonel bilgiyi gerektirdiği dikkate alınırsa Taliban’ın mevcut zihniyetiyle bunu elde etmesi pek de mümkün görünmemektedir… Zira Taliban hem eğitim standardı hem de hayat standardı itibarıyla henüz bedeviyet aşamasındadır ve bedeviyet de İbni Haldun’un dediği gibi insanlıktan ziyade hayvanlığa daha yakın olduğu için doğası gereği çatışmacı-savaşkan ve varlığını sürdürmesine yetebilecek geçimlik erzak standartlarının ötesine geçmesi şu an için ihtimal dışındadır.[1]
Afganistan’daki ahval-i umumiye yukarda ifade edildiği gibi de olsa ABD’nin ülkeyi Taliban güçlerine bırakarak çekilme kararı, dünya kamuoyunun dikkatini, geçmişteki icraatlarından ötürü yeniden Taliban iktidarına ve tabi olduklarını söyledikleri “şer’i” uygulamalara yöneltmiştir… İslam şeriatı hakikaten de Taliban’ın dünyaya gösterdiği gibi bir şey midir yoksa Batı’da yaratılan “sosyal-liberal hukuk devleti”nden çok daha ötede özgürlük, eşitlik ve refah vâdeden, “insanları, haklarının yasal olarak feshedilmesinden koruyan ilkeler bütünü” anlamında bir nomokrasi (nomocracy) midir? Böyle bir teorik tartışmayı nihayete erdirmek elbette mümkün değildir… Siyasal İslamcı ideologların temel açmazı da zaten bu tür tartışmalarla insanları beyhude iknâya (ya da kandırmaya) çalışmalarıdır… İslam dünyasının 1500 yıllık tarihî tecrübesi ortadayken, ütopik-hayalî teorilere kim inanır? Rasyonel düşünebilen insanlardan böyle bir şeyi beklemenin kıymeti var mıdır? Yoksa ütopik-hayalî teoriler cahil kitleleri afyonlamak için mi kullanılmaktadır? Youtube videosunda konuşan vaizin anlattıklarının (https://www.youtube.com/watch?v=mtjg2mzPUug) cahil kitleleri afyonlamak için olmadığı söylenebilir mi? Açıkça söylemek gerekirse İslam’la ilgili yapılan tartışmalarda rasyonaliteyi ön planda tutarak, yorumlarını “Kur’an Eksenli İslam” ya da “Tarihselci İslam” diye adlandıran küçük bir azınlık hariç, Türkiye’de kahir ekseriyet itibarıyla egemen olan “Geleneksel İslam” anlayışının Taliban’ın İslam anlayışından farklı olduğunu söylemek bir hayli zordur… Almış olduğu imam-hatip lisesi eğitimine istinaden Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “Türkiye’nin, Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok.” (https://www.youtube.com/watch?v=ld-P0lZiBMg) derken, tam da bu gerçeğe işaret etmiştir… Devletin resmî kurumu Diyanet İşleri Başkanlığı da dahil Türkiye’deki bütün geleneksel cemaat ve tarikatların akidesi, Taliban akidesiyle aynıdır… Çünkü hepsi aynı geleneksel kaynaklardan beslenmektedir… Taliban’ın “şeriatın gereği” diyerek geçmişte (ve muhtemelen şimdilerde) Afganistan’da tatbik ettiği icraatların benzerinin Türkiye’de halihazırda mevcut olmayışının tek sebebi şüphe yok ki 1950 itibarıyla Demokrat Parti iktidarı sayesinde gerçekleşen rejim değişikliğidir… Bilenlerin malumu olduğu üzere, 1923’te ilan edilen cumhuriyet, sözde bir cumhuriyetten ibaretti ve gerçeği TEKPARTİ DİKTATÖRLÜĞÜ idi… İşte bu tekparti diktatörlüğünün yerine 14 Mayıs 1950 itibarıyla cumhuriyet rejimine geçilmiştir… Şüphesiz ilan edilmesi gibi, geçilmiş olması da ABstandartlarında sosyal-liberal bir cumhuriyet rejiminin kurulduğu anlamına gelmemektedir. Kuruluş süreci 60 yıldır maalesef tamamlanamamıştır… Tekparti diktatörlüğünü cumhuriyet zannedenler cehalet sebebiyle öyle zannediyorlarsa belki mazur karşılanabilirler… Ancak aydın, entelektüel, akademisyen geçinip de tekparti diktatörlüğünün cumhuriyet olduğu propagandasını yapan güruh asla mazur görülemez… Onlar olsa olsa cumhuriyete ve halka ihanet eden oligark hainlerdir… Cumhuriyet rejiminin; eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon ve halkın rızasına dayanan yönetim olduğu gerçeğini dahi bilmeyen aydın, entelektüel, akademisyen karikatürlerinden daha oligark daha hain kim olabilir? Mustafa Kemal Atatürk’ün ilan ettiği rejimin “cumhuriyet” olduğunu iddia eden “diplomalı-diplomasız cahiller”e sormak gerekir:
1) Kemalci cumhuriyet; eşitlik ekseninde, yönetilenler ve yöneticilerin doğal-hukukî eşitliği anlamında bir siyasal örgütlenme miydi?
2) Kemalci cumhuriyet; halkın rızasına dayanan, serbest seçimle iktidara gelinen temsilî bir sistem miydi?
3) Kemalci cumhuriyet; insanların temel insan hakları anlamında, doğal haklarını güvence altına alan etik bir rejim miydi?
4) Kemalci cumhuriyet; yürütmenin (tek adam / tek parti) yetkilerinin yasalarla sınırlandırıldığı, kuvvetler ayrımına dayanan bir hukuk devleti miydi?
Sualleri çoğaltmak elbette mümkün ama nihai ölçü bilinsin diye tekrar soralım: Kemalci cumhuriyet; gerçek cumhuriyet rejiminin vâdettiği “herkes için özgürlük, herkes için hukukî eşitlik ve herkes için ekonomik refah” hedeflerini gerçekleştirdi de Türkiye’de insanlar mı göremedi? Atatürkçülüğün önde gelen ideologlarından, o dönemde CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay; Kemalci cumhuriyetin ne olduğunu 1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle değerlendiriyor: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[2] Ne yazık ki Taliban’ın icraatlarını bahane ederek İslam karşıtlığı ve Atatürk - Kemalci cumhuriyet süblimasyonları yapmaya çalışan güruh, kendi ideologlarından bile habersiz?
Türkiye’deki geleneksel İslam akidesi ile Taliban akidesi arasındaki ayniliğin yüzlerce delilinden bazıları aşağıdadır:
Taliban’ın icraatları içerisindeki en göze batan “recmetme” cezasıyla ilgili Türkiye’deki geleneksel İslam kaynakları şöyle demektedir: “Zina edenin taşlanarak öldürülmesine dair bir ifade Kur’an-ı Kerim‘de yer almasa da Sünnet ve İcma delillerine dayanır. Hz. Peygamber’in evli olarak zina edene recm cezası uyguladığı, tevatüre ulaşan hadislerle sabittir. Temelde kıyasa göre evlilere de yüz değnek (celde) cezası uygulanması gerekirken, bu konudaki hadislerle amel edilerek recm cezası öngörülmüştür. Recm konusunda hükmü devam eden fakat Kur’an ayeti olarak okunması nesh edilen bir ayet de nakledilir. Abdullah b. Abbas, Hz. Ömer’in minberde şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Cenabı-ı Allah Muhammed’i hak ile göndermiş ve O’na Kitabı indirmiştir. Recm ayeti de O’na indirilen ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk, ezberledik ve anladık. Resûlullah recmi uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık”. Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp “Biz Allah’ın kitabında recmi bulamıyoruz” der ve Allah’ın indirdiği bir farzı terk ederek sapıklığa düşerler. Şüphesiz recm, Allah’ın kitabında, evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir haktır.” (Müslim, Hudûd, 15). Recm cezası, ibretlik olması için bir meydanda erkek ayakta, kadın ise tercih edilen görüşe göre göğsüne kadar bir çukura sokularak kendisine ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir. Hz. Peygamber’in Gâmidiyeli kadın için, göğsüne kadar bir çukur açtırdığı nakledilir. Recm cezasıyla öldürülen kimse yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve defnedilir.”[3]
Taliban’ın ikinci dereceden dikkat çeken bir diğer önemli icraatı da “el kesme” cezasıdır… Bu cezayla ilgili olarak da Türkiye’deki geleneksel İslam kaynakları şu ifadelere yer vermektedir: “Mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin genel ilkelerden bahseden ayetler hariç tutulursa Maide Sûresinin 38-39. âyetleri, hırsızlığın hukukî ve dinî hükmüyle ilgili özel açıklama getirmesi yönünden ayrı bir öneme sahiptir. Bu ayetlerin meali şöyledir: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah’tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Kim bu zulmünden sonra tövbe eder ve durumunu düzeltirse şüphesiz Allah onun tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” Resul-i Ekrem’in sünnetinde de hırsızlık, dünyevî ve uhrevî bir dizi müeyyide ve sorumluluğu gerektiren ağır bir suç ve büyük bir günah olarak nitelendirilmiş, suçu sabit görülen hırsızlara Cahiliye döneminde de var olan el kesme cezası uygulanmış, ayrıca suçun önlenmesi, oluşması, cezanın tatbik esasları konusunda birtakım hukukî ve insanî açıklamalar getirilmiştir. İslâm hukukçularının hırsızlık suçunun oluşması şartlarını ele alırken üzerinde durdukları en önemli husus çalınan malın malî değerinin belirli bir miktarda (nisab) veya bundan daha yukarıda olması şartıdır. Hanefî fakihlerine göre çalınan malın değerinin en az 1 dinar (4,25 gr. altın) ya da -o dönemler itibariyle buna denk bir değeri ifade eden- 10 dirhem (yaklaşık 30 gr. gümüş) olması gerekir. Bu miktardan daha az değerde olan bir malın çalınmasından dolayı had cezası uygulanmaz. Onlar bu görüşlerine delil olarak Resul-i Ekrem’in, “10 dirhemden aşağısında el kesilmez” (Müsned, II, 204); “El, 1 dinar veya 10 dirhem miktarı olan hırsızlıkta kesilir” (Ebû Dâvûd, “Ḥudûd”, 12; Tirmizî, “Ḥudûd”, 16) rivayetini esas almışlardır.”[4]
Taliban’ın icraatlarında dikkat çeken hususlardan biri de kadınlara yönelik uyguladığı kamuda çalışma engeli, burka zorunluluğu, yalnız yolculuk yasağı, kız çocuklarının dinî alanlar dışında eğitimden menedilmesi gibi konulardır… Türkiye’deki geleneksel İslam kaynaklarının bu uygulamalara dair inancı da şöyledir: “Kadınların tesettürü, Kur’an-ı Kerimde ayetle bildirilmiştir.[5] Tek başlarına yolculuk etmelerini yasaklayan bir ayetse yoktur. Ancak yasak hadislerle sabittir. Uzak mesafelere yolculuk etmelerini yasaklamak, onların iffetlerini koruma, tecavüze uğramaların engelleme sebebine, amacına yöneliktir. Hz. Peygamber ‘Kadın, yanında kocası veya bir mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz.’, (Buhârî, Taksîr, IV, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, III) buyurmuştur.[6] Kadının vazifelerine gelince; İslam’da kadına dört büyük vazife verilmiştir ki bu konuda kendisiyle kimse yarışamaz: hamile kalmak, doğum yapmak, çocuk emzirmek ve terbiye etmek. Kadının bunları başarabilmesi için ağır ve yorucu işlerde yıpranmaması gerekir. Allah, evin idaresi gibi sorumlulukları erkeğe yüklediği gibi ailenin geçimini temin etme sorumluluğunu da erkeğe yüklemiştir. Kadının, analık vazifesini aksatmadan ve İslam’ın kalın çizgilerle çerçevesini çizdiği mahremiyet esaslarını çiğnemeden ilim öğrenmesi veya İslam’ın izin verdiği işlerle meşgul olmasında elbette bir sakınca yoktur. Ancak zaruret yokken devletin muhtelif birimlerinde kadının çalıştırılması ve yetkili kılınması İslam’a göre caiz görülmemiştir. Nitekim Resulullah; İran kisrasının kızının devlet reisliğine getirildiğini duyunca şöyle buyurmuştur: ‘İşlerini kadına tevdi eden bir millet asla felah bulamaz.’ (Buhari, Tirmizi, Nesei, Ahmet b. Hanbel), ‘İşleriniz kadınlarınızın emir ve havalisinde bulununca o zaman yerin altı, sizin için yerin üstünden daha hayırlıdır.’ (Et-TAC). Kuran-i Hâkim, müminlerin anneleri olarak nitelediği peygamber hanımlarından bir şey istendiğinde perde arkasından istenmesini emretmiştir (Ahzab Suresi, 6). Hikmet olarak da ‘Bu hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.’, buyurmaktadır (Ahzab Suresi, 53). Müslümanların anneleri mesabesindeki hanımlarla dahi yüz yüze konuşmasına geçit vermeyen Kur’an-ı Kerim’in hiçbir şekilde mahremiyet bağı bulunmayan kadınlarla bir ortamda ders, konferans, seminer veya işte beraber olma faaliyetleri icra etmeye onay vermesi ise mümkün değildir.[7] Mimsiz medeniyet, taife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâ yapmış. Şer’-i İslâm onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayatı ailede.[8]
Taliban’ın uyguladığı müzik, resim, heykel vb. yasağı konusunda Türkiye’deki geleneksel İslam kaynaklarının açıklamaları da şu şekildedir: “Mûsıkî veya müzik (semâ’, gına) kadın veya erkek tarafından ses ve âlet (çalgı) ile icrâ edilen malûm san’atın bütün şubelerine şâmildir. İslâmî hüküm bakımından bu şube ve şekiller arasında fark vardır. Hanefî mezhebine göre mûsıkî icrası ve bunu dinlemek haramdır. Bu hüküm, değnek ve çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulmasını dahi içine almakta ve haram saymaktadır (Merginânî, el-Hidâye, kerâhiye bahsi). Gazzalî; İhya-u Ulumi’d-Din isimli eserinde şu neticeye varmıştır: Mûsıkî ister ses ister alet ile olsun tek hükme bağlı değildir: Şartlara göre haram, mekruh, mubah ve müstehab olabilir: Dünya arzusu ve şehvet hisleri ile dolup taşan gençler için yalnızca bu duyguları tahrik eden müzik haramdır. Vakitlerinin çoğunu buna veren, iştigali âdet haline getiren kimse için mekruhtur. Güzel sesten zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır. Allah sevgisi ile dolup taşan, duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için müstehaptır. Şarkı söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden korkarsa dinlemek haramdır. Şarkı ve türkünün güftesi bozuk, İslâm inancına ve ahlâkına aykırı ise bunu müzikli veya müziksiz söylemek ve dinlemek de haramdır. Sıradan bir insanın müzik şehvetini de ilâhî aşkını da tahrik etmediği halde bütün vakitlerini alır, onu başka işlerden alıkorsa yine haram olur.”[9] Klasik dönem İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu insan ve hayvan heykeliyle resimlerinin yapılmasını haram saymakla birlikte bitkilerin ve cansız nesnelerin resminin yapılmasını, yine baş kısmı olmamak veya hayatta kalamayacak bir görünümde olmak ya da üstüne basılan, dayanılan halı, minder gibi saygı gösterilmekten uzak eşya üzerinde bulunmak kaydıyla insan ve hayvanların resmedilmesini câiz görmüşlerdir. Ayrıca resimli ya da mücessem olan çocuk oyuncaklarının kullanımına cevaz verilirken haç gibi İslâm inancına aykırı sembollerin kullanımı haram kabul edilmiştir. Bu görüşler Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadislere dayanır: Evde gördüğü resimli bir örtüyü asılı olduğu yerden çıkaran Resûl-i Ekrem, “Kıyamet günü insanlardan en şiddetli azaba uğrayacak olanlar Allah’ın yarattıklarının benzerini yapanlardır” buyurmuş, bunun üzerine Hz. Âişe örtünün kumaşından yastık yapmıştır (Buhârî, “Libâs”, 91). Resimli bir eşya satın alan Âişe’ye Resûlullah, “Bu resimleri yapanlara kıyamet günü azap edilir ve onlara, ‘Hadi, yaptığınız şu sûretlere can verin!’ denilir; içinde resim bulunan eve melekler girmez” demiştir (Buhârî, “Libâs”, 92). Ümmü Habîbe ve Ümmü Seleme, Habeşistan’da içinde sûretler (resim veya heykeller) bulunan bir kilise gördüklerini anlatınca Hz. Peygamber, “Onlar içlerinden hayırlı bir kişi öldüğünde kabri üzerine mâbed inşa ederler, içine de bu sûretleri yaparlardı; işte onlar kıyamet günü Allah katında yaratılmışların en kötüsüdür” demiştir (Buhârî, “Ṣalât”, 48; Müslim, “Mesâcid”, 16). Resûl-i Ekrem, üzerinde canlı resimleri bulunan eşyalar sebebiyle Cebrâil’in eve girmeyip (Buhârî, “Libâs”, 92), resimlerin baş tarafının kesilmesini veya örtünün yere serilmesini istediğini bildirmiştir (Nesâî, “Zînet”, 114). Resim çizmekle geçimini sağlayan bir kimsenin bu konuda kendisine danıştığı İbn Abbas, resim çizenlerin âhirette cezalandırılacağına dair hadisi aktardıktan sonra eğer işini sürdürmek zorundaysa cansız şeyleri ve ağaçları çizmesini tavsiye etmiştir (Buhârî, “Büyûʿ”, 104; Müslim, “Libâs”, 99).[10] Kur’an; sanemperestliği şiddetle men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehasininden sayıp Kur’an’a muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz bütün suretler ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.[11]
Taliban’ın tepkilere yol açan uygulamalarından, farklı mezheplere mensup kişilerin ridde ve irtidat hükmü ile idam edilmesi hususunda da maalesef Türkiye’deki geleneksel İslam kaynakları pek farklı bir değerlendirmede bulunmamaktadır: “Bir Müslümanın İslâm dininin inanç esaslarını veya bu esaslarla sıkı bağı bulunan temel hükümleri tamamen yahut kısmen inkâr etmesi İslâm hukukçuları tarafından özel bir suç tipi olarak ele alınmış, hangi söz ve davranışların ridde suçu oluşturacağı, mürtedin İslâm’a dönmesi için alınacak tedbirler ve sağlanacak imkânlar, muhakeme ve infaz prosedürü, mürtedin hak ve borçları gibi hususlarda ayrıntılı bir hukuk doktrini oluşturulmuştur. Klasik dönem İslâm hukukçuları arasında irtidad eden erkeğin cezasının ölüm olduğu hususunda görüş birliği vardır. Bu suç ve cezanın içeriğine dair farklı değerlendirmeler bulunması sebebiyle fakihlerin bir kısmı ridde cezasını had olarak nitelendirirken bir kısmı bunu had kategorisine dahil etmeyip ayrı bir suç olarak değerlendirmiştir. Hz. Peygamber’in, “Dinini değiştireni öldürün.” dediği (Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn” 2) ve Müslümanın dinini terk edip cemaatten ayrılmasını ölüm cezasına gerekçe olabilecek üç suçtan biri olarak saydığı (Buhârî, “Diyât” 6), Muâz b. Cebel’in Allah ve Resulünün, dininden dönenin boynunu vurmayı emrettiğini ifade ederek bu cezayı uyguladığı (Buhârî, “İstitâbetü’l-mürteddîn” 2) muteber kaynaklarda rivayet edilmiştir. Mürtede gayrimüslimlere verilebilen eman ya da zimmîlik statüsünün verilemeyeceği ve savaş esiri gibi fidye karşılığında serbest bırakılamayacağı hususunda da fakihler görüş birliği içindedir (Şâfiî, VI, 145).”[12] “Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı ictimaiyeye zehir olur. Ondandır ki ‘Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı hayatı var fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur.’ hükmü usul-i şeriatın bir düsturudur.”[13]
Şüphesiz Taliban’ın İslam akidesi ile Türkiye’deki geleneksel İslam akidesi arasındaki benzerliğin delilleri yukarıda zikredilenlerle sınırlı değildir… Benzerliği, nerdeyse her konuda görmek pekâlâ mümkündür… Zira Taliban da Türkiye’deki geleneksel İslam da aynı kaynaklardan beslenmektedir… Ancak belirtmek gerekir ki bu kaynaklar yüzde doksan itibarıyla Kur’an eksenli değil, Sünnet (Hadis), İcma ve Kıyas diye kabul edilen ve Hazreti Muhammed’in ölümünden hemen hemen iki yüz yıl sonra telif edilmeye başlanan ve günümüze kadar da daha çok siyasî saiklerle intikal ettirilen kaynaklardır. Siyasî saiklerle intikal ettirildiğinin en açık delili, her dönemde devleti elinde tutan güçler kimlerse o güçlerin akidesinin “din” olarak kabul ettirildiği gerçeğidir. Mesela; 20 yıldır devleti elinde tutan AKP iktidarının hilafına olan dinî yorumların Türkiye’de varlığını sürdürmesine nasıl engel olunuyorsa tarihin her döneminde de aynısı olmuştur… İslam’ı rasyonalize etmeye uğraşan “Kur’an Eksenli İslam” ya da “Tarihselci İslam” yorumlarının Türkiye’de yok edilmeye çalışıldığı inkâr edilebilir mi? Öte yandan ister şu dinî yorum olsun ister bu, şayet Batı’da yaratılan “sosyal-liberal hukuk devleti” kadar özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah vâdedemiyorsa, insanlar o dinî yorumu niçin gönüllü olarak kabul etsinler?
[1] İbni Haldun, Mukaddime, C. I., II., Çev., S. Uludağ, Dergah Yay., İstanbul, 1983.
[2] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.
[3] https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/recm / https://www.youtube.com/watch?v=owHvBH6wJqo / https://www.youtube.com/watch?v=Xu6AhwKv3nc / https://www.youtube.com/watch?v=3l0mwJ93NSo / https://www.youtube.com/watch?v=lavGWKqc-LY
[4] https://islamansiklopedisi.org.tr/hirsizlik
[5] https://www.youtube.com/watch?v=kStYIydDGFY
[6] http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00173.htm
[7] https://www.ismailaga.org.tr/islamda-kadin-ve-gunumuz-toplumundaki-yeri
[8] Bediüzzaman, Sözler (Lemaat), Söz Basım Yayın, İstanbul, 2012.
[10] https://islamansiklopedisi.org.tr/resim
[11] Bediüzzaman, Sözler, Söz Basım Yayın, İstanbul, 2012.
[12] https://islamansiklopedisi.org.tr/ridde
[13] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Söz Basım Yayın, İstanbul, 2012.