3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi; Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki tüm serbest seçimleri kaybettiği halde askerî vesayet aracılığıyla devleti elinde tutmak isteyen Atatürkçü oligarşiye karşı, stratejik ortaklık kurduğu, şimdilerde adı FETÖ olan, o günlerde “sivil toplum örgütü” Gülen Cemaati’nin, on yıl sonra ihanetine uğrayıp, 17-25 Aralık 2013 tarihlerinde AKP hükümeti aleyhine gerçekleştirdiği yolsuzluk ve rüşvet iddialarını gündeme taşıyan “yargı operasyonu”na maruz kalınca, büyük bir şok geçirmiş ise de şoku çabucak atlatarak, cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçildiği ilk seçimde, 10 Ağustos 2014’te parti genel başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN‘ı cumhurbaşkanı seçtirmeyi her şeye rağmen başarmış fakat on iki yıllık aksiyoner tavrını kaybetmekten ve reaksiyoner bir pozisyona düşmekten de kendini kurtaramamıştır. Üstüne üstlük, AKP genel başkanlığına ve başbakanlığa atanan Ahmet DAVUTOĞLU’nun; yolsuzluk ve rüşvet ile itham edilen dört bakanın istifa edip, yüce divanda (Anayasa Mahkemesi) aklanabiliyorlarsa aklanmalarını istemesine karşılık, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, partiye müdahale ederek ithama maruz kalan bakanları yüce divandan kurtarması, AKP’nin, o güne kadar elinde tuttuğu söylenen ahlakî üstünlüğünü kaybetmesine de sebep olmuştur. İlerleyen günlerde Başbakan DAVUTOĞLU ve Cumhurbaşkanı ERDOĞAN arasında yaşanan yetki çatışmaları neticesinde, Başbakan DAVUTOĞLU’nu istifaya zorlamak için tertiplenen Pelikan Dosyası adlı itibar suikastı ve Binali YILDIRIM’ın “düşük profilli” başbakanlığa getirilişi ve bilahare yine eski stratejik ortak tarafından kalkışılan, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın tabiriyle “Allah’ın lütfu”[1], 15 Temmuz 2016 meşum darbe girişimi, AKP’nin yeni bir siyasî dil geliştirmesine yol açmıştır. Artık, AKP iktidarına ve icraatlarına muhalefete “cüret” eden her düşünce, her hareket maalesef birer “terör” odağıdır…
Muhalefeti “terör” odağı olmakla suçlamayı ve toplumu kutuplaştırmayı siyaseten mubah görmeye başlayan AKP; iktidarının bekası için otoriterleşmeyi de gerekli görmeye başlayınca, geçmişteki başarılarının aksine maalesef kendini ekonomik alanda başarısızlığa mahkum etmiştir… Ekonomik başarısızlığın; “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” denilen, AKP usulü başkanlık sistemi ile birlikte zirve yaptığı da apaçıktır. Yeni sisteme geçiş tarihi 2018 başlarında Dolar kuru 3,70 TL civarındayken, üç yıl sonra 17 Aralık 2021’de Merkez Bankası kurlarına göre 16,70 TL civarındadır. Türk lirasındaki değer kaybının resmen 4-5 kat civarında bulunduğu, enflasyon oranlarının da çarşıda-pazarda yüzde 50-60’lara yükseldiği bir atmosferde başarıya inanmak ancak cehalet dersiyle kabildir. Enflasyon değerleri açısından AKP iktidarının yirmi yıllık başarı-başarısızlık rakamlarına bakıldığındaysa, iktidara bağlı TÜİK’in rötuşlanmış resmî rakamlarına göre durum şöyledir: AKP’nin, iktidarı devraldığı Aralık 2002’deki enflasyon oranı yüzde 29,07’dir. Yirmi yıllık iktidarının neticesinde getirmiş olduğu nokta ise Aralık 2021’de yüzde 36,08’dir. AKP’nin, enflasyon değerleri açısından ülkeyi aldığı noktadan daha kötü bir duruma düşürdüğü de apaçıktır. Şüphesiz bu hususta da başarıya inanmak ancak cehalet dersiyle mümkündür. Ne var ki kamu kaynakları üzerindeki sınırsız tasarruf yetkisini elden bırakmak istemeyen AKP; iktidarının bekası ve ekonomiden bihaber seçmen taraftarlarının konsolidasyonu uğruna olsa gerek, başarısızlığın nedenlerini kendi değişiminde ve dönüşümünde değil, Türkiye’yi döviz-kur silahıyla çökertmeye çalışan “dış güçler” ve “yerli işbirlikçileri” ve onların “ekonomik terör” faaliyetlerinde gösterme çabası içerisindedir… İyi de sağduyu saiki ile de olsa halk sormayacak mı: “Türkiye’de; havaalanı, hastane, otoyol, köprü, liman, vb. gibi kamu ihalelerini Dolar’a ya da Euro’ya endeksli ve hazine garantili olarak 40-50 yıllığına birilerine veren AKP iktidarı değil mi?” “Türk lirasına, Türkiye’nin iktidarı bile itibar etmeyecekse nerenin iktidarı itibar edecek?” “Ülke yönetiminde, hemen her hususta sınırsız tek yetki sahibi AKP iktidarı olduğuna göre, nasıl oluyor da ekonomik problemlerin sorumlusu AKP iktidarı değil de “dış güçler” ve “yerli işbirlikçileri” oluyor?” Besbelli ki Türk siyasi tarihinde, geçmişte yaşanan şeyler bugün aynen tekerrür etmektedir: TANZİMAT yıllarında BABIALİ Hükümeti, ülke yönetimindeki zaaflarını sürekli “dış güçler” ve “yerli işbirlikçileri” üzerine yıkmaya çalıştığında Vatan Şairi Namık Kemal onlara şöyle seslenmişti: “Neden zaafımız tamamıyla müdahale-i ecnebiyye hamlolunsun? Kanunumuzu Rusya mı yaptı? Hazinemizi Prusya mı yağma etti? Hayır hayır… Bu suiistimaller, bu bedhahlıklar hep BABIALİ’nin sun’u olduğu, umur-u malumedendir. Çünkü bir devlet ne kadar zayıf ve zelil de olsa, asrımızda ‘hukuk-ı tabiiyye’nin haricinde olarak hakkında suimuamele icra olunamaz.”[2]
İşte bu kriz atmosferinden sıyrılmak isteyen AKP; “dış güçler” ve “yerli işbirlikçileri” tarafından yaratılan “terör” olaylarının üstesinden gelmek üzere, “ekonomik kurtuluş savaşı” yürütülmesi gerektiğini belirterek, ülkeyi Faiz-Kur-Enflasyon sarmalından kurtarmak için “yerli ve milli” yeni bir “silah” bulduğunu (Bakan NEBATî; Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, “Buldum, buldum.” diye ekranlara çıktığını söylüyor.), halkın da alelıtlak kendilerine destek olması gerektiğini ilan etti. Bu yeni silah, “Dövize Endeksli Mevduat Hesabı” denilen ve mudilere “faiz artı kur farkı” ödemesini taahhüt eden parasal bir silahtır… AKP’nin ekonomi ARŞİMET’i, Bakan NEBATî’nin “Buldum, buldum.” diye tasvir ettiği “Dövize Endeksli Mevduat Hesabı”nın aslında yeni bir tarafı yok… Başbakan Turgut ÖZAL’ın, “bilgisizlik abidesi” diyerek 1989 yılında kaldırdığı, 1970’li yıllarda uygulanan “Dövize Çevrilebilir Mevduat”hesabından başka bir şey değil… Başbakan Turgut ÖZAL; Milliyet Gazetesi’nin 17 Eylül 1989 tarihli haberinde uygulamayı ve ağır bilançosunu şöyle anlatıyor: “İnşallah gençlerimiz bundan ders alır. Bir daha böyle hesapsız, kitapsız hatalar yaparak, gelecek nesilleri zor taşınan yük altına sokmaz. 84-89 arasında bu ödemeleri yapmasaydık aile başına herkese 1 milyon TL para ödeyebilirdik. 9 bin ilave okul, 900 orta boy fabrika, 500 hastane ve 4 bin km otoyol daha yapardık. 100 bin insan iş sahibi olabilirdi. İşte geçmişin hatalarının bir topluma ne kadara mal olduğunun basit bir bilançosu budur. 1970’li yıllarda o zaman kendilerini akıllı, uyanık sananlar böyle bir yol bulmuşular. Tam 221 bankaya borçlandık ve Türkiye bunları hiç de kolay ödemedi. Benim memurum, işçim, esnafım diyenler, DÇM’nin yükünü vatandaşın sırtına yıktılar, orta direğin sırtına yıktılar. Bu borcu siz ödediniz…”[3] Bakan NEBATî’nin başında bulunduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı yapmış olduğu basın açıklamasında “Dövize Endeksli Mevduat Hesabı”nın mahiyetini şöyle anlatıyor: “Birikimlerini TL mevduat olarak değerlendiren vatandaşlarımızın kurlardaki oynaklık karşısında mağdur olmaması için Sn. Cumhurbaşkanımızın da açıkladığı gibi “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” ürünü devreye alınmıştır. Ürün, gerçek kişilerce TL vadeli hesaplar üzerinde işleyecek FAİZ ile hesap açılış ve vade tarihlerindeki kur değişim oranı kıyaslanacak; yüksek olan oran üzerinden hesap nemalandırılacak ve bu mevduat ürününe stopaj uygulanmayacaktır. Kur farkı hesaplamaları için Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası her gün saat 11:00’de USD döviz alış kuru yayınlayacaktır. Vade sonunda kur değişiminin FAİZ oranı üzerinde kalması halinde oluşabilecek fark müşteri hesabına TL olarak yansıtılacaktır. Hesaplar 3, 6, 9 ve 12 ay vadeler ile açılabilecek olup; minimum faiz oranı TCMB Politika FAİZ Oranı olarak uygulanacaktır.” Her şey çok açık değil mi? Anlamamakta direnenler için açalım: “Parası olanlar, yeter ki döviz satın almasınlar, Türk Lirası vadeli hesap olarak bankalara yatırsınlar. En düşük FAİZ oranı Merkez Bankası’nın politika FAİZ oranı (yüzde 14) olmak kaydıyla hem faizlerini alacaklar hem de döviz kurları yükselirse (Yükselmeme ihtimali yok. Öyle bir ihtimal olsa niçin kur farkı ödemesi taahhüt edilsin?) o farkı da alacaklar. Peki, o farkı kim karşılayacak? Hazine (Devlet) karşılayacak. Yani, hazine (Devlet) halktan toplanan vergilerin bir kısmını, parası olanlara yani zengin insanlara biraz daha zengin olsunlar diye HİBE edecek.” Güzel de hazine (Devlet) kimin parasını, kimin rızasıyla, hangi hakla zenginlere HİBE ediyor? Elbette bütün bu işlerin mimarı “Türkiye’nin ekonomisinin sorumlusu benim, ben.”[4] diyen Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’dır. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN aynı zamanda “Bir Müslüman olarak nasslar neyi gerektiriyorsa onu yapıyorum.”[5] da demektedir…
Acaba AKP iktidarının bu icraatları nassın gereği midir? Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi; “FAİZ” ve “HİBE” hususunda şunları söylemektedir:
“FAİZ; Kur’ân-ı Kerîm’de, tedricî bir yol takip edilerek yasaklanmıştır. Önce sitem ve ta‘rizde bulunulmuş, daha sonra açık ve kesin bir ifade ile yasaklanarak, faizde ısrar etmenin Allah’a ve resulüne bir nevi savaş açmak olduğu bildirilmiştir. ‘Faiz yiyenler -kabirlerinden- şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden ayılışı gibi kalkacaklardır. Bu hal onların, ‘Alım satım da tıpkı faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım satımı helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar. Allah faizi tüketir (faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah küfürde ve günahta ısrar eden kimseleri sevmez… Ey iman edenler! Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terk edin. Şayet böyle yapmazsanız Allah ve resulü tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Ancak tövbe edip vazgeçerseniz ana paranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.’ (el-Bakara 2/275-279)… Faiz yasağı Hadislerde de geçmektedir. Öyle ki Buhari’de zikredilen bir rivayete göre; ‘Borçlunun alacaklıya hediye edeceği her şey faizdir.’ (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 19)… İslâm hukukçuları arasında faizin haram olduğu konusunda görüş birliği bulunmakla birlikte nerelerde cereyan ettiği hususunda değişik fikirler ileri sürülmüştür. Bu farklı görüşler, fıkıh mezheplerinin faiz hükmünün dayandığı illet konusunda farklı değerlendirmelerde bulunmasından ileri gelmektedir…”
“HİBE’ye gelince; sözlükte ‘karşılıksız vermek, bağışlamak’ anlamındaki hibe, hukuk dilinde, özel borç ilişkileri grubunda yer alan ve bir malın karşılıksız olarak başkasına temlikini ifade eden akdin adıdır. Bir diğer ifadeyle hibe; ‘bir malın, karşılık şart koşulmaksızın, bir kimse tarafından bir başkasına (gerçek şahıslar arasında) temlikidir. Mecelle’deki karşılığıyla ‘Hibe bilâ ivaz bir malı âhara temliktir.’ Akdin kuruluşunda tarafların karşılıklı irade beyanları (icap ve kabul) esastır. Reşîd ve mümeyyiz olmayanların malından veli ve vasileri de dahil hiç kimse hibe ve teberruda bulunamaz. Hibenin dinen veya hukuken yasaklanmış bir sonuca ulaşmada, korunmuş bir hakkı düşürmede, gerekli bir vazifeyi ifadan kaçınmada araç olarak kullanılması caiz değildir. Mesela; kişinin zekâttan kurtulmak için yıl dolmadan malını bir yakınına hibe etmesi, komşunun şüf‘a hakkını düşürmek için gayri menkulünü alıcıya hibe etmesi, namaz, oruç ve kefâret borçlarının ıskatı için göstermelik hibe teâtilerinin (devir) yapılması gibi davranışlar sadece hile örnekleridir.”[6]
Sadece, İslam Ansiklopedisi verileri esas alınsa dahi AKP’nin “ekonomik kurtuluş savaşı” için icat ettiğini söylediği “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” silahını İslamî nasslar çerçevesinde meşrulaştırmanın hiçbir yolu yoktur. Hesaba yönelik “faiz artı kur farkı” ifadesinin “faiz” kısmını gözlerden kaçırıp (nasıl kaçırılacaksa) “artı kur farkı” kısmını HİBE manipülasyonlarıyla tartışmaya açmak, sadece ve sadece bir şark kurnazlığıdır. “Borçlunun alacaklıya hediye edeceği her şey faizdir ve dahası veli ve vasisi dahi olsa hiç kimse birilerinin malını bir başkasına HİBE edemez.” diyen İslamî nasslar “Bir Müslüman olarak nasslar neyi gerektiriyorsa onu yapıyorum.” iddiasındaki AKP iktidarı için nass hükmünde değil midir? Kadim ulemayı bağlayan “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur.” prensibi, “AKP uleması” için bağlayıcı olmuyor mu? Merkez Bankası’nın yerli bankalara Türk parası verirken uyguladığı “politika faizi” oranlarını “Benim için ‘nass’ (dinî emirler) bağlayıcıdır.” deyip, düşürürken ‘nass’ bağlayıcı oluyor da kamu bankalarının müşterilerine kredi verirken uyguladığı yüksek faiz oranlarının düşürülmemesinde ya da devletin, halktan topladığı vergilerde ya da haraç kabilinden topladığı cezalarda uyguladığı yüksek faiz oranlarının düşürülmemesinde bağlayıcı değil midir? Adalet hususunda ‘nass’ yok mu? Liyakat ve ehliyet hususunda ‘nass’ yok mu? Fahşa ve münkerden nehiy hususunda ‘nass’ yok mu? Helal kazanç hususunda ‘nass’ yok mu? Kamu idaresinde bulunanlar, tepeden tırnağa, Batı demokrasilerinde eşi, benzeri görülemeyecek ölçülerde, devlet bütçesinden (vergilerden) karşılanmak üzere lüks-şatafat içerisinde yaşarlarken hangi helal kazanç nassına göre yaşıyorlar? İnsanların kahir ekseriyatının nafakasını temin edemediği bir atmosferde, liyakat ve ehliyetleri kendilerinden menkul bir sürü bürokratın üçer-beşer maaşla istihdam edilmesi hangi helal kazanç nassına istinat etmektedir? Bundan daha büyük fahşa ve münker olabilir mi? Dünyanın dördüncü büyük ekonomik gücü Almanya’da sadece 10 bin civarında makam aracı kullanılırken; aynı nüfusa sahip Türkiye’de 100 bin civarında makam aracı kullanılması hangi adalet nassına dayanmaktadır. Daha dün (Aralık 2021’de) saraydaki lüks otomobil filosuna, 13-15 uçak her yere girip-çıkamadığından olmalı herhalde (?!), adedi 1 milyon 793 bin Euro’ya Mercedes S-600 Guard (Tanesi 30 milyon TL) üç yeni araç daha satın alınması hangi adalet nassına dayanmaktadır.[7] Yoksa siz ‘nass’ bildiklerinizin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmıyor musunuz? Yahut da siz ‘nass’ bildikleriniz arasında, kitleleri afyonlamakta fonksiyonel olanlar ve olmayanlar ayrımı mı yapıyorsunuz?
Acaba devlet; halktan toplanan vergileri onun rızasını sormaksızın, “maslahat-ı amme” yahut da “kamu yararı” diyerek, birilerine HİBE edebilir mi? Bilenlerin malumudur; “İslam Devleti”, “maslahat-ı amme” gerekçesiyle re’sen “zekat” toplayabileceği gibi, “Modern Demokratik Sosyal Hukuk Devleti” de “kamu yararı” gerekçesiyle re’sen “kamuya açık ücretsiz hastane”, “kamuya açık ücretsiz okul”, vs. yapabilir… İslam Ansiklopedisi; “MASLAHAT” hususunda da şunları söylemektedir: “Fıkıh literatüründe maslahat ruhî veya bedenî, ferdî veya içtimaî olsun, dünyevî ve uhrevî faydaların sağlanmasını ve zararların giderilmesini belirten bir terim olarak kullanılır. Bir başka ifadeyle maslahat, naslarda özel olarak değinilmemiş olayların, ana kaynaklardaki hükümlere hâkim olan ruh ve düşünceye uygun biçimde nasıl çözüme kavuşturulacağını gösteren ictihad faaliyetini, İslâm teşriinin özüne ve amacına göre denetleyen yöntemdir. Maslahattan maksat, kamu yararının (“umûmü’n-nef”) gözetilmesidir. Maslahatın meşruiyet ölçüsü; Kur’an’a ve Sünnete aykırı olmaması, makasıdü’ş-şeria (can, mal, akıl, namus ve din emniyeti) kapsamında olması ve kıyasa aykırı olmamasıdır.” Bu çerçevede sormak gerekmez mi, “Kur Korumalı TL Vadeli Mevduat” uygulaması, parası olanı daha zengin, parası olmayanı da daha yoksul yapmanın dışında hangi maslahata mebnidir? Pratikte, Modern Demokratik Sosyal Hukuk Devleti olmayan Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1982 Anayasası’nda Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler bölümünde, “kamu yararı” prensibi şu şekilde yer almaktadır: “Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır. Topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlanması, üretimin düşürülmesi, ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yeraltı servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz. Bu amaçla dağıtılan topraklar bölünemez, miras hükümleri dışında başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından işletilebilir. Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer’aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet, bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır. Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir. Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.” Dikkat edilirse askeri darbeyle dayatılan “anayasa”da bile teorikte de kalsa “kamu yararı” gözetilmiştir. Darbe anayasasında bile olmayan “parası olanı daha zengin, parası olmayanı da daha yoksul yapma tarzındaki bir kamu yararı” anlayışının İslamî nasslarla hareket ettiğini söyleyen AKP iktidarınca savunulması, manipülasyon değilse şayet, çok çok hazin değil midir? Acaba, parası olanı daha zengin, parası olmayanı daha yoksul yapma tarzındaki bu kamu yararı anlayışı hangi “kamu yararı” teorisiyle ve hangi hukuk ve siyaset felsefesiyle kabildir? Şairin dediği gibi; “Nerden baksan tutarsızlık. / Nerden baksan ahmakça.”
Makyavelist etik çerçevesinde bir değerlendirme yapılırsa AKP’nin “bilerek ya da bilmeyerek” iktidarının bekası için ‘nass’ söylemini kullanması ve “ekonomik teröre karşı hibe operasyonu” düzenlemesi belki mâkul karşılanabilir?! Peki, AKP’nin “dövize endeksli mevduat hesabı” icadına İslamî meşruiyet kılıfı giydirmeye çalışan ve Ahmet DAVUTOĞLU’nun tabiriyle “Dolar’la vaftiz edilmiş faiz”e, HİBE deme gafletinde bulunan “ulema” sıfatıyla maruf zevata ne demeli?! Galiba denilse denilse şu denir: İngiliz esareti altındaki Damat Ferit Hükümeti’nin “fetva emini” Dürrizade Abdullah tarafından, ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaya çalışan Anadolu Hareketi, “Kuva-yı Milliye” hakkında yayınlanan “şaki” (terörist) fetvası ne kadar meşru ise onlarınki de o kadar meşrudur…
[1] https://www.youtube.com/watch?v=wbVdXh38pCI
[2] İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar” Tanzimat I., Maarif Matbaası, İstanbul, 1940.
[3] Karar Gazetesi, 21 / 12/ 2021.
[4] https://www.youtube.com/watch?v=1w9sKWLCh4Q
[5] https://www.youtube.com/watch?v=IMTjEFoCMio
[6] İslam Ansiklopedisi, Faiz ve Hibe Maddeleri
[7] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/saraya-3-yeni-mercedes-s600- 18 Aralık 2021