Bilenlerin malumu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin halen yürürlükte bulunan anayasası; 7 Kasım 1982 “halkoylaması” ile kabul edilen anayasadır ve 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi sonrası, cunta komitesi tarafından güya “anayasa” hazırlamak üzere, “kurucu meclis” diye oluşturulan Danışma Meclisi ve Millî Güvenlik Konseyi marifetiyle kaleme alınmıştır. Cunta komitesi Millî Güvenlik Konseyi’nin irade bildirimi mahiyetinde ilan ettiği 29 Haziran 1981 tarihli ve 2485 sayılı Kurucu Meclis Teşkili Hakkında Kanun’a göre, kurucu meclis iki ayrı organdan oluşuyordu; Millî Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi.
Mizansen bu ya; yasama organı görünümündeki Danışma Meclisi doğrudan yasa tanzim etme yetkisine sahipti ancak tanzim ettiği yasaların kesinleşmesi Millî Güvenlik Konseyi‘nin onayına bağlıydı. Yani “doğrudan yasa tanzimi yetkisi” denilen komedya bir kukla oyunundan ibaretti. Zira yüz altmış üyeli Danışma Meclisi’nin bütün elemanlarını (yüz yirmisini tayin ettikleri valinin gösterdiği adaylar arasından, kırkını da doğrudan) atayan, bizzat cunta komitesi Millî Güvenlik Konseyi’nin kendisiydi. İşte bu Danışma Meclisi tarafından bir “anayasa” metni hazırlandı, hazırlanan o metin Millî Güvenlik Konseyi’nin onayına sunuldu, Millî Güvenlik Konseyi’nin gerekli gördüğü değişikliklerden sonra da güya “halkoylaması” ile kabul edildi ve o günden bugüne kısmî bir takım değişiklikler yapılsa da maalesef hâlâ yürürlüktedir. Serencamı tam da böyle olan mer’i anayasanın ikinci maddesinde cumhuriyetin nitelikleri; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta (metnin giriş kısmında) belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” biçiminde tadat edilmektedir. Mesleği siyasî demagoji olanların gündelik konuşmalarında sürekli tartışma-polemik konusu yaptıkları; “Türkiye Cumhuriyeti; demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir.” cümlesi, besbelli ki anayasa metninin ikinci maddesinin kısaltılmış halidir…
Acaba hakikaten de Türkiye Cumhuriyeti devleti; demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti midir? Şüphesiz bu sualin doğru cevabı; anayasal yönetimin, demokrasinin, laikliğin ve sosyal-hukuk devletinin doğru tanımına bağlıdır. Elbette ki kriter; herkes için özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah vâdeden liberal-sosyal Batı standartlarıdır. Batı standartlarında Anayasacılık (Constitutionalism); keyfî yönetimi önlemeye matuf, iktidarların taktir yetkileriyle toplumu idare etmelerini engelleyen, bunun için de muhtelif mekanizmalar tasarlayarak kimin, nasıl ve hangi amaçlarla kamu adına bir takım salahiyetler kullanacağını belirleyen minimal, sınırlı devlete tekabül eder. Anayasacılığın klasik geleneği (Political Constitutionalism-Siyasî Anayasacılık) keyfiliği; yönetilenlerin iktidar tarafından tahakküme maruz bırakılmasıyla özdeşleştirir ve bundan tüm farklılıkları kapsayan kontrol ve denge mekanizması ile mevsuf siyasi eşitlik tesisi sayesinde kaçınılacağını ileri sürer. Daha modern olan gelenekse (Legal Constitutionalism-Hukukî Anayasacılık) keyfiliği bireysel haklara müdahale olarak tanımlar ve güçler ayrılığı ve yargı tarafından korunan bir anayasa yoluyla bu haklar için koruma sağlamayı önemser. Yani birinci gelenek daha ziyade kurumsal yapılanmaya; ikinci gelenekse daha ziyade bireysel hakların güvenceye kavuşturulmasına vurgu yapar. Aslında bu iki yaklaşımın birbirini tamamladığını söylemek de pekâlâ mümkündür. Zira kuvvetler ayrılığının yapılmadığı ve bireysel, doğal hakların emniyet altına alınmadığı bir toplumda “anayasa” yoktur.[1] Anayasacılık (Constitutionalism); çoğunlukçu demokrasi (majoriteryen) türleriyle değil yalnızca liberal-sosyal çoğulcu (plüral) demokrasi türleriyle ilişkilidir ve devletin yetkileri, icraatları ve faaliyetleri üzerine politikacıların ve bürokratların otoritelerinin hudutlarını belirleme gücüne ve yetkisine sahip olmalarını engellemek amacıyla bir üst sınır koyma ve kontrol çabasının ürünüdür. Locke ve Montesquieu çizgisindeki düşünürlerin temsil ettiği bu gelenekte iki hukuk türü arasında bir ayrım yapılır. Birinci türden hukuk kuralları devletin aktüel ve somut hedefleriyle ilgili pozitif hukuk (statute law); ikincisi de pozitif hukukun uyması gereken üst seviyeden kuralları ifade eden doğal hukuk (eternel rules). Anayasacılık (Constitutionalism) işte bu ikinci tür kuralların varlığı fikrine dayanır.[2] Açıktır ki 12 Eylül Anayasası, ilk gerçek anayasa örneği olan 1788 ABD Anayasası gibi, yurttaşların bireysel-doğal hak ve hürriyetlerini koruma altına alan ve “rasyonel – adil” bir devletin temel şartı olan kuvvetler ayrımını ön gören, uzlaşma ve rızaya dayalı bir toplum sözleşmesi değildir… Öyle olmadığı “Başlangıç” metninde şu cümlelerle dile getirilmektedir: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin; milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekatı sonucunda, Türk Milletinin meşru temsilcileri olan Danışma Meclisince hazırlanıp, Milli Güvenlik Konseyince son şekli verilerek Türk Milleti tarafından kabul ve tasvip ve doğrudan doğruya O’nun eliyle vazolunan bu ANAYASA: Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda (hazırlanmıştır); …(Hiçbir düşünce ve mülahazanın) Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği… (şüphesizdir)…” Türk Milleti hiçbir zaman gayrı meşru bir eylem olan darbe için çağrıda bulunmamıştır. Darbe cuntasının unsurları Danışma Meclisi ve Milli Güvenlik Konseyi, Türk Milletinin seçtiği meşru temsilciler değillerdir ve onların hazırladığı “anayasa” halkın rızasıyla kabul ve tasvip görmemiş aksine halka cebren onaylatılmıştır. Yalnızca liberal-sosyal çoğulcu (plüral) demokrasiyle ilişkili olan anayasada “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda…” şeklindeki cümlelerin yer alması tasavvur edilemeyeceği gibi; hiçbir düşünce ve mülahazanın “Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği…” şeklindeki cümlelerin yer alması da tasavvur edilemez… Aksini savunan diplomalı-diplomasız cahil budalalar, ulaşmayı ideal edindiklerini söyledikleri “muasır medeniyetler seviyesi” liberal-sosyal Batı standartlarına baksınlar…
Batı standartlarında demokrasi; eşitlik eksenindeki bir siyasal organizasyon ve yurttaşların rızasına dayanan hükümet modelidir… Klasik ve modern bütün demokrasiler devletin egemenliğini; yurttaşların siyasi eşitliği ve iradesi normuna ve egemenliği kullananların egemenlik altındakilere hesap verme ödevine dayandırır… Yani yönetimle ilgili demokratik bir süreçten bahsedilecekse kolektif kararlara tüm yurttaşların etkin katılımı ve eşit oy hakkı zorunludur… Nüfusun sadece bir kısmını yurttaş olarak kabul eden klasik demokrasiler (Atina / Roma) modern dönemin kalıplarına göre gerçek demokrasi olarak nitelendirilmez… Modern demokrasi temel unsurları; siyasal rasyonalite, bireycilik, negatif özgürlük, hukuki eşitlik, farklılıklara hoşgörü, rızaya dayanmak, anayasal-sınırlı devlet ve serbest piyasa ekonomisi olan liberal demokrasi modelidir… Evrensel insan hakları temeline dayanmayan, siyasal erkin anayasayla sınırlandırılmadığı, çoğunluk ilkesi çerçevesinde halk egemenliğini içermeyen demokrasi modelleri modern demokrasi olarak nitelendirilemez. Bir diğer modern demokrasi formu olan sosyal demokrasi; liberal demokrasinin karşıtı değil, eşitlik zeminini hukuk karşısındaki eşitlik alanının ötesine, ekonomik alana da taşımaya çalışan, toplumsal çeşitliliklerin ahlakî olarak geçerliliğini ve özgürlüğün bütün fertleri kapsayacak tarzda realizasyonu için fırsat eşitliği ilkesini savunan, buna yönelik de devletin ekonomiyi kontrol etmesini ve bölüşüm yapılarını denetlemesini zorunlu gören daha kapsamlı modeldir. Bir diğer ifadeyle siyasal demokrasiyi toplum tabanına yaymak üzere liberal demokrasinin temel unsurlarına fırsat eşitliği, pozitif özgürlük ve refah devleti unsurlarını eklemeyi şart koşan modern demokrasi modelidir… Yalnızca zenginlerin ya da emretme yetkisini elinde tutanların müreffeh bir hayat sürdürmeleri, halkın kahir ekseriyatının ise sefalet içerisinde yaşamaları ahlaken savunulabilir mi? Sosyal demokrasinin asıl hedefi dezavantajlı kitlelere fırsat eşitliği sağlayarak, hiç olmazsa temel ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir hayat temin etmektir. Bu standartlar dikkate alındığında Türkiye Cumhuriyeti’nin liberal ya da sosyal bir demokrasi olmadığı da açıktır… Aralarında derece farkı bulunmakla birlikte ne CHP’nin resmî tek-adam yönetimi ne de AKP’nin gayrı resmî tek-adam yönetimi modern, liberal ya da sosyal demokrasi olarak nitelendirilebilir… Derece farkı şudur: Mesela; aynı kamu kaynaklarına istinat etmesine rağmen CHP resmî tek-adam yönetimi Dolar ya da Euro endeksli, hazine garantili yol, köprü, havaalanı, hastane, vs. yapamamış ama AKP gayrı resmî tek-adam yönetimi Dolar ya da Euro endeksli, hazine garantili yol, köprü, havaalanı, hastane, vs. yapabilmiştir… Yerli-yerinde hiçbir şey yapmamak “şer” ise yerli-yerinde olmasa da bir şeyler yapmak “ehven-i şer”dir… İslam hukukçusu Hayrettin KARAMAN’ın fetvaları mucibince “ehven-i şer”, “şer” de olsa “zaruret” dönemlerinde ihtiyar olunabilir(?!) Garip olan şu ki Türkiye’de “zaruret” dönemleri hiç bitmiyor ve daha da garibi “İslam Uleması” bilinen zevat da “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifesini “ümera”ya yönelik değil “fukara”ya yönelik gördüklerinden, maalesef hayra çağrı için değil hep şerre destek için fetva veriyorlar(?!) “Bir müctehid, ictihad eder ve ictihadında isabet ederse iki sevap; hata ederse bir sevap kazanır.” akidesi (?!) her hâlükârda sevap hanesine kâr kaydediyorsa kim tutar ulemayı(?!) Günahtan ve zarardan müstağni bir ulema(?!) Ne diyor Cumhurbaşkanı ERDOĞAN: “Prensibimiz win win esasına dayalıdır…” Kurtuluş mücadelesi yürüten Kuvâ-yi Milliye aleyhtarı fetvalarından ötürü, Damat Ferit kabinesi üyesi Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’yi, “İctihadı hatalıydı.” deyip, kınayanlar utansın(?!) Hayrettin KARAMAN’a sevap; Dürrizade Abdullah Efendi’ye günah öyle mi(?!) «اَدَبْ يَا هُو» Edeb ya Hu…
Batı standartlarında laiklik; dinî inançlar ve pratikler açısından homojen olmayan, çeşitliliklerden müteşekkil toplumlarda demokrasinin ana dayanaklarından biridir. Herhangi bir toplum, içerisinde farklı değerlere mensubiyeti barındırıyorsa doğaldır ki öyle bir yapıda düzeni sağlayacak tek şey, farklılıklara eşit mesafede duran akıl temelli hukuk olacaktır. Yani laiklik denilen şey, hukukun herhangi bir dinî yoruma değil, rasyonaliteye endekslenmesidir. Zira hukuk, esas itibarıyla kamusal alanı bağlar. Müşterek alan anlamında kamusal alan; kamuya, halka dolayısıyla da devlete ait alan ise de o devlet herkesin devleti olduğundan, orada eşitliğe aykırı bir biçimde kimseye “Sen burada bulunamazsın, burada görev üstlenemezsin.” denilemez. Kamusal alanda bulunanlar ve görev üstlenenler için belirli bir takım düzenlemeler yapılıp, o düzenlemelere uyulması istenebilir ise de bu düzenlemeler birilerine imtiyaz olarak sunulamaz. Çünkü kamusal alanda eşit tanınma ve eşit muamele demokrasinin zorunlu unsurudur. Eşitsizlik, “özel alan” olan “mahremiyet alanı” ile ilgilidir. Özel alan; müşterek bir alan olmadığından, hiç kimse bir diğerinin özelinde onun eşiti değildir ve kamu hukukunu ihlale yönelik bir durum tespit edilmediği müddetçe, devletin müdahalesinden de masundur. Haddizatında laiklik (laicite) kelimesi Batı’da, Fransa dışında herhangi bir ülkede pek de fazla bilinmez. Bilenler, daha ziyade Fransız siyasetinden haberdar olanlardır. Terimin orijinali Fransızca “laity” kelimesi olup, geleneksel dönemde Katolik ruhban sınıfına (clergy) mensup olmayan insanlar için kullanılmıştır. 1789 Fransız Devrimi sonrası terimin bu anlamı değişmiş ve devletin yürütme, yasama ve yargı organlarının dinden bağımsız hale gelmesi, kiliseden ayrışması anlamını kazanmıştır. Yani laiklik terimi, Fransa’da ve Fransızca konuşulan diğer ülkelerde yaygın olarak “kilise” ve “devlet”in ayrışmasını ifade etmek üzere kullanılır. Yönetim ve yönetsel işler üzerinde dinlerin; din ve dinî işler üzerinde de yönetimlerin belirleyici etkisinin olmaması kastedilir. Laiklik; dinlerin ve dinî organizasyonların kamuya yönelik gündemlerinden ve rekabetlerinden devleti koruduğu gibi, dinleri de siyasî çekişme ve ihtilaflardan korur. Terimin bugünkü geçerli anlamı, dinin varoluş özgürlüğünü ima ederse de bu, din için özel bir statü anlamını da taşımaz. Diğer aktiviteler gibi dinî aktiviteler de akıl temelli sivil hukuka (civil law) uygun olmak zorundadır. Laik bir sistemde devlet, icraatında herhangi bir dinî doktrine göre pozisyon almaktan sakınır ise de din mensuplarının dinî pratiklerini de dikkate almak durumundadır. Devlet, kamu düzenini bozmadığı taktirde dinî organizasyonlara da dindar insanlara da karışmaz. Ancak laik bir sistemde bireyler, herhangi bir kamu görevini ifa ettiklerinde, herkese karşı tarafsız hizmet vermek zorundadırlar. Bireyler, dinî anlayışları tarafından herhangi bir siyasal ya da sosyal pozisyon almaya motive edilebilecekleri gibi ideolojik yaklaşımları tarafından da motive edilebilirler. Laik sistem için önemli olan, kamu hizmetinde tarafsızlık ilkesine uymaktır. Bunun için de laiklik (laicite) ve laikçilik (laicism) kavramları arasındaki farka dikkat etmek şarttır. Geleneksel dönemde Fransa’da kilise ve devlet birbiriyle ilişkiliyken bu kavramlar çok da ön planda değildi. Devrimle birlikte on dokuzuncu yüzyıl sonuna kadar Hıristiyanlık karşıtı (Dechristianization) hareketler yaşanınca, bu kavramlar da sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Ne yazık ki o günlerde laiklikten maksat daha çok Katolisizm karşıtlığı anlamında kilise karşıtlığıydı (anti-clerical) ve onu da devlet organize ediyordu. İşte bu dönemdeki din karşıtı hareketler laikçilik (laicism) olarak adlandırılmıştır. Ancak birinci ve ikinci dünya savaşı yıllarında durum değişmiştir. Özellikle 1945 sonrası “Hıristiyan-Demokrat” partilerin kuruluşu, devlet ve din ilişkilerini daha barışçı bir forma sokmuş ve laikçilik (laicism) yerini laikliğe (laicite) bırakmıştır. Demokrasinin eşit tanınma ve eşit muamele ilkesi ile laikliği bağdaştırma hususunda Fransa, Batı ülkeleri içerisinde iyi bir örnek değil ise de bugün itibarıyla artık Fransa’da da laiklik (laicite), en azından kendi vatandaşları için dinî tarafsızlık anlamını taşımaktadır. Anglo-Sakson dünyada ise uygulama; Amerikan Haklar Bildirgesi birinci maddesinde de belirtildiği üzere, “dinî bir kuruma ilişkin veya serbest ibadeti yasaklamaya dair” yasal düzenleme yapmayı kongreye yasaklayacak ölçülerde özgürlükçüdür… Türkiye Cumhuriyeti; maalesef 1950 öncesi tek-parti diktatörlüğü dönemlerinde Fransa’nın erken dönem formu “laicism”i benimsemiş, uygulamayı tamamen İslam karşıtlığına dönüştürmüştür. Bu uygulamaların bizzat Atatürk’ün direktifi olduğu da aşikardır. Aleni İslam karşıtlığını Atatürk’ün hem kendi pratiğinde hem konuşmalarında hem de yazılarında görmek pekâlâ mümkündür. 18 yıllık resmi EZAN yasağı bir kenara, mesela Atatürk; Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin, liselerde okutulmak üzere hazırladığı “tarih” kitaplarının “İslam Tarihi ve İslam Tarihinde Türkler’in Yeri” bölümlerinin müsveddelerini okuduktan sonra beğenmeyerek, Yalova’dan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Riyasetine hitaben kendi el yazısıyla yazdığı 16/17 Ağustos 1931 tarihli mektubunda şöyle demektedir: “Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, medeni cihanlarda, bilhassa Türk zengin medeni muhitlerinde bu iptidai ve cahiliyet devrinin timsali olan düstura dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam’dan evvel cihanşümul Türk medeniyetinin bütün vesikalarını imha etmekte beis görmediler. Yazacağınız İslam tarihinde bu cihetin toplayabileceğiniz vesikalara müsteniden izah olunmasını mühim görürüm.”[3] Atatürk’ün, “Ikra, Bismi, Rabbi safsatası”, dediği şey; bilenlerin malumudur; Kur’an’ın ilk ayeti olduğu kabul edilen, Alak Suresi’nin, “Ikra bi-ismi rabbike-l leżî ḣalak” (Yaratan Rabbinin adıyla oku.) ayetinden başkası değildir… Atatürk’ün İslam’la ilgili kanaatlerini, isteyenler, Kazım Karabekir’in, “Paşaların Kavgası” başlıklı kitabının “Kur’an’ın Türkçeye Çevrilişi” bölümünden de okuyabilirler. Orada da Atatürk şöyle demektedir: “Evet Karabekir; Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım. Ta ki budalalık edip, aldanmakta devam etmesinler.”[4] Arap oğlunun yavelerinden kasıt da şüphesiz Kur’an ayetlerinden başkası değildir. Atatürk; İslam’ı sevmek ve kabul etmek mecburiyetindedir, denilemez tabii ki… Vatansever olmak için dindar olmaya hacet de yoktur. Hatta şimdilerde mebzul miktarda mevcut olan; dini, siyasi çıkarları için alet eden riyakâr tiplerdense aleni dinsizler belki daha da makbuldür. İslam hukuku da zaten “Münafık, kâfirden eşeddir.” derken kuvvetle muhtemel bunu kastetmektedir… Ancak hakikat böyle de olsa, siyasî çıkarları uğruna, İslam’ın kara bir “kâbus” olduğunu düşünen Deniz BAYKAL tipi eski CHP’liler Atatürk’ü modern, liberal-sosyal demokrat ve özgürlükçü-laik diye sunmaktan; milliyetçi muhafazakâr geçinen cahil budalalar da Müslüman diye takdim etmekten maalesef imtina etmeyeceklerdir… Kaldı ki düşünebilen insanlar Atatürk‘ün dinle de Batı tipi demokrasiyle de Batı tipi özgürlükçü laiklikle de alakasının olmadığını elbette bilmektedirler… Mamafih eski CHP ve Atatürk gibi, AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın da Batı tipi özgürlükçü laiklikle arasının iyi olduğunu söylemek kolay değildir. Kamuda üst kademe görev almanın imam-hatip diplomasına endekslendiği, Musevî Hahambaşı’nın torununun bile “tercih” görüntüsü altında alavere-dalavere ile imam-hatip lisesine kaydettirilmeye çalışıldığı[5], “dindar nesil” (neyse o) yetiştirmenin “milli eğitim” politikasına dönüştürüldüğü bir vasatta Batı tipi özgürlükçü laiklikten bahsedilebilir mi?
Batı standartlarında sosyal devlet demek; anayasal açıdan, sadece bireysel temel hakları ve ekonomik özgürlükleri güvence altına almakla kalmayıp, aynı zamanda, toplumsal karşıtlık ve gerginlikleri belli ölçülerde dengelemek maksadıyla malî ve maddî önlemler de alan demokratik devlet demektir. Esas itibarıyla sosyal devlet; liberal demokrasinin, yirminci yüzyılın ikinci yarısı sonrası kendi içerisinde gerçekleştirdiği değişimi ifade eder. Bu değişim, yapısal unsurlardan ziyade liberal demokrasinin vaad ettiği temel-doğal hakların realize edilebilmesi için devlete yüklenilen sosyo-ekonomik vazifelere karşılıktır. Bu vazifeler; Avrupa ülkelerinde anayasalara da girmiş olan, dezavantajlı kesimlere yönelik asgari geçim temini, iş güvenliği, barınma imkânı, sıhhî bakım ve ücretsiz eğitim fırsatı sunmayı kapsar. Sosyal devletin öngördüğü bu çözüm; liberal devletinin adalet ilkesine sosyal eklemeler yapar. Şöyle ki liberal demokrasi; herkes için negatif özgürlük (örneğin, bedensel dokunulmazlık hakkı) diye adlandırılan, devletin keyfi müdahalelerinden masuniyeti güvence altına alıp, bireyin engellemelerden bağımsızlığını ve mülkiyet teminatını gözetirken; sosyal devlet onlara ilaveten devletin alacağı tedbirler vasıtasıyla bireyin özgürlüğünü mümkün kılan pozitif özgürlük (örneğin, parasız eğitim) hakkını güvence altına alıp, dezavantajlıların da sisteme katılımını ve ekonomik hasıladan pay almalarını mümkün kılar. Yani sosyal devlet; bireyi devletin keyfi müdahalelerinden koruyan negatif özgürlüğün ve bireyin kendi istek ve arzuları doğrultusunda yaşamasını fiilen mümkün kılan pozitif özgürlüğün birlikte hedeflenmesini ve gerçekleştirilmesini öngörür. Mesela; bir insan eğer formel olarak geçerli ve uygulamada etkili bir eğitim hakkına sahip değilse toplumsal hayata katılımı mümkün kılan bir altyapıdan yararlanamıyorsa ve mevcut imkânlarının kısıtlılığından ötürü eğitim hakkından faydalanamıyorsa düşüncesini özgürce ifade etmeye yönelik negatif özgürlük hakkını da kullanamayacak ve negatif özgürlük hakkı göz boyamadan ibaret kalacaktır. Negatif özgürlük haklarının herkes için etkili olması, ancak “imkân sağlayıcı” yani pozitif özgürlük haklarının tanınmasıyla kabildir. Formel mahiyette tanınan özgürlük hakları, herkes tarafından, devlete karşı bir hak olarak talep edilemiyor ve gerçekleştirilemiyorsa kıymeti yoktur. Açıktır ki mülkiyetin, kural olarak devlet üzerinden örgütlenen bir yeniden dağıtımı olmaksızın, herkes için özgürlük haklarının hayata geçirilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla pozitif ve negatif özgürlük haklarının her insan için uygulanabilirliğini sağlamak, devlete bir takım sorumluluklar yükler. Bu yükümlülükler yerine getirilmediği taktirdeyse özgürlük, eşitlik, adalet ve refah gibi değerlerin realizasyonundan söz etmek maalesef anlamsızdır.[6] Bu açıdan bakıldığında sosyal devlet; insan onurunu güvenceye kavuşturabilmek maksadıyla adaleti, düzeltici adalete ilaveten dağıtıcı adalet; eşitliği, orantılı eşitliğe ilaveten fırsat eşitliği ve özgürlüğü de negatif özgürlüğe ilaveten pozitif özgürlük çerçevesinde pratiğe aktaran devlet demektir. Dağıtıcı adalet; temel ihtiyaçların makul, ortalama ya da asgari ölçüde karşılanmasına yöneliktir. Temel ihtiyaçların neler olduğu sorusunun mevcut toplumsal şartlara göre cevaplandırılması gerektiği de açıktır. Mesela; 1960’lı yıllara kadar telefon, televizyon ve internet bağlantısı gibi şeyler temel bir ihtiyaç değilken; günümüzde temel ihtiyaç maddeleri olarak kabul edilmektedir. Fırsat eşitliği ilkesinde hedeflenense varlık ve kaynakların dağılımından ziyade, fırsatların eşit dağılımıdır. Başka bir ifadeyle; yola çıkış şartlarının eşit olmasıdır. Fırsat eşitliği sağlandıktan sonra ortaya çıkan gelir, statü ve diğer şeylerin dağılımındaki eşitsizlikler bir ölçüde adil karşılanabilir. Mesela; eşit olmayan hayat şartları, bireysel tercihlere dayandıkları durumlarda, devletin müdahalesi alelıtlak zorunlu değildir. Ancak adalet; devletin yalnızca bir kerelik müdahalesini gerektirmeyip, ayakta tutulabilmesi için sürekli düzeltmeler yapılmasını da zorunlu kılabilir. Özellikle müdahale edilmesi gereken eşitsizlikler; doğuştan sahip olunan yeteneklerin farklılığından, ebeveynin sahip olduğu farklı imkânlardan, cinsiyete özgü rol dağılımlarından ya da farklı eğitim ve meslek eğitimi tarzlarından kaynaklanan eşitsizliklerdir. Öte yandan kabul etmek gerekir ki devletin bu tür müdahaleleri akla yakın görünse bile uygulamada eşitsizliğin haklı ve haksız nedenleri arasında keskin bir sınır çizmek yine de pek kolay olmamaktadır. Binaenaleyh fırsat eşitliği “mutlak eşitlik” temini olarak da görülmemelidir. Belki de kabul edilmesi gereken ölçü, asgari hayat standartlarının dezavantajlı kesimlere yönelik de sağlanması için devlet tarafından adil başlangıç şartlarının mümkün hale getirilmesidir.[7] Türkiye Cumhuriyeti devletinin yurttaşlarına asgari geçim temini, iş güvenliği, barınma imkânı, sıhhî bakım ve ücretsiz eğitim fırsatı sunan bir devlet olduğunu söylemenin imkânı var mıdır? Aralarındaki derece farkı dikkate alınmak kaydıyla elbette sual 1950 öncesi CHP’nin resmî tek-adam yönetimi için de AKP’nin 2011 sonrası “ustalık dönemi” gayrı resmî tek-adam yönetimi için de geçerlidir… 2021 yılı itibarıyla resmi işsizlik oranının yüzde 13-15 seviyelerinde seyrettiği bir devletin anayasasında “sosyal devlet” olduğunun yazılmasına cahil budalalardan başka kim inanır? Daha dün, üniversitelerin akademik yılı açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “Her öğrenci üniversiteyi bitirdiği zaman iş sahibi olacak diye bir şey yok.” deyip, Türkiye Cumhuriyeti devletinin “sosyal devlet” olmadığını ilan etmedi mi?[8]
Batı standartlarında hukuk devleti; adaletin gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet demektir. Bir devletin hukuk devleti olabilmesi için her şeyden önce orada bütün bireyler için insan hakları öğretisinin yürürlükte bulunması zorunludur. Adaletin asgari şartı budur. Binaenaleyh hukuk devleti, pozitif hukuku olan devlet demek değildir. Bir devletin pozitif hukuk sistemindeki kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Zira adaleti gerçekleştirmeye matuf olmayıp, egemen sınıfların çıkarlarını gözetmeye yönelik yasal düzenlemeler yalnızca hukuk devleti formuna bürünmüş kanun devletlerinde gözlenir. Temel ve doğal insan haklarını reddeden Nazizm, Faşizm, Stalinizm gibi bilumum tek-parti diktatörlükleri her hususta ayrıntılı yasal düzenlemeleri bulunan kanun devleti idiyseler de asla hukuk devleti değillerdi.[9] Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği. Üçüncüsü de anayasa hukukunun bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olması. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olmasıdır. Muhteva bakımından ölçütüyse; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devletinde hukuk, siyasî ve idarî mekanizmaların hepsinin üstündedir. Hukukun üstünlüğü ilkesinin yürürlükte olup olmadığının formel göstergesi, Yasama organının bir kamu iradesi olarak belirlediği kanunların, başta Yürütme ve Yargı olmak üzere, diğer bütün idarî ve icraî organları bağlamasıdır.[10] Bir devletin demokratik olması da şüphesiz onu hukuk devleti yapmamaktadır. Demokrasi perdesi altındaki birçok yönetim maalesef oligarşi olabilmekte, adaletin tahakkuku yerine pekâlâ muayyen çıkar gruplarına hizmet edebilmektedir. Zira demokrasiler; bilinçli, örgütlenmiş sosyolojik gruplara dayanmadıkça oligarşik manipülasyonlar kaçınılmazdır. Tam da bu nedenle demokrasi ve hukuk devleti ayrımı yapılmaktadır. Şöyle ki demokrasilerde siyasal meşruiyetin kaynağı halktır fakat bunun pratikteki karşılığı parlamento çoğunluğudur. Parlamento çoğunluğu, onu sınırlandıran hukukun üstünlüğü ilkesini tanımadığı taktirde kaçınılmaz olarak oligarşinin hizmet ve manipülasyon aracına dönüşür. Çoğunluğun gücünü sınırlandıran şey, hukukun üstünlüğü ilkesidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, parlamenter çoğunluğun iradesini sınırlandırarak, azınlıkta kalanların haklarını da korur. Bu noktada siyasal meşruiyetin kaynağı olan halkın, daha doğrusu parlamenter çoğunluğun karşısına yeni bir meşruiyet kaynağı daha çıkar ki o da “evrensel insan hakları”dır. İşte bu yeni meşruiyet kaynağıyla birlikte demokrasi, yerini temel haklarla sınırlı hukuk devletine bırakmaktadır.[11] Hukuk devleti fiiliyatta yoksa, rejimin kağıt üzerindeki adı cumhuriyet de olsa demokrasi de olsa hakikatte oligarşidir. Bu kriterler dikkate alındığı taktirde, adı cumhuriyet olan 1950 öncesi tek-parti diktatörlüğü rejiminin “hukuk devleti” olduğunu tartışmak abesle iştigal olacaktır elbette… Derece farklarına rağmen, AKP’nin 2011 sonrası “ustalık dönemi” gayrı resmî tek-adam yönetimi içinse muhakkak ki söylenebilecek çok şey vardır… Mesela, AKP yönetiminin; hukuk devletinin formel ölçütü, “kamu gücü olarak, yürütmenin hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olması” kriterine uyduğu ileri sürülebilir mi? Yine mesela AKPyönetiminin; hukuk devletinin muhteva bakımından ölçütü, “kamu gücü olarak yürütmenin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesi” kriterine uyduğu ileri sürülebilir mi? Cevabın müspet olmadığının son açık delili, geçtiğimiz günlerde yaşanan AKP’lilere ait “vakıf” TÜGVA ile CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi arasında yaşanan tahliye krizidir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, kira sözleşmesine uygun kullanılmadığı için tahliye talebiyle açmış olduğu dava ilgili mahkeme tarafından haklı bulunmuş, ancak mahkemenin verdiği tahliye kararı, polis marifetiyle uygulatılmamış, görevi mahkeme kararını yerine getirmek olan polise SUÇ işletilmiştir. Açıktır ki suçu işleten yürütmeyi elinde tutan iktidardır. Batı standartlarındaki bir hukuk devletinde böyle bir olay değil gerçekleşsin, tasavvur dahi edilemez… Besbelli ki mevcut AKP iktidarının “hukuk devleti” diye bir tasası yoktur ve şimdilik “kanun devleti” ve “majoriteryen demokrasi” onlar için daha kârlı bir tercihtir… İktidarın bekası için her yol mubah olunca tek taraflı “win win” prensibi de elbette yürürlükte kalmaya devam edecektir… Meğerki “ictihadda isabet de hata da sevaptır” akidesi değişsin veya o akidedekilerin iktidarı son bulsun…
Hülasa, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi sonrası, cunta komitesi tarafından “anayasa” diye hazırlattırılan metinde her ne kadar devletin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğu yazılmış ise de bu ifadenin bugün dahi realitede herhangi bir karşılığı yoktur. Türkiye Cumhuriyetinin realitedeki karşılığı majoriteryen demokratik, nominal laik, nominal sosyal bir kanun devleti olduğudur. Nitelikleri gerçekte böyle olan bir devlet için şayet şair, “Asiyab-ı devleti har da olsa döndürür.” diyorsa haklı değil midir? Besbelli ki asıl hüner; devleti Batı standartlarında görüldüğü üzere demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletine dönüştürmekte ve bütün fertleri, en azından kahir ekseriyatı, insanî varoluşu engelleyen işsizlik, yoksulluk, sefalet, cehalet, hastalık gibi kötülüklerin pençesinden kurtarabilmektedir… Batı karşıtlarının kulağı çınlasın…
[1] B. Badie, D. Berg-Schlosser and L. Morlino (eds), International Encyclopedia of Political Science / Constitutionalism
[2] Atilla Yayla, “Anayasacılık, Anayasal Demokrasi ve İdeolojiler”, Liberal Düşünce, Sayı 66, Bahar 2012.
[3] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, İstanbul, 2018.
[4] Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, İstanbul, 1994.
[5] https://t24.com.tr/haber/hahambasinin-torunu-imam-hatibe-yerlestirildi-iddiasi,269266
[6] Tobias Gombert_vd., Sosyal Demokrasinin Temelleri, Çev., R. Hallaç, Friedrich Ebert V., İstanbul, 2010.
[7] Alexander Petring_vd.; Sosyal Devlet ve Sosyal Demokrasi, Çev., R. Hallaç, Friedrich Ebert V., İstanbul, 2013.
[8] https://www.youtube.com/watch?v=nmCWG2LJKOA
[9] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, İstanbul, 1989.
[10] Hayrettin Ökçesiz, Hukuk Devleti, Afa Yay., İstanbul, 1998.
[11] Zühtü Arslan, “Devletin Hukuku, Hukuk Devleti ve Özgürlük Sarkacı”, HFSA, S. 6. İstanbul, 2003.