Türkiye’de Sağ ve Sol Siyaset

Bilenlerin malumudur; siyasette “sağ” ve “sol” ayrımı, 1789 Fransız Devrimi sonrası toplanan Yasama Meclisi’ndeki (Assemblée Législative) tesadüfî oturma düzeniyle ilişkilendirilir. Rivayet o ki başkanlık divanının sağında, şöyle ya da böyle monarşinin sürdürülmesini isteyen Feuillants grubu, aristokratlar, yüksek rütbeli rahiplerden, vs. ibaret muhafazakâr temsilciler; solunda ise cumhuriyet isteyen, reformdan, değişimden yana radikal görüşlere sahip bulunan JakobenJironden, vs. temsilciler oturmuşlardı. Ayrıma yüklenilen değersel (aksiyolojik) anlam, evvela İngilizler tarafından kullanılmış olup, Avrupa’da dinin siyasî meşruiyet aracı olmaktan çıkışıyla birlikte, on dokuzuncu yüzyılda, özellikle 1848 Devrimleri akabinde gerçekleşmiştir. Bu değersel (aksiyolojik) anlama göre sağ; otorite, hiyerarşi, düzen, vazife, gelenek, reaksiyon, milliyetçilik gibi kavramlarla karakterize edilirken, sol; eşitlik, pozitif özgürlük, ekonomik haklar, dayanışmacı (solidarist), ilerlemeci (progresivist) ve kozmopolit (enternasyonalist) gibi sıfatlarla nitelendirilir. Ancak siyasetin bu tür etiketlemelerden çok daha karmaşık olduğu dikkate alınırsa yapılan kategorik değerlendirmelerin mutlak olamayacağını da unutmamak icabeder. Siyasî kullanımlarının aksine gündelik hayatta kullanılan sağ ve sol kavramlarının hangisinin gerçekte olumlu, hangisinin olumsuz olduğu, tanımsal anlamına değil, tanımlanan şeyler hakkında verilen karşıt değer yargılarına bağlıdır. Geleneksel-dinsel dilden yola çıkıldığında sağın hep olumlu tarafı, solun ise hep olumsuz tarafı temsil ettiği açıktır. Amel defterleri sağdan verilenler cennetlik, soldan verilenler cehennemliktir. Bu kullanım hemen hemen bütün geleneksel-dinsel dillerde böyledir. Oysaki kavramların siyasî dildeki tanımlamaları doğru yapıldığı taktirde birinin hep iyiyi diğerinin ise hep kötüyü temsil etmesi için hiçbir zorunlu neden bulunmamaktadır. Objektif bir gözlemci, örneğin bir tarihçi ya da bir sosyolog, kendine düşen aslî vazifenin doğru tanımı belirlemek olduğunu kabul ederek kavramlara yüklenilen anlamları sorguladığında böyle bir zorunlu nedenin olmadığını elbette tespit edebilir. Aksi taktirde militanlar, kendi programlarına olumlu, muhaliflerin programlarına ise daima olumsuz bir değer yükleyeceklerdir.

Dinsel dil kaynaklı yer metaforu (amel defterleri sağdan verilenler- amel defterleri soldan verilenler), hâlâ mücadelenin vazgeçilmez bir parçası ise de siyasî alanda artık kökensel anlamını yitirmiş dolayısıyla da iyi ve kötü belirgin olmayan bir alanı temsil eder hale gelmiştir. Siyasî dilde iyiler ve kötüler sağda da solda da pekâlâ bulunabilirler. Binaenaleyh aşırı sol diye adlandırılan Sovyet-Rus tipi sosyalist-komünist rejimlerin insanlara yaşattığı kötü hayat standartları ile ılımlı sağ diye nitelenen Avrupa tipi liberal rejimlerin yaşattığı iyi hayatstandartları mukayese edildiğinde aradaki farkın görmezden gelinemeyecek boyutlarda olduğu inkâr edilemez. Bu sebepten ötürüdür ki sağ ve sol siyasete yönelik “aşırı” ve “ılımlı” ayrımları yapılmaktadır. Batı literatüründe, iktidara giden yolda “şiddet” uygulamalarını “meşru” bir araç olarak gören sosyalizm-komünizm tipi rejimler aşırı solanlayışları; rızaya dayalı seçim gibi yöntemleri benimseyen sosyal demokrasi rejimleri ise ılımlı sol anlayışları temsil etmektedir. Aynı şekilde “şiddet” uygulamalarını “meşru” bir araç olarak gören faşizm-tekparti diktatörlüğü tipi rejimler aşırı sağ anlayışları; rızaya dayalı seçim gibi yöntemleri benimseyen liberal demokrasi modelleri ise ılımlı sağ anlayışları temsil ederler. Öte yandan aşırı ve ılımlı bu modeller birbirlerine maksimum derecede benzerlik de sergiler. Mesela; aşırı sağ ile aşırı solun sahip oldukları ortak paydalardan en önemlileri eşitlik eksenindeki örgütlenme anlamında demokrasi karşıtlığı ve kitlelere yönelik manipülatif motivasyonların önündeki engel anlamında aydın (entelektüel) düşmanlığı iken; ılımlı sağ ve ılımlı solun en önemli paydası demokrasi ve meritokrasi taraftarlığıdır.

Batı standartları dikkate alındığında, siyasette aşırı sağ (faşizm-tekparti diktatörlüğü) ve aşırı sol (sosyalizm-komünizm) tipi ideolojilerin artık reddedildiği; ılımlı sağ (liberal demokrasi) ve ılımlı sol (sosyal demokrasi) ideolojilerinin makbul karşılandığı açıktır. Ancak ılımlı sağ ve ılımlı sol anlayışların yüksek orandaki benzerliklerine rağmen aralarına yine de hayli keskin ayrımlar konduğu da bir realitedir. Bahis mevzuu farklılıkların esas itibarıyla eşitlik veya eşitsizlik savunusu ve bunların realizasyonundaki uzlaşmacılık (konvansiyonalism) ya da otoriteryenlik (authoritarianism) kabulü olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Fransız Devriminden bu yana, yurttaşlığın özel bir bileşeni olarak eşitlik, toplumsal değişim adına yürütülen siyasal mücadelelerin belki de en temel ilkesidir. Dahası; eşitlik modern dünyada bir değer olmanın ötesinde modernliğin de kriteridir. Ancak eşitliğin; insana dair varlıksal-özsel (doğal) bir şey mi, hukukî eşitlik mi yoksa fertlerin ulaşmak istedikleri hedeflere yönelik fırsat eşitliği mi ya da içinde bulunulan sosyal şartların eşitliği mi yahut da yeteneklere, fırsatlara ve şartlara bakılmaksızın ulaşılan sonuçların eşitliği mi olduğu hususunda bir uzlaşma da yoktur. Ilımlı sağ daha ziyade hukukî eşitlikten yanayken, ılımlı sol, fırsat eşitliğinden yanadır. Monarşi ve Aristokrasiye karşı yürütülen mücadelede özgürlük gibi eşitlik idealini de her ne kadar evvela burjuvazi yani bugünkü anlamıyla sağ ideoloji taraftarları seslendirmiş ise de tesis edilen kapitalizm, insanları soy ve kan bağı ilişkilerinden yalıtıp, onları bir bakıma köklü bir eşitlik ilişkisi getiren parasal ilişkilere yöneltince, insanlar ürettiklerine ve tükettiklerine göre değerlendirilmeye başlanmış ve maalesef yeni üst sınıf, zenginler (sermayedarlar) için sağlanan eşitlik yoksullar (işçiler) için de sağlanamamıştır. Yoksullar; feodalizmin ve ataerkilliğin geleneksel baskılarından sözde özgür hale gelmişse de böylesi bir “özgürlük” sınıf ilişkileri bakımından paradoksal bir eşitsizliğe yol açmıştır. Yoksullar; emeği piyasada ne kadar ederse onu o kadara satmakta “özgür” kılındığı gibi, yine emeği ne kadar ederse o kadar “eşit” kılınmıştır. Karl Marks“Eşitsizlik, kişisel eksikliklerin ya da etik kusurların ürünü değil, bir bütün olarak ekonomi-politik örgütlenmenin sonucudur ve dolayısıyla emeği ile geçinenler için eşitlik sorunu çözülebilecekse bu, sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının yerine, her insanın özgür ve eşit gelişiminin zeminini teşkil edecek olan sosyalizmin ve komünizmin tesisiyle sağlanacaktır.”[1] derken yoksulların (işçilerin) aleyhine tesis edilmiş olan yeni düzene, sağ ideolojinin yarattığı kapitalizme işaret etmektedir. Şüphesiz insan ilişkilerinde herkes için eşit bir yargı öngörülmüyorsa toplumsal bir meşruiyet derecesine sahip bir etik kuramı hayal etmek zorlaşır. Bu esas; eşitlere eşit şekilde, farklılara eşit olmayan şekilde davranılması gerektiğini ileri sürerek eşit olarak tanımlananların yanında farklı olarak tanımlananların da bulunduğunu kabullenmektir. Eşitlerin ve eşit olmayanların kimler olduğu sorusu ise çözümlenemez bir tarihsel sorundur. Zira farklıları bir eşitler kategorisinde birleştirmek veya eşitleri bir farklılar kategorisinde toplamak için başvurulan ölçütler hep otoriter ve totaliter nitelikte olmuştur. “Farklı” kategorisi, adalete göre herhangi bir çözümleme bağımsızlığına sahip değildir. Mesela; yalnızca kadınlar erkeklerden farklı değildir; ayrıca her kadın ve her erkek de birbirlerinden farklıdır. Farklılık, haksız bir ayrımın temelinde bulunduğu zaman sorunlar ortaya çıkar. Ancak haksızlık farklılığa değil, farklı bir davranış için iyi nedenlerin olmadığının kabul edilmesine bağlıdır. Seçiciliğin zorunlu olduğu yerde eşitliğin yalnızca muayyen bir şeklinin arzu edilebilir olduğunu ifade etmek gerçekçidir ama seçiciliğin zorunlu olmadığı yerde değildir.  Mesela belli bir seçiciliğe sahip olan okulda, özel ya da kamuya ait işlerdeki sınavlarda eşit fırsat ve hak etme ölçütü mutlaktır. Seçiciliğin zorunlu olmadığı durumlardaysa mesela bir aile şirketinde kaynakların paylaştırılmasında ağırlıklı ölçü hak etmeden çok ihtiyaçtır. Komünist sistemi bir nevi aile olarak değerlendirdiği içindir ki Marks‘a göre komünist evrede “herkese ihtiyacına göre pay” prensibi ağırlıklı olacaktır. Ne var ki bu eşitlik idealine uzlaşmacılık (konvansiyonalism) vasıtasıyla değil de otoriteryenlik (authoritarianism) vasıtasıyla, totaliter şiddetle ve tiranlık başarısıyla varılmaya çalışılması beklentileri boşa çıkarmıştır. Sosyalist-komünist rejimlerin yıkılışının temel nedeni tam da budur. Dolayısıyladır ki ılımlı solun sözünü ettiği eşitlik, mutlak eşitlik değil, her zaman “secundum quidity” (ikincil mahiyette) bir eşitlik olmuştur. Sola eşitsizlikleri azaltmak için büyük bir duyarlılık atfedilmesi, onun bütün eşitsizlikleri gidermek niyetinde olduğu, sağın ise bunların hepsini korumayı hedeflediği anlamına gelmemektedir elbette. Kastedilen, solun daha eşitlikçi, sağın ise daha eşitsizlikçi olduğudur. Sol denince; “Her şeyde eşit olunması gerektiğine ilişkin prensibi kabul etmek zorunludur.” denmek istenmiyor kesinlikle. Çünkü bu yalnızca hayalci bir görüş değil, aynı zamanda rasyonel bir anlam vermenin de mümkün olmadığı niyet açıklamasıdır. Sosyal eşitsizlikleri azaltmaya ve doğal eşitsizlikleri daha az ızdıraplı hale getirmeye yönelik eşitlikçi bir öğreti, “herkesin her şeyde eşitliği”nin kastedildiği bir  eşitlikçilik öğretisinden çok çok farklıdır. Öte yandan mutlu bir toplumun en yüksek ideali anlamında eşitlik daima özgürlük ideali ile birlikte anılmalıdır. Eşitliğin karşıtı olarak eşitsizlik ve özgürlüğün karşıtı olarak baskı her zaman kötüdür. Tarihsel ve güncel deneyim göstermiştir ki totaliter devletin ya da anarşinin uç sınırını yok etmek için iyi bir ortak hayat, ikisinin arasında bir yerlerde kurulmalıdır. Özgürlüğü kısıtlayan eşitlikçi önlemler de eşitsizliği artıran özgürlükçü önlemler de hep mutsuz toplumların oluşmasına yol açmıştır. Birilerinin yararlandığı özgürlüklerden soyut olarak yararlanmak başka şeydir, özgürlüklerden tıpkı birileri gibi yararlanmak başka şeydir. Ilımlı sağ da olsa liberalizm, esas yönelimiyle birinci şıkkı karşılar. Eşitlikçi önlemlere başvurmadıkça ve böylelikle genel esasları düzeltmedikçe ikincisini temin edemez. Eşitlikçi bir önlemin, özgürlüğü kısıtlayıcı olduğu söylenemez. Mesela; erkeklere tanınan oy verme hakkının kadınlara da verilmesi, erkeklerin oy verme özgürlüğünü kısıtlamamıştır. Belli bir hükümeti desteklemenin sadece onlara ait olmaması bağlamında güçlerini sınırlandırmıştır ama oy kullanma haklarını sınırlandırmamıştır. Aynı şekilde kişisel hakların, göçmen insanlara da tanınması, yurttaşların kişisel haklarını kısıtlamaz. Liberalizmin hoş gördüğü eşitsizlikler; nitelik olarak, aristokratik-hiyerarşik düşüncelerin ilintili olduğu eşitsizliklerden elbette farklıdır. Serbest piyasa özgürlüğünün eşitsizliklere yol açtığı liberal bir sistem, katı hiyerarşisi olan bir toplum değildir ancak şöyle ya da böyle maksimum seviyede oluşan ekonomik eşitsizlikleri kaldırmayı hedefleyen bir toplum da değildir. Liberalizmin soldan ziyade sağa bağlanmasıyla ona haksızlık yapıldığı fikri, onu ifade edenlerdeki aksiyolojik açıdan olumlu liberalizm kullanımından ve aynı zamanda olumsuz “sağ” nitelemesinden kaynaklanan bir fikirdir.

Özetle; siyasette eşitliği savunan insanlar, tarihin muayyen dönemlerinde emellerini gerçekleştirmek için bir hayli çalışmışlarsa da nihaî başarıya ulaştıklarını söylemek oldukça zordur. Klasik dönemlerde de geleneksel dönemlerde de sosyal yapı genelde eşitsizlik üzerine tesis edilmiştir. Modern dönemlerde kısmi bir başarı elde edilmiş ise de bu, eşitsizliğin tamamen ortadan kaldırılmasından öte sadece azaltılması şeklinde tahakkuk etmiştir. Haddizatında bir toplumsal yapıda, belli ölçülerde fırsat eşitliği ve sosyal mobilite, imkân dahilindeyse ve statü hareketliliği için de yeterli alan bırakılmışsa neticede eşitsizliğin gerçekleşmesi reddedilebilir bir şey de değildir. Sosyolojik verilerin gösterdiği üzere; toplumsal tabakalaşma, kapitalizmde olduğu kadar sosyalizmde de diğer siyasi modellerde de mevcuttur. Mutlak eşitlik anlayışları, yalnızca birer ütopyadır. Ancak eşitliği artırmaya yönelik pratik girişimler de birer ahlakî argüman halinde daima istenilir olacaktır. Modernitenin kısmî başarısı da zaten sonuçlarda ve her şartta eşitlik şeklinde değil, fırsat eşitliği şeklinde gerçekleşmiştir. Mamafih; liberal-sosyal demokrasilerin çoğunda, muayyen bir fırsat eşitliğine ulaşılmışsa da şartlarda ve sonuçlarda eşitlik, otoriter ve totaliter bir yönetimin dayatmaları olmaksızın sağlanamayacağı gibi, böyle bir toplumun yaratılmasının maksimum seviyede sorunlu olduğu da Sovyet-Rus tipi sosyalist blok tecrübesiyle ispatlanmıştır.[2]

Fransız Devrimi’nden itibaren yaklaşık iki yüzyıl boyunca siyaset dünyasını iki karşıt gruba ayırmaya yarayan sağ ve sol ayrımı, Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılmasıyla birlikte Batı’da farklı bir tartışma konusu formuna bürünmüştür. Ayrımın azalan temsil gücü hakkındaki ilk değerlendirmeler genelde ideolojilerin başarısızlıklarına ve içerisine düştükleri söylenen krizlere bağlanmıştır. Oldukça karmaşık bir yapıya dönüşen siyasî dünyada iki karşıt tarafın net bir ayrımı sürekli daha orantısız ve vizyonu da sürekli daha yetersiz hale gelmiştir. Zira büyük demokratik toplumlar; kendi aralarında rekabet halinde olan çok sayıda fikir ya da çıkar grubunun varlığına tahammül eden veya daha doğrusu, bunların varlığını öngören toplumlardır. Bu toplumlarda farklı gruplar kimi zaman karşıt, kimi zaman birbirlerine üstün, bazı durumlarda sonradan ayrılmak üzere birbirleriyle müttefik; bazı durumlarda da birbirlerine sırtlarını dönmüş halde bulunabilmektedir. Yani oyundaki tarafların çok sayıda olduğu ve tarafların diğerleriyle çok çeşitli kombinasyonlar kurmasını mümkün kılan hallerde sorunlar artık tez-antitez ya da sağ ve sol şeklinde konulamamaktadır. Taraflardan gelen itirazlar birtakım şeyleri belirlese de keskinleştirmemektedir. Bu nedenle Batı’da, başlardaki sağ ve sol kutuplaşmaları neticede “merkez” diye bir alanın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Böyle bir atmosferde de bazen merkezi, kamufle edilmiş bir sağ olarak kabul etme eğilimindeki bir soldan, bazen de aynı merkezi, kendini sol olarak göstermek istemeyen, onu bir sol örtüsü olarak niteleme eğilimindeki bir sağdan bahsedilmektedir. Dahası merkez konumundan farklı olarak sağ ve sol ortasında bulunmayan, ancak her ikisinin de ötesine gitmeye çalışan bir konum alma girişimi biçiminde üçüncü yol girişimi ortaya çıkmıştır. Pratikteki üçüncü yol politikası, bir merkez politikasıdır ama ideal olarak kendini iki uç nokta arasında bir uyum biçimi diye değil, her ikisinin de aynı zamanda aşılması yani onların eşzamanlı kabulü ve yok edilmesi olarak takdim etmektedir. Üçüncü yol düşüncesinin tipik bir ifadesi sosyal-liberal idealidir. Sosyal-liberal idealin hedeflediği devletin; bireysel varoluşu çürüten beş büyük toplumsal kötülüğün (yoksullukişsizlik, sefalet, cehalet, hastalık) azamî ölçüde ortadan kaldırılmasını sağlayan “çağdaş (contemporary) siyasal sistem” refah devleti (welfare state), sosyal devletolduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Sosyal devlet; liberal hukuk devletinin adalet ilkesine sosyal eklemeler yapan, devletin keyfi müdahalelerinden bireyin masuniyetini sağlayan negatif özgürlük (örneğin, bedensel dokunulmazlık hakkı) haklarına bireyin kendi istek ve arzuları doğrultusunda yaşamasını fiilen mümkün kılan pozitif özgürlük (örneğin, parasız eğitim) haklarını ilave eden devlettir. Batı’da aktif siyasette gerçekleşen şeyin bu olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.

Aktif siyasette durum böyle ise de akademik-entelektüel çevreler Batı’da hâlâ sağ ve sol ayrımının varlığını tartışmayı sürdürmektedir. Bu çevrelere göre: Siyasette sağ ve sol ayrımı ortadan kaldırılırsa sahneye kutsal ve kutsal olmayan ayrımlarının geri geleceği şüphesizdir. Toplumsal ilişkileri şöyle ya da böyle ekonominin şekillendirdiği bir atmosferde, insanî sorunların çözümü, sağ siyasete ait egemen ekonomik sistem olan serbest pazarekonomisinden beklenemez. Serbest pazar ekonomisi, planlamacı ekonomi üzerinde galibiyetini tesis etmiş olsa bile hiçbir sorunun çözümü tek başına serbest pazar ekonomisine emanet edilemez. Ilımlı sol siyaset“serbest piyasa mantığının kısıtlanmasını; sosyal devleti; sermayeden çok işe dayalı orantılı paylaşıma sahip ekonomik politikalara doğru bir eğilimi; özel ve bireyselden çok kamusal ve genel olan şeylere yönelik organizasyonlara daha fazla önem verilmesini; ortaklık ve işbirliği değerlerinin kıyas ve rekabet değerlerine göre önceliğini; yeni sosyal hareketlere ve onların barışçı, çevreci, feminist taleplerine karşı daha büyük bir dikkati; insan haklarının, özellikle dışlanmış kişiler, yaşlılar, çocuklara vb. ilişkin olarak uygulanmasına gösterilecek özeni; sağlık, okul, barınma gibi temel ihtiyaçların herkese yönelik olmasının önceliği hakkında gösterilecek ısrarı; yoksul, bağımlı ve geri kalmış bölgeler için daha büyük bir duyarlılık ve uluslararası dostluğu; hem çoğunlukçu ve demokratik politik kararları almak için hem de karizmatik ve/veya geleneksel yapıdaki dinsel kurum fetvalarıyla veya yetke tartışmalarıyla dayatılmayacak bir dönüşümü ve eleştirel etikleri gerçekleştirmek için hür irade ve mantıklı tartışma özerkliğini ve farklılıkları yok sayan milliyetçiliğe karşı mücadeleyi talep etmektir.” Unutmamak gerekir ki toplumlarda hiyerarşi ve eşitsizlik yaratmaya dair sabit bir eğilim her zaman var olmuştur. Ilımlı sol siyasetin varlık sebebi ve görevi, toplum tarafından sürekli olarak üretilen eşitsizliğin ve otoriteryenliğin yeni formlarına karşı çıkmak ve onları periyodik olarak düzeltmektir.[3]

Türkiye’deki sağ ve sol siyasetin  nahif ölçülerde de olsa tezahürünün ve ayrışmasının hikayesi; 1908, İkinci Meşrutiyet darbesiyle birlikte başlatılabilir. Şüphesiz bu oluşumlar halk tabanlı değil, muhalif aydın ve askerî yapılanma biçiminde cereyan etmişlerdir. Mesela, bir sağ siyasî hareketten başka bir şey olmayan meşrutiyet darbesi, hiçbir ekonomik tabanı bulunmayan bir milliyetçi burjuva heveslisi asker-sivil organizasyonu İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından, güya sömürge olmaktan kurtulmak ve devlet gücünü yeniden canlandırmak niyetiyle gerçekleştirilmiştir. Ne var ki bu niyet; iktidarı ele geçirdikten sonra, dış güçlerin karşısında, bir tarafa yaslanmadan ayakta durmayı becerememiş ve dünya ölçeğinde çatışan emperyalist güçlerden birine bağlanmak zorunda kalmıştır. Denilebilir ki Birinci Dünya Savaşı mağlubiyeti; işte bu milliyetçi burjuva heveslilerinin, dönemin süper güçlerinden Almanya gölgesinde yükselme arzularının bir iflasıdır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde oluşan bu milliyetçi burjuva anlayışının; Kurtuluş Savaşı sonrası TBMM, Ankara Hükümeti himayesinde toplanan (17 Şubat – 4 Mart 1923) İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen kararlara aynen yansıdığını da söylemek mümkündür. Memleket içerisinde ticaret yoluyla bir sermaye birikiminin imkânsız görünmesi, milliyetçi burjuva heveslilerini, Batı sermayeciliği ve onun yerli temsilcileriyle uzlaşmaya zorlamıştır. Sözü edilen bu milliyetçi burjuva; Birinci Dünya Savaşı öncesinde de sonrasında da ana gövde itibarıyla yalnızca sivil ve askerî memur taifesinden ibarettir. Türkiye’deki bu milliyetçi burjuva; kendilerine rol model olarak aldıkları Fransız burjuvazisi gibi, iktidarını daima toplumun egemen din anlayışıyla çatışma içerisinde sürdürmüştür. Meşrutiyet dönemi itibarıyla tezahür eden diğer kanat, sol siyaset anlayışı (Türkiye Sosyalist Fırkası) ise çok çok daha nahif bir mahiyette oluşmaya başlamıştır. Öyle ki mensuplarınca; sosyalizm özleminin, ulusal egemenliğin tamamıyla gerçekleşmesi halinde kendiliğinden tahakkuk edeceği, komünizm aşamasına erişmek içinse sınıf mücadelesi yürütmeyi şart görenlerin yanıldığı iddia edilmektedir. Sağ siyaset gibi sol siyasetin de temel karakteristiği, feodalitenin meşruiyet aracı olarak gördükleri toplumun egemen din anlayışına karşı çıkmaktır. Nahif bir surette de olsa meşrutiyet dönemi ile teşekküle başlayan bu siyasî ayrışmalar, 1923’te ilan edilen cumhuriyet sonrasında CHP iktidarının 1925 Takrir-i Sükun Kanunu ile her türlü siyasal muhalefeti yasaklaması üzerine hitama ermiş, ATATÜRK’ün tahkim ettiği CHP tekparti diktatörlüğü aşırı sağ rejimine karşı muhalif anlayışların yeşermesi için uzun yılların geçmesi beklenmiştir.[4]

Aslına bakılırsa aradan geçen upuzun yılara rağmen Türkiye’de hâlâ Batı standartlarında ne ılımlı sağ ne de ılımlı sol anlamında bir siyasî oluşum gerçekleştirilememiştir. Şüphesiz bu neticede en büyük pay Atatürkçülük denilen “değişmez ve değiştirilemez” totaliter-diktatöryal düşüncenin; anayasa, yasa, yönetmelik, gibi devletin normatif tüm kılcal damarlarına nüfuz etmesi ve hakikati seslendirebilecek Batı standartlarında akademik-entelektüel bir zümrenin de mevcut olmayışıdır. Atatürkçülük denilen bu totaliter siyaset anlayışının nasıl bir şey olduğunu, önde gelen ideologlarından, tekparti diktatörlüğü dönemi CHP milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle değerlendiriyor: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[5] Falih Rıfkı Atay’ın bu tanımlamasına rağmen, Atatürkçülük’ten Batı standartlarında bir sol düşünce hatta sosyal demokrasi çıkarmaya çalışandiplomalı-diplomasız cehalet timsali tiplerin akademik-entelektüel bir niteliğinin varlığından bahsedilebilir mi? ATATÜRK ve yönetimindeki CHP; Batı sermayeciliği ve onun yerli temsilcileri ekseninde cereyan eden üretim ilişkilerine, daha doğrusu mülkiyet ilişkilerine dokunmayan ve asla dokunmak da istemeyen bir iktidardı. “Atatürk’ün ölümüne yakın, Dolmabahçe Sarayında yaptığı vasiyetname ile hazineye ve CHP’ye, cüzi bir miktarını da bazı yakınlarına bıraktığı büyük bir serveti olmuştu. Bunlar arasında 154 bin 749 dönüm arazisi, 51 adet binası, çeşitli fabrikaları, hisse senetleri, çok sayıda hayvanları sayılabilir. Bu büyük mülkiyetten anlaşıldığı gibi, Mustafa Kemal, mülkiyet düzeninde anlamlı bir değişikliği öngörmüyordu.”[6]

ATATÜRK’ün; mülkiyet düzeninde anlamlı bir değişikliği öngörmediğinin apaçık delili olan bu büyük serveti, bir başka kaynakta da şöyle tadad edilmektedir:

Atatürk; vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, bütün Türkiye’nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarından artırmasıyla da oluşmamıştır. Bilinen iki kaynak; Kurtuluş Savaşı yıllarında Hint Hilafet Komitesi’nin Ankara’ya yolladığı 600 000 liraya yakın yardımla, daha ileriki yıllarda eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın T.C. Uyrukluğuna geçerken CHP’ye bağışladığı 900 000 TL dolaylarındaki paradır. Atatürk; ömrünün sonlarında bu serveti hazineye, belediyelere ve geliri Türk Tarih ve Türk Dil Kurumuna verilmek üzere devletle özdeş saydığı CHP’ye bağışlamıştır. Atatürk’ün malvarlığının –devredilmeleri dolayısıyla bildiğimiz- öğeleri şunlardır:

  1.  Reisicumhur Atatürk’ün tasarruflarında bulunan bütün çiftliklerini Hazineye ihda buyurduklarına dair, 12 Haziran 1937 tarihli Başvekâlet tezkeresine ekli mektuptaki liste: 1- Ankara, Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus’taki çiftliklerinin 150 000 dönümü aşkın, değerli toprakları. 2- Bunlardaki sayıları 50’yi geçen türlü binalar. 3- Bira, Malt, Buz, Soda, Gazoz, Deri, Tarım Araçları, Yoğurt, Şarap, Un, Çeltik, Peynir, Yağ fabrika ve imalat haneleri. 4- Demirbaşlarıyla birlikte çeşitli tesisler. 5- İyi cinslerinden, yaklaşık 13 000 koyun, 450 sığır, 70 at, 60 eşek, 2500 tavuk. 6- Traktörler, Harman Araçları, Biçerdöverler, Deniz Motoru, Kamyon ve Kamyonetler, Binek Otomobilleri, At Arabaları. Dönemin Başbakanı bunların değerinin –o zamanki parayla “milyonları ifade eden bir servet halinde” olduğunu söylemiştir. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 5, Sene 2, İctimai 75. (12. 6. 1937), Celse 1; Cilt 19, s. 266-76 (Bu armağanlar bugünkü Devlet Üretme Çiftliklerine aktarılmıştır.)…
  1.  Atatürk, 2 Şubat 1938’de Bursa Kaplıcaları’ndaki 34 830 Liralık hissesini ve otel bahçesine bitişik köşkü Bursa Belediyesi’ne; 11 Mayıs 1938’de de Ankara’daki Hipodrom ve Stadyum civarındaki arsalarla çarşı içerisindeki bir oteli ve altındaki dükkânları Ankara Belediyesi’ne; aynı gün Ulus Basımevi ile bir arsayı CHP’ye bağışlamıştır (Mazhar Leventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti, İstanbul, 1968, s. 19).
  1.  5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesinde, Atatürk (a) nakit parasının, (b) hisse senetlerinin, (c) Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarının, kuru mülkiyetini (?) bazı özel koşullarla CHP’ye bırakmıştır. Anlaşıldığına göre; vefatında (a) üç ayrı hesaptaki nakit parası, 1.5 Milyon TL dolaylarındadır; (b) 300 000 liralığı kurucu, 1 300 000 liralığı normal olmak üzere, yine 1.5 Milyon lirayı aşkın değerde İş Bankası hisse senetlerinden başka, 125 tane kurucu, 25 000 tane de normal Maden Kömürü TAŞ. hisse senedi vardır; (c) Çankaya’daki malı mülkü ise eski Cumhurbaşkanlığı köşkü, arsası ve müştemilatıyla içindeki eşyalar olmalı.
  1.  İl Özel İdaresinin ona armağan ettiği Trabzon’daki Köşk gibi, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde (şimdi müzeye çevrilmiş) evleri vb. bulunmaktadır. 

Bütün bu malvarlığı için; dönemin Başbakanı’nın 12 Haziran 1937’de Meclis kürsüsünden söylediği gibi, “Senelerden beri şahsi tasarrufu ve bilhassa şahsi emeği ile vücuda getirildiği,” herhalde kolay kolay savunulamaz. O dönemde, Atatürk böyle has çiftlikler vb. kurarken; öteki devlet büyükleri de derece derece, benzeri yollarla “metruk”tan, “mahlul”dan, “ihda”dan kendilerine servet yapmışlardır.”[7]

Böylesi ölçüsüz servet sahipliğinin, sosyalist ya da sosyal demokrat olmakla bağdaştırılamayacağı açıktır… CHP’nin ekonomik devletçiliği de zaten devletin el koyduğu artı-üründen, özel kişilere yapılan servet transferidir. Nihai hedef olarak devleti yok etmeyi, devletsiz komünal bir toplum yaratmayı öngören Marksizm nerede; devleti kamu kaynaklarına el koymanın yüce kefaleti haline dönüştürüp, taraftarlarına servet transferi yapan Atatürkçülük nerede? Atatürkçü devletçilik uygulamasını; CHP ideolojisinin ilk günlerdeki yayın organı Kadro Dergisi’nin kurucularından yazar ve CHP milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu da şöyle anlatıyor:

“Bu iktisadi ve sınai gelişme hareketimiz öylesine irrasyonel, öylesine başıbozuk bir tarzda kalmış ve araya işten anlamaz ya da kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez komisyoncu, anaforcu bir takım tufeyli unsurların karışımıyla kurulan fabrikalar, yapılan tesisler o kadar pahalıya mal olmuştu ki uzun bir süre millet bunların yalnız yükünü hissetmekle kalmıştı. Bu şarkvari iş ve teşebbüs hareketleri böyle alıp yürürken, öte yandan halk ise ne şekerin tadını tadabilmekte ne de sırtını bir yünlü kumaş parçasıyla örtebilmekte idi.”[8]

CHP’nin; halkın rızasına dayanmaksızın iktidar olduğu 1920-1950 arası dönemdeki sözde cumhuriyet anlayışının mesuliyeti elbette ki bugünkü lideri, Kemal KILIÇDAROĞLU’nun omuzlarına yüklenemez. Ancak, Kemal KILIÇDAROĞLU, CHP’yi yeni CHP diyerek, Batı tarzı, halkın rızasına dayanarak iktidara gelmeyi hedefleyen bir sosyal demokrat parti haline dönüştürmek istiyorsa geçmişin prangalarından kurtulmak zorundadır. Hayatı boyunca; kuvvetler ayrımı (yürütme-yasama-yargı) prensibine karşı çıkmış olan ATATÜRK’ten, bırakın sosyal demokrat bir profil çıkarmayı, demokrat bir profil dahi çıkarılamayacağını anlamak mecburiyetindedir. Kemal KILIÇDAROĞLU; AKP’li Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ı  “Tek Adam” ve AKP’nin cumhurbaşkanlığı sistemini de  gayrı resmi “Tek Adam Rejimi” olduğu gerekçesiyle eleştiriyorsa ATATÜRK’ü de resmi “Tek Adam” ve kurduğu diktatöryal rejimi de toplumun büyük çoğunluğunun dinini, ezanını, başörtüsünü, müziğini, vs. yasaklayan ve tüm bu yasaklamaları da halkçılık olarak adlandıran bir nominal cumhuriyet olduğu için eleştirmelidir. Aksi taktirde, büyük çoğunluğu şöyle ya da böyle hâlâ “dindar” olan bu toplumdan eski CHP gibi, yeni CHP de kabul görmeyecektir.

Atatürkçülük denilen “değişmez ve değiştirilemez” totaliter-diktatöryal düşünce; Türkiye’de ılımlı sol siyasetin oluşumuna ne kadar engelse, ılımlı sağ siyasetin oluşumuna da o kadar engeldir. Devletin anayasa, yasa, yönetmelik, vb. kabilinden normatif tüm kılcal damarlarına dehşetengiz nüfuzu, CHP’ye alternatif olmak üzere kurulan diğer partileri de isteyerek ya da istemeyerek Atatürkçü görünmek mecburiyetinde bırakmaktadır. 28 Şubat Post-modern Darbe döneminin, Atatürkçü askerî vesayet odağının tüm hakaretlerine rağmen, Milli Görüş hareketinin lideri Necmettin ERBAKAN’ın “ATATÜRK yaşasaydı bizim partiye gelirdi.” demek zorunda kalışı, totaliter-diktatöryal düşüncenin dehşetengiz nüfuzunun en önemli delillerinden biridir. Atatürkçülük adına gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askerî darbesine rağmen, ateş çemberinin dışına kısmen de olsa çıkmayı başararak, ılımlı sağ denilebilecek bir siyaseti 1983-1989 yılları arasında temsil edebilmiş konservativ-liberal portre Turgut ÖZAL’dır. ÖZAL; her şeyden önce, devletin insanlar için var olan bir araç, bireylerin önündeki engelleri kaldırmak ve onların önünü açmakla görevli bir mekanizma olduğu düşüncesinin toplumda kabulünü sağlayan ve devleti sivilleştiren ilk liderdir. Kurucusu olduğu Anavatan Partisi1983’te iktidara seçilince, ilk iş olarak, Türk ekonomisinin içe kapalı ve bürokratik elit ile devletten beslenen özel sektör elitlerinin adeta gizli anlaşmasına dayanan “avanta paylaşım mekanizması” niteliğindeki çarkını yıkmak üzere, dışa açılmayı, uluslararası piyasalarla iş yapmayı sağlayan köklü değişiklikler gerçekleştirdi. Gelişmiş Batılı ülkelerden yardım istemek yerine onlarla ticaret yapmayı mümkün kıldı. Ne var ki o güne kadar devlet eliyle ticaret yapıp, uluslararası sektörlerle rekabet edemeyen ve etmeye de niyetli olmayan ancak ithalat rejimi ile imtiyazlı kılınmış iş çevrelerinin tepkilerine maruz kaldı. Bu sebepten kaynaklı, malum iş çevrelerinin finanse ettiği medya organlarının kasıtlı ve sürekli eleştirilerine muhatap oldu. Öyle ki bu tepkiler suikast teşebbüslerine kadar ilerledi. İşte bu çevrelerin tepkileri akabinde ÖZAL, geniş kitleler nezdinde, liberal bir devlet yapılanması için entelektüel donanım sağlama girişimlerinin odak noktası haline geldi. Kısa sayılabilecek altı yıllık iktidarı zarfında Türkiye’nin hem ekonomik yapısının hem de entelektüel yapısının kısmen de olsa liberalleşmesini sağladı. Kişi başına düşen milli gelir, Türkiye’de o güne kadar yaşanmamış ölçülerde yükseldi. Türk insanına; devletin vatandaş için var olduğu gerçeğini öğreten siyasi liderin ÖZAL olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır.[9]Şüphesiz her siyasî dönemde sorunlar yaşandığı gibi, ÖZAL döneminde de yaşanmıştır. Uzun yıllar periferide kalan muhafazakâr, eğitimsiz, köylü ve yoksul kitleleri merkeze taşımak ve onları iktidarın sağladığı nimetlerle tanıştırmak, dünyanın bütün burjuvazisinde gözlenen etik dejenerasyonun, dolayısıyla da yolsuzluk, rüşvet, irtikâp gibi olayların Türkiye’de de gözlenmesine yol açmıştır. 12 Eylül Anayasası’nın bir türlü sivilleştirilip, demokratikleştirilememesi, devletin şeffaflaştırılamaması, siyasî ahlak yasasının çıkarılamaması elbette Turgut ÖZAL döneminin büyük eksiklikleridir.

Acaba yirmi yıldır iktidarı elinde tutan AKP, siyasî yelpazenin neresine düşmektedir? 2001 yılı kuruluş aşamasında yazılan “iç tüzük” dikkate alınırsa “sosyal-liberal” bir parti olma niyeti taşıdığını söylemek mümkün. İç tüzükte şöyle deniyor: “Ak Parti; Türk Milleti’nin en önemli yönetim kazanımının, cumhuriyet olduğuna ve egemenliğin, kayıtsız ve şartsız milletimize ait bulunduğuna inanır… Milli iradenin tek belirleyici güç olduğunu kabul eder. Millet adına egemenlik yetkisi kullanan kurumların ve kişilerin gözetmeleri gereken en üstün gücün ise hukukun üstünlüğü ilkesi olduğunu savunur… Milli irade, hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasibireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliği, siyasi yönetim anlayışının temel referansları olarak kabul eder. Ak Parti; “insan” merkezli siyasi bir partidir. En üstün hizmetin, insana hizmet olduğuna inanır. İnsanın mutluluğu, huzuru, güveni ve sağlığı çalışmalarının hedefini teşkil eder. İnsanların farklı inanç, düşünce, ırk, dil, ifade etme, örgütlenme ve yaşama gibi doğuştan var olan tüm haklara sahip olduklarını bilir ve saygı duyar. Farklı olmanın ayrışma değil, pekiştirici kültürel zenginliğimiz olduğunu kabul eder. Ak Parti; birey-devlet ilişkilerinde, demokratik toplum olmanın gereklerine uygun düşmeyen yaklaşımları ve her türlü ayırımcılığı reddeder. Devleti, bireye hizmet için, bireylerin oluşturduğu etkin bir hizmet kurumu olarak kabul eder… Milli iradenin egemen olabilmesinin, bütün siyasal hakların ancak özgür kullanımı ile mümkün olabileceğine, özgür siyasal hak kullanımının ise, çoğulcu ve katılımcı hür demokratik düzen içinde hayat bulabileceğine inanır. İnsanın, insanca yaşamasının yöntemi olan sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesine özel önem verir.”[10] AKP’nin iç tüzüğünde yazılı olan yukarıdaki hususlara, iktidara geldiği 3 Kasım 2002’den 12 Haziran 2011’e kadar, hatta Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakanın, Başbakan Ahmet DAVUTOĞLU’nun, seçim mağlubiyeti ya da gensoru gibi herhangi bir sebep olmaksızın, başbakanlıktan çekileceğini açıklamak zorunda bırakıldığı 5 Mayıs 2016 tarihine kadar şöyle ya da böyle bağlı kaldığı da belki kabul edilebilir. Bazı yorumcuların Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında yaşanan yetki çatışmasından ötürü “Saray Darbesi” dedikleri bu olay, AKP’nin “aşırı sağ” bir ideolojiye evirilmeye başladığı tarihtir. Şüphesiz 5 Mayıs 2016 öncesinde yaşanan 28 Mayıs – 30 Ağustos 2013 tarihli Gezi Parkı protestoları, 17 – 25 Aralık 2013 yolsuzluk iddialarına yönelik soruşturma girişimleri, Başbakan DAVUTOĞLU’nu istifaya zorlamak için tertiplenen Pelikan Dosyası adlı itibar suikastı, 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması, gibi olaylar AKP’nin “aşırı sağ” bir ideolojiye evirilmesinde nirengi noktalarıdır. Final vuruşu ise “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen AKP usulü başkanlık sistemi belirlemiştir. “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile birlikte, 2001 tüzüğünde yazılı olan “hukukun üstünlüğü ilkesi”, “bireyin temel hak ve özgürlükleri”, “çoğulcu ve katılımcı demokrasi”, “ayrımcılığın reddi”, gibi prensipler maalesef rafa kaldırılmış; “kuvvetler birliği” rejimini intaç eden gayrı resmi “Tek Adam” yönetimi tesis edilmiştir. Gayrı resmi “Tek Adam” yönetimi; “aşırı sağ” bir ideolojinin eseri değildir de nedir? Aslında partisiyle ilgili bu değişimi, Recep Tayyip ERDOĞAN; Cumhurbaşkanlığı Sistemi için yapılan anayasa değişikliği-referandum sürecinde propaganda yaparken çok net açıklamıştır: “ATATÜRK olsaydı bu değişikliğe evet derdi.” Şüphesiz ERDOĞAN doğru söylüyordu çünkü AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi iyi işletildiğinde, hayatı boyunca demokratik hukuk devletinin olmazsa olmaz şartı “kuvvetler ayrımı” prensibinin daima karşısında yer alan ATATÜRK’ün adını cumhuriyet koyduğu “Tekparti Diktatörlüğü” sisteminin son kertede aynısı olacaktır… AKP’nin “aşırı sağ” bir ideolojiye evirildiğinin apaçık delili; Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; Kürtlerle flört ettiği günlerde (Türklerle siyaseten eşit olmak istiyorlardı.) “Bütün milliyetçilikler ayağımın altındadır.” diyerek, kıyasıya eleştirdiği bir diğer “aşırı sağ” parti MHP ile bugün müttefik olmasıdır…

Sağ ve sol siyaset ayrımlarıyla ilgili olarak 1990’lardan itibaren Batı ülkelerinde yapılan “Etiketlemeler gereksizdir.” eleştirileri, gelinen nokta itibarıyla şayet “sosyal-liberal” bir toplum yaratılabilmişse pekâlâ haklı görülebilir. Yukarda da belirtildiği üzere; “sosyal-liberal” idealin hedeflediği devlet; bireysel varoluşu çürüten beş büyük toplumsal kötülüğün (yoksullukişsizlik, sefalet, cehalet, hastalık) azamî ölçüde ortadan kaldırılmasını sağlayan “çağdaş (contemporary) siyasal sistem” refah devleti (welfare state), sosyal devlettir. Sosyal devlet; liberal hukuk devletinin adalet ilkesine sosyal eklemeler yapan, devletin keyfi müdahalelerinden bireyin masuniyetini sağlayan negatif özgürlük (örneğin, bedensel dokunulmazlık hakkı) haklarına bireyin kendi istek ve arzuları doğrultusunda yaşamasını fiilen mümkün kılan pozitif özgürlük (örneğin, parasız eğitim) haklarını ilave eden devlettir. Batı’da aktif siyasette gerçekleşen bu idealin, kısır çekişmelerden kurtulmak adına Türkiye’de de realizasyonunu istemek, acaba aklın, mantığın gereği değil midir?

 

[1] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.

[2] Bryan Turner, Eşitlik, Çev., B. S. Şener, Dost Kitabevi, Ankara, 2007.

[3] Norberto Bobbio, Sağ ve Sol, Çev., Z. Yılmaz, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1999.

[4] Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yay., Ankara, 2005.

[5] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.

[6] İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, Profil Yay., İstanbul, 2010.

[7] Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yay., Ankara, 2005.

[8] İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, Profil Yay., İstanbul, 2010.

[9] Mustafa Erdoğan, Demokrasi Laiklik Resmi İdeoloji, Liberte Yay., Ankara, 2000.

[10] https://www.akparti.org.tr/parti/parti-tuzugu/

Bu yazı Genel Felsefe, Güncel Yazılar, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.