Vulgarize (avamî) anlamlandırmalar bir kenara; ilericilik (progressivism) ve gericilik (reactionaryism) kavramları, sosyal bilimler literatüründe yapısal değişimle ilgili, toplumsal hareketlerin (social movements) yönünü ve gayesini karakterize etmek üzere kullanılan kavramlardır. İlericilik (progressivism), Aydınlanma felsefesinin literatüre kazandırdığı kavram; gericilik (reactionarism) ise Fransız Devrimi’nin kazandırdığı kavramdır. Toplumsal hareketler; dikkate değer sayıdaki insanın toplumun başlıca özelliklerinden birini ya da bir kaçını değiştirmek yahut da değiştirilmesine direnmek için örgütlü çaba harcamalarını ifade eden bir deyimdir. Deyimi ilk kez on sekizinci yüzyıl sonlarında, sosyolojinin kurucularından kabul edilen Saint-Simon (1760-1825), önce Fransa’da bilahare de Avrupa’nın diğer ülkelerinde cereyan eden toplumsal protesto hareketlerini nitelemek üzere, statükoya karşı çıkan yeni siyasal güçlerin bir özelliği olarak kullanmıştır. Toplumsal hareketlerin standart bir tipolojisi yoktur. Yaygın olarak kullanılan ayrım, reformist (reformation) ya da devrimci (revolution) olabilecekleri şeklindedir. Reform; gelişmeyi kısıtlayan geleneksel kurumlara karşı, uygun şartlar geliştirip, sosyal yapıda ve sosyal hayatta yeni değerler ve yeni pratikler oluşturarak, tedrici hareket biçiminde yeni bir düzen kurmayı hedefler. Devrim ise mevcut müesses nizama veya kurallara karşı temelde bir şiddet hareketi olup, mevcut sosyal yapıyı yahut sistemi ve onun temel değerlerini radikal bir biçimde değiştirmeyi ve yeniden düzenlemeyi hedefler. Reform hareketi, yavaş ve evrimsel değişimi savunurken; devrimci hareket, hızlı ve ani değişimi savunur. Hareket türleri arasındaki bariz fark, onların şiddet içeren veya içermeyen taktiklere yer verip vermeleriyle alakalıdır. Ancak zaman zaman birinden diğerine hızlı geçişler de yaşandığından ayrımın nisbî olduğu da söylenebilir. Toplumsal hareketlerin sebeplerine gelince; bir hareketin ortaya çıkmasında hem psikolojik faktörler hem de sosyal faktörler belirleyicidir. Psikolojik faktörler; popüler olmayan bir davaya olan inançları nedeniyle insanları bir harekete katılmaya ikna eden ya da geleneksel gruplara bağlılıklarını belli ölçülerde zayıflatan ve o bağlılıkları riske atmaya istekli olan bireysel motivasyonlardır. Normal üyelik grupları içerisinde tatmin edici bir statü ve kimlik elde edinememek böyle bir faktördür. Bu düşüncedeki bireylerin, bir toplumsal hareketin üyesi olarak kazanabilecekleri prestij ve aidiyet duygusu, onlar için yerleşik, egemen değerlerden çok daha önemlidir. Yoksunluk, güçsüzlük, umutsuzluk, yabancılaşma ve hayal kırıklığı bireyleri bir toplumsal hareketi başlatmaya veya ona katılmaya yönelten yeterli nedenler olarak kabul edilir. Ancak mevcut nüfusun en yoksun kesimlerinin toplumsal hareketlere katılma ihtimalinin yüksek olduğuna dair kesin bir kanıt da yoktur. Yoksunluk kavramı; göreceli olarak bulunabilecekleri statüden çok daha kötü durumda bulunan ve kendilerini şanslı gruplara kıyasla değersiz hisseden kişilerin toplumsal hareketlerde sıklıkla daha önemli roller üstlendiği gerçeğini açıklamak için kullanılmaktadır. Sosyal faktörler ise başta siyasal meşruiyetin dejenerasyonuna sebebiyet veren adalet sisteminin ve ekonomik yapının dayandığı normatif, müşterek değerlerin yok olmasıdır. Adaletin ve ekonominin bozulması kaçınılmaz olarak iktidarın otoriter ve totaliter bir hale dönüşmesine ve insanlar üzerindeki baskıların artmasına dolayısıyla da yönetime itaatin gönüllülükten çıkmasına ve meşruiyet krizlerine yol açar. Meşruiyet krizleri de sosyal değişimin zeminini hazırlar ve o yöndeki taleplere ivme kazandırır. İşte tam da bu zeminde örgütlü gruplar iktidara karşı siyasal taleplerde bulunmaya başlar. Belli kesimleri siyasete kabul etmeyen ve onların siyasete girmelerini şu ya da bu şekilde önleyen otoriter ve totaliter rejimlerde, sistemin dışında kalan insanlar, şüphesiz sistem karşıtı ideolojilere yöneleceklerdir. Bir siyasal sistemin, genel olarak kabul edildiği hallerde bile belli gruplar baskı altında tutulur ya da sisteme katılmaları önlenirse meşruiyetin varlığı, tabiatıyla tartışmaya açılır. Bu durumun mütemadiyen sürmesi, uzun vadede meşru sistemin dahi istikrarını ve hatta varlığını tehlikeye sokar. Müşterek kültürün yokluğunun doğal sonucu toplumsal krizlerdir. Tarihî tecrübe müşterek kültürün yaratılamaması durumunda krizlerin kaçınılmaz olduğuna ve insanların, mevcut siyasal yönetime itaat etme sorumluluğundan çıktıklarına delalet etmektedir…
Aydınlanma akımı da Avrupa’da, toplumsal meşruiyet krizlerinin yaşandığı bir atmosferde zuhur etmiştir. Ortaçağın din eksenli hayat anlayışına karşı yeni bir dünya görüşü olarak ortaya çıkan Aydınlanma akımı öncesi toplumsal yapı; toprak mülkiyetine dayalı, birbirinden keskin hatlarla ayrışan sınıflı bir yapıya karşılık gelmektedir. Bir tarafta her şeyin sahibi “soylular”, savaşan sınıf; bir tarafta soylulara meşruiyet kazandırmakla görevli “rahipler”, dua eden sınıf; diğer tarafta da çalışmak ve üretmekle mükellef, sömürülen sınıf “köylüler” bulunmaktadır. Tabiatıyla sınıflar arası hareketliliğin (sosyal mobilite) imkânı da yoktur. Bu yapıda her türlü mülkiyetin temel kaynağı topraktır. Zenginliği de iktidar sahipliğini de belirleyen topraktır. Ülkeye yayılan geniş arazilerin resmiyette maliki kral, tasarruf hakkını doğrudan doğruya kraldan alan soylular ise bir nevi kiracılardır. Arazilerin büyük kısmı; bir ya da birkaç köyden ibaret “malikane” (manor) denilen bölgelere bölünmüştür. Her malikane arazisinin aristokrat bir beyi vardır. Malikanenin beyi (lordu); ailesi, hizmetçi-köylüleri ve toprağını yöneten memurlarıyla bu müstahkem evde oturur. Bazı büyük beylerin (lordlar) birkaç yüz malikanesi vardır. Emeğine karşılık kendisine bir parça toprak verilen köylü, izbenin izbesi evlerde barınır; dağınık toprak dilimlerinde didinerek topraktan sersefil bir geçim sağlar. Haftanın iki veya üç günü lordun toprağında ücretsiz çalışmak zorundadır. Hasat zamanı önce lordun toprağındaki ürünleri kaldırması gerekir. Öncelikle sürülmesi, ekilmesi ve biçilmesi gereken hep lordun toprağıdır. Küçük yerel pazarda en evvel satılabilecek ürün fazlası, yine lordunkidir. Lordun, köylüye yaptırabileceklerinin hemen hemen hiçbir sınırı yoktur. Köylü belki bir köle değildir ama köleden hallicedir. Köylüleri tanımlayan “serf”; Latince “köle” anlamını taşıyan “servus”tan gelme bir kelimedir zaten. Köleden halliceliği şudur: Lordun iradesinden bağımsız olarak bir serf, ailesini bir arada bulundurma hakkına sahiptir fakat bu hak onu her an şu veya bu nedenle meteliksiz, evsiz-barksız ve aç-susuz bir adam olarak bırakabilir. Zira nafakasını lordun toprağında çalışarak kazanmaktadır. Lordla serf arasında eşitlik hiçbir şekilde söz konusu değildir. Serf toprakta çalışır, lordsa serfi çalıştırır. Lord açısından bakıldığında serfle “demesne”deki hayvanlar arasında pek fazla fark yoktur. Serf topraktan ayrı satılamaz ama toprağı bırakıp da gidemez. Kaçmaya çalışır da yakalanırsa çok ağır bir şekilde cezalandırılır. Serflerin ya da çocuklarının özel izin almadıkça malikâne dışından evlenemeyeceği yolunda kurallar dahi vardır. Aristokratik yapıya meşruiyet kazandıran “kilise” bir anlamda soyluların ortağıdır. Soylular, insanlara askeri koruma; “kilise” de manevi yardım sağladıkları için çalışan sınıf köylülerden karşılık olarak yalnızca ve yalnızca “basit bir ücret” almakta, onlardan sadece ve sadece “ilahi yasa gereği itaat” talep etmektedirler.[1] Hemen hemen tüm Avrupa’da egemen olan soy ve din eksenli bu yapıda açıktır ki özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah olarak bilinen temel insanî değerler çalışan ve üreten sınıf köylüler için hiçbir zaman geçerli olmamış; onlar için yalnızca yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet, hastalık gibi beş büyük kötülük geçerli olmuştur. Halkın aşağı yukarı yüzde doksan beşi için geçerli olan bu atmosferden onları kurtaran şüphe yok ki “felsefî düşünce” olmuştur. Filozofların “rasyonelleşme iğvası” olmasaydı Avrupa’da ne hiyerarşik-sınıflı aristokratik yapı yıkılabilirdi ne de Avrupa’nın bugünkü özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah idealini içeren yeni yapısı ve siyasal sistemi demokratik hukuk devleti tesis edilebilirdi.
Rönesans felsefesinin devamı kabilinden filizlenen Aydınlanma; aklın ve tecrübenin, insanın yegâne kılavuzu olması gerektiğini savunan İngiliz düşünür John Locke’un (1632-1704), Essay Concerning Human Understanding (İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme) ve Two Treatises on Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme) adlı kitaplarıyla başlar. Locke’a göre; ister hayata dair isterse varlığa-varoluşa dair bir değerlendirme yapılsın her türlü açıklama ve anlamlandırmanın doğruluğu ya da yanlışlığı hakkındaki yegâne kriter akıldır (rasyonalite). Akıl her hususta nihaî karar merciidir. İnsan tecrübesine (experiment) dayanan bilgi (reason); zihnin duyum (sensation) ve düşünme (reflection) gibi sahip olduğu doğal yetileri vasıtasıyla elde edilen idelerden çıkarım yaparak ulaştığı hükmün (mental and verbal propositions) ya da hakikatlerin kesin veya muhtemel oluşlarının keşfedilmesidir. Duyumun (sensation) konusu, beş duyuyla algılanabilen nesnel dünya; düşünmenin (reflection) konusu ise ideal-manevi dünyadır. Mesela; ateşin yakıcılığı, kayanın sertliği duyum (sensation) vasıtasıyla öğrenilirken; Tanrı’nın, ruhun varlığı düşünme (reflection) vasıtasıyla, kavramların genişletmesi, yüceltilmesiyle öğrenilir. Bilginin aksine inanç (faith), ideler arasındaki bağlantının doğrudan kavranması yerine bir takım farazî yargıları (presume) içerir. Mamafih bilgi ve inanç zihnin iki farklı eylemidir. İnançta bir hükmün doğruluğunu varsaymak (presume) söz konusu iken, bilgide onun doğru olduğunu algılamak (perception) söz konusudur. Doğruluğun varsayılmasına sözel doğruluk (verbal truth); algılanmasına ise gerçek doğruluk (real truth) denir. Bilgi bir gerçeğin farkında olmak, inanç ise bir şeyi gerçekmiş gibi kabul etmek anlamına gelir. İnancın doğruluğunun bir varsayıma dayandığını gösteren en önemli kanıt; insanların doğdukları yere bağlı olarak Japonya’da Budist, Türkiye’de Müslüman, İspanya’da Katolik, İngiltere’de Anglikan-Protestan ve İsveç’te Lutheran-Protestan vb. olmalarıdır. Tanrı, doğru inancın tercih edilebilmesi için insana akıl (rasyonalite) yetisini vermiştir. Farklı inanç gruplarının, kendi inançlarını herhangi bir hususta akıl (rasyonalite) desteklediğinde memnuniyet duymaları, aksi durumdaysa “bu bir inanç meselesidir ve aklın üstündedir” şeklinde bir söylem kullanmaları tamamen mütenakızdır. Akıl(rasyonalite) doğruluğun ve yanlışlığın kriteri olarak kabul edilmediği taktirde hiçbir inanç (faith) kendisinin “hakikati temsil” ettiğini ileri süremez. Zira her inancın, kendi doğruluğunun delilinin yine kendisi olduğunu iddiası bir mantık hatası, bir safsatadır (appeal to belief-fallacy). Hayatın ya da varlığın izahına dair, doğruluğun ve yanlışlığın yegâne kriterinin akıl (rasyonalite) olduğu kabul edilmeyip, insan tecrübesine aykırı düşmesine rağmen vahiy (revelation) denilerek karşıt iddiaların ileri sürülmesi halinde dünyada güvenilirlik ve güvenilmezlik ölçüleri adına ortada hiçbir şey kalmaz. Dolayısıyla insan tecrübesine (experiment) aykırı düşen hiçbir inanç onaylanamaz. Böyle bir kabul, insanı hayvanlardan dahi zavallı bir duruma düşürecektir. Vahiy (revelation), aklın buyruklarını destekleyebilir ancak aklın yargılarını çürütemez. Kaldı ki bir inancın vahiy olup olmadığına karar verecek olan da yine akıldır. Öyle ya inanç (faith) ve bilgi (reason) alanları bu sınırlarla birbirinden ayrı tutulmazsa dünyada birçok dinde görülen tuhaf uygulamalar ve törenlerin kınanması için hiçbir neden kalmaz. İnsanları kuşatan ve bölen din adına ileri sürülmüş saçmalıklar büyük ölçüde akla aykırı inancın övülmesiyle alakalıdır. Zira insanların ekseriyatı, akla aykırılığı apaçık da olsa dinî konularda akla danışmamaları gerektiği düşüncesiyle yetiştirilegeldiklerinden bu saçmalıklara kapılmaktadırlar. Halbuki Tanrı’nın abes iş yapmayacağı idrak edilebilirse bu saçmalıkların olamayacağı da idrak edilecektir. Akıl; inançların doğruluğunu onların dışından bir şeyle irdelemeyecek olursa doğruluk ve yanlışlık aynı ölçütlere sahip olacaktır ki muhtelif inançları birbirinden ayırt etmenin ve birine doğru diğerine yanlış demenin imkânı da kalmayacaktır. Bu nedenlerden ötürüdür ki akıl her şey için en son yargıç ve nihaî yol gösterici olmalıdır.[2] Her türlü bilginin tek kriteri akıl (rasyonalite) ilahi otorite, hakkın sesi ve doğal vahiy olarak bize bütün insanların tabii haklarından, özgürlüklerinden, eşitliklerinden ve kendi iradeleriyle, kendi hayatları için neyin iyi neyin kötü olacağına karar verebileceklerinden de bahsetmektedir. Binaenaleyh epistemoloji ile kültürün temel unsurları ahlak, hukuk, siyaset ve ekonomi arasında korelatif bir ilişki vardır. Epistemolojikyapının değişimiyle kültürel yapının da değişeceği muhakkaktır. Tabii haklarını, özgürlüklerini ve eşitliklerini münferit olarak savunamayan insanların, rasyonaliteleri sayesinde “tabii hal”den “sivil hal”e yönelmeleri yani müşterek otorite olarak devleti tesis edip, siyasal hayata geçmeleri şüphesiz akıl sayesinde gerçekleşen bir “kültürel ilerleme”dir (cultural progress).[3]
Aklın kullanımına dayanan kültürel ilerleme (cultural progress) vurgusu bir başka Aydınlanma düşünürü olan Alman filozof Immanuel Kant’ta (1724-1804) çok daha açıktır. Kant’a göre; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmama durumu, insanın aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. ‘Sapare Aude’ (Aklını kullanma cesaretini göster.) sözü aydınlanmanın parolasıdır. Doğa (naturaliter maiorennes); insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan kurtarmış olmasına rağmen, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki onların çoğu bütün hayatları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için çok kolay olmaktadır. Tembeller ve korkaklar için ergin olmama durumu çok rahattır. ‘Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizimle ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değil.’ Ne yazık ki her yandan ‘Düşünmeyin, aklınızı kullanmayın.’ diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, ‘Düşünme, eğitimini yap.’, maliyeci ‘Düşünme, vergini öde.’, din adamı ‘Düşünme, inan.’ diyor… Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler (vasiler) de önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırarak, kapatıldıkları yerden dışarı çıkmalarını engellerler; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini gösterirler. Oysa insanların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek tehlike gerçekten büyük sayılmaz çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir. İnsanların doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının mekanik araçları dogmalar ve baskı kuralları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli ayak bağı olurlar. Bunlardan ötürüdür ki ruhlarını ve zihinsel yanlarını kendi başlarına kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen, pek az kişi vardır. Aslında tek tek fertlerden ziyade, kitlelerin kendi kendilerini aydınlatmaları daha çok mümkündür. Hatta kitlelere özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. Ancak kitle yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Devrimlerle bir baskı rejimi, bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir ise de düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez. Aksine, bu kez yeni önyargılar; tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olur. Acaba şimdi aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? Hayır, aydınlanmış bir çağda değil fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, ‘bir aydınlanma döneminde’ yaşıyoruz. Artık insanlar kendi iradeleriyle yollarının önündeki barbarizmin büyüklük kompleksinin kaldırılması için yavaş yavaş çalışacaklar ve (ebedi barışa) uygarlığa ulaşacaklardır. Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlelerin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü, nihayet bütün uluslara yayılacak ve onlar da özgürlüğün toplumun birlik ve barışı için korkulacak bir şey olmadığını anlayacak ve bağları çözüldüğü oranda kendi gelişmelerini engelleyen sınırlamalardan kendilerini kurtarabileceklerini göreceklerdir.”[4] Kant‘a göre ebedî barış; en yüksek siyasi hayır, tabiatın insan soyunu çözmeğe icbar ettiği en büyük ve en güç mesele, yavaş yavaş halledilecek olup da hedefine sürekli bir tarzda yaklaşan bir ödev mesabesindedir. Ebedi barış; «hukukî düzen» tabirinin eş anlamlısıdır. Nasıl insanların eseri olan hukuk sayesinde devletler içerisinde ebedi barış durumu gerçekleştirilmiş ise aynı tarzda bütün dünya için de ebedi barış durumu, devletler tarafından kurulacak hukukî bir düzen şekli olarak tecelli edecektir. Yani ebedi barış eşit tabiat halinden çıkmış ve teşkilâtlandırılmış olan beşerî cemiyet ve o da eşit dünya hukuk düzenidir. Sosyal hayatın akışı ebedi barışa doğru yöneltilmiş olup fert ve devletlerin bu husustaki menfi veya müspet niyet ve isteklerine bakılmaksızın bu hedefe sürekli ve kesiksiz bir tarzda gitgide yaklaşılmaktadır. Ebedi barış yolunda her devletin anayasası cumhuriyetçi olmalıdır. Sözleşme düşüncesinden doğmuş olan cumhuriyetçi anayasa, devletin bütün yasalarının temelidir. Cumhuriyetçi anayasa, toplumun üyeleri olmaları bakımından bütün bireyler için özgürlük; uyruk olmaları bakımındansa bütün yurttaşlar için eşitlik teminatıdır. Cumhuriyetçilik; devletin yürütme gücünün yasama gücünden ayrı olmasını gerektiren hukuk devleti ilkesidir. Yürütme ve yasaması ayrı olmayan bir devlet; otoriter ve totaliter bir devlettir. Otoriter ve totaliter bir devlet; yöneticinin kendi kişisel iradesini kamu iradesi yerine geçirmeye kalkıştığı rejim tipi olup hem meşruiyet hem de ebedî barış yolunda engeldir. Ebedî barış yolunda meşruiyet için ulusal hukuk cumhuriyetçi, uluslar arası hukuk da federatif olmalıdır. Bütün ahlaksal yasaların yüce mahkemesi olan akıl; savaşı hukukî bir yol olarak görmeyi lanetler. Barış halini de mutlak bir yükümlülük olarak tanır. Uluslar arası bir antlaşma olmaksızın ebedi barış kurulamayacağından, devletlerin federasyon çatısı altında barış ittifakı yapması elzemdir. Bu ittifakın amacı; herhangi bir devletin diğerleri üzerinde egemenlik kurması değildir. Yalnızca ittifaka katılan her devletin doğal durumda insanlar hakkında olduğu gibi, kamu gücünün zorlamasına bağımlı olmaksızın, özgürlüğünü güvence altına almaktır. Doğal durum; müşterek hukukî yaptırımın olmadığı bir barbarlık durumu, bir uygarlık eksikliği, insanlığın kaba bir alçalışı sayılıyorsa her biri bir devlet oluşturan uygar uluslar, bu aşağılık durumdan çıkmak için daha güçlü nedenlerle acele edip, federasyon çatısı altında barış ittifakı yapmak zorundadırlar.[5]
Fransa’da kültürel ilerleme (cultural progress) düşüncesine vurgu yapan en önemli düşünürse Fransız Aydınlanma akımının Encyclopedist temsilcileri Diderot (1713-1784), De’lambert (1717-1783) gibi, materyalist çizgisinin bir uzantısı olan Auguste Comte’tur (1798-1856). Sosyoloji disiplininin kurucusu olarak da kabul edilen Auguste Comte; epistemolojik ve legal pozitivizm düşüncelerini 1789 Fransız Devrimi ertesinde geliştirmiştir. Auguste Comte; belli bir süre sekreterliğini yapmış olduğu, bir anlamda entelektüel selefi Saint Simon’dan şunları öğrenmişti: Avrupa toplumlarında yaşanan radikal değişimler, insanların inançlarını yıkarak, manevi bir çöküntüye neden olmuşlardır. Manevi temel çökünce toplumlar darmadağın olmuş bütün vehimler, bütün kaprisler boğaz boğaza gelmiştir. Avrupalılar, Rönesans‘tan beri bu çelişkinin kurbanı olduklarından bocalamaktadırlar. Fransız Devrimi bu yüzden ölü doğmuştur. Filozofun görevi şimdiye kadar yapılmamış olanı başarmaktır. O da toplumu pozitif-doğa bilimleri örneğine göre inceleyecek olan sosyal fizyolojiyi kurmaktır. Sosyal fizyoloji toplumun hem maddi hem de manevi yönünü yeniden dizayn edecek ve yeniden organize edilmesini sağlayacaktır. Pozitif-doğa bilimlerinin metodu doğanın sırlarını çözüp, doğaya egemen olmayı nasıl sağlıyorsa sosyal fizyolojinin pozitif metodu da toplumda aynı fonksiyonu yerine getirecektir.[6] Auguste Comte’a göre; genel anlamda tanımlanacak olursa pozitif, yeni bilim sosyoloji, toplumu oluşturan kurumsal yapı veya örgütlenmelerin birbirleriyle ilişkileri bakımından aralarındaki simetrinin, devamlılığının ya da değişkenliğinin bir bütün halinde açıklanması için yürütülen doğa bilimsel, sistematik bir çabadır. Tabiatıyla böyle bir çabanın yöntemi de doğa bilimlerinde olduğu gibi indüktif, pozitif yöntemdir. Bu bakış açısı, toplumu birbirlerinden bağımsız otonomileri olmayan kurumsal yapı veya örgütlenmelerin sistematik bir bütünü, şeklinde gören düşüncenin ifadesi olup, toplum kavramını muayyen ilişkiler sistemine atıfta bulunarak formülize etmektedir. Comte’un sosyolojinin odak noktasına oturttuğu temel kavram, toplumdaki yerleşik davranış formları (kurumlar) arasında görülen sistematik, karşılıklı ilişkileri ifade eden toplumsal yapı kavramıdır. Toplumsal yapı, değiştirilebilir olarak kabul edilen unsurların, sistemli bir tertibini ifade eder. Bir sistem sadece kendisine benzeyen, ancak büyüklük açısından değişebilen birimlerden oluşur. Dolayısıyla, nasıl ki geometrik bir alan çizgilere ya da bir çizgi noktalara indirgenemezse bir toplum da parçalanıp, bireylere indirgenemez. Toplumsal unsurlar ortak bir ilişkiler ağı içerisindedir ve bir arada incelememizi gerektiren bir bütünü oluştururlar. Toplumsal yapı, esas itibariyle statik ve dinamik olmak üzere iki unsura ayrılır. Toplumsal felsefe görüşlerinin başarısızlığının sebebi, statik yasalarıyla dinamik yasalarını bir sistem çerçevesine oturtamamış olmalarıdır. Toplumsal kargaşaların nedeni de bu iki unsurun birbirinin karşıtı gibi düşünülmesidir. Sosyolojinin (pozitivizmin) asıl vazifesi, sosyal statik ve sosyal dinamik arasında bir karşıtlığın olmadığını, statikle dinamiğin toplumu farklı bir biçimde görmek olduğunu bilimsel olarak ispatlamaktır. Sosyal statik, insanların toplum içerisindeki ilişki biçimlerini, yapıyı, toplumsal düzeni (order); sosyal dinamik ise ilişki biçimlerinin, kurumların değişimini, ilerlemeyi (progress) açıklar. İnsanlığın teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere hem düşünsel hem de ilerleyen üç tarihsel aşamadan geçtiğini iddia eden Comte; toplumsal yapının, düşünsel aşamalara bağlı olarak, her aşamada yeniden şekillendiğini belirtir. Bunun anlamı, toplumsal kurum ve ilişkilerin teolojik aşamada dinsel bir forma, metafizik aşamada felsefi bir forma ve pozitif aşamada ise pozitif-bilimsel bir forma büründüğüdür.[7] Tabiatıyla Comte için toplumsal yapının en ideal formunu, bilimsel düşünceye dayalı olarak örgütlenen modern toplum yapısı temsil etmektedir. Comte’un ifadeleriyle, bilimsel bilgi insanlığın en ileri bilgi seviyesini nasıl temsil ediyorsa modern toplumsal yapı da diğer yapılara göre aynı ileri aşamayı temsil etmektedir. Auguste Comte’un, pozitif bilim çerçevesinde örgütlenen toplumun düzen (order) içerisinde ilerlemesini (progress) sağlamaya yönelik önerdiği, doğal hukuk karşıtı “pozitif hukuk” (legal positivism) düşüncesine gelince: Ona göre; pozitif felsefe dilinde, nihai nedenler (ultimate causes) ifadesine yer olmadığı gibi, “pozitif hukuk” dilinde de “hak” (rights of man) kavramına yer yoktur. Bu kavramlar aşılması icap eden düşünsel evrelerden teoloji ve metafizikle ilgilidir. Pozitif politik sistemde yurttaşların yalnızca “vazife”leri vardır. Bir başka ifadeyle, hiç kimsenin vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Teoloji ve metafiziğe ait “hak” kavramı, bireyciliği gerektirdiğinden, bireyi toplumun karşısına çıkarır. Bu durum da toplumun aleyhine egoizme yol açar. Egoist bireyler “hak” peşinde koşarlarsa toplumsal düzen bozulur. Toplumsal düzenin bozulması ise toplumun yok olmasına neden olacağından, “pozitif hukuk”ta bu nevi kavramlara yer verilemez. Haddizatında toplumun varlığını sürdürebilmesi için duygu ve düşünce birliğine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, bireyler açısından temel hukukî ilke “başkaları için yaşamak” ilkesi olmalıdır. Zira toplum, varlığını bireye değil, birey varlığını topluma borçludur. Şüphesiz Comte açısından, başkaları için yaşamaktan kasıt, son tahlilde egemen güç olan devlet için yaşamaktır. Bu çerçevede oluşturulacak olan siyasal formasyonun demokratik bir “hukuk devleti”, hukukun üstün olduğu devlet olmayacağı da açıktır. Olsa olsa sosyalizm ve faşizm karışımı, otoriter ve totaliter bir sözde elitler oligarşisi, “oligarşik cumhuriyet”tir. Zaten Comte da toplumu “bilim adamları yönetmelidir” derken, böyle bir formasyona işaret etmektedir.
İngiltere, Almanya ve Fransa’da temsil edilen Aydınlanma akımlarının “kültürel ilerleme” deyimine aynı anlamı yüklemedikleri açıktır. İngiltere ve Almanya’da ilerleme (progress) daha ziyade rasyonelleşme vasıtasıyla bireysel özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah için demokratik, hukuk devletinin tesisini öngörürken; Fransa’da bireyi ve bireysel hakları yok sayan, kollektivite adına tesisi öngörülen, sosyalizm ve faşizm karışımı, otoriter ve totaliter bir sözde elitler oligarşisidir.Geçmişteki toplumsal hiyerarşiyi esas alan siyasal sistem monarşi-aristokrasi rejimine nispetle İngiliz ve Alman aydınlanmasının tüm bireyler için hedeflediği özgür, eşit, müreffeh sistem demokratik, hukuk devletinin kültürel ilerlemeyi temsil ettiği şüphesizdir. Buna karşılık, Fransa’da “kültürel ilerleme” adına savunulan kollektivist, otoriter ve totaliter elitler oligarşisinin geçmişteki siyasal sisteme nispetle “ileri” olduğunu iddia etmek rasyonaliteyle izahı kabil olmayan bir manipülasyondan başka bir şey değildir. Immanuel Kant’ın isabetli tespitiyle Fransa’da gerçekleşen; bir baskı rejiminin, bir despotizmin zorbalık yöntemiyle yıkılıp, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemeyen, aksine, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni bir gem, yeni önyargılar, yeni bir yular getiren “sözde yeni bir sistem” olmuştur. Hülasa, Aydınlanma akımıyla ortaya çıkan “ilerlemecilik” (progressivism) düşüncesi; sosyal reformu destekleyen bir siyaset felsefedir. Bilim, teknoloji, ekonomik gelişme ve sosyal örgütlenmedeki yenilenmelerin insanlık durumunun iyileştirilmesi için hayati olduğu fikrine dayanır. Yirminci yüzyılın başlarındaysa sanayi devriminin getirdiği sosyal değişikliklerden kaynaklanan büyük ekonomik eşitsizliklere, emperyalist rekabet ve sömürge adaletsizliklerine, tekelci şirketlere, emekçiler ve ekonomik seçkinler arasındaki yoğun ve çoğu zaman şiddetli çatışmalara çözüm arayışıdır. İlerlemeciliğin anlamı zaman içerisinde değişiklikler ve bakış açısına göre farklı muhtevalara bürünmüştür. Modern siyasette ilerlemecilik genellikle sosyal-liberal geleneğin bir parçası olarak sıradan insanların çıkarlarını temsil etmeyi, çevreye duyarlı politikaların yanı sıra sosyal güvenlik ağlarını ve işçi haklarını savunmayı, kurumsal ırkçılık gibi sistematik ayrımcılığın reddini, sosyal adalet ve sosyal devlet anlayışını destekleyen hareketleri tanımlamaktadır.
Gericilik (reactionary) kavramına gelince; Fransız Devrimi (1789) esnasında, eski rejimin geleneksel kurallarına nostaljik bir şekilde bakan ve devrimcilerin eylemlerine karşı çıkan muhafazakâr grupları ve bireyleri tanımlamak için icat edilmiş olup, çoğunlukla monarşistler, din adamları, feodalizmin destekçileri yani aşırı muhafazakârları nitelemek için kullanılmıştır. Şüphe yok ki kavrama yüklenilen anlam, devrim taraftarları ve devrim karşıtları için farklılık arz etmektedir. Devrim taraftarları için reactionary (gericilik); “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” (liberty, equality, fraternity) idealinin düşmanlarını; devrim karşıtları içinse “kültürel ilerleme” manipülasyonuyla cahil kitleleri aldatarak isyana teşvik eden ve aristokrasinin yerine geçmek isteyen “görgüsüz burjuva” oligarşisine karşı direnişi, reaksiyonu ifade etmektedir. Immanuel Kant’ın isabetli tespitiyle devrim sonucunda Fransa’da gerçekleşen; bir baskı rejiminin, bir despotizmin zorbalık yöntemiyle yıkılıp, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemeyen, aksine, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni bir gem, yeni önyargılar, yeni bir yular getiren “sözde yeni bir sistem” olmuştur. “Özgürlüğün istibdadını istiyoruz.” diyen nominal cumhuriyet adına, sadece 1793-1794 yılları arasında 18.000 ile 40.000 arasında insanı Paris’te, Giyotin ile idam eden; Vendée bölgesinde yaşayan dindar ve kiliseye bağlı köylü insanları, Jakoben İktidarın, kiliselerin kapatılması ve mallarına el konulup, rahiplerin tutuklanması, mezarlara haç dikilmesinin yasaklanması, ayine giden erkek-kadın herkesin dövülmesi, kararına karşı çıkmaları sebebiyle devrim karşıtı oldukları gerekçesiyle isyancı diye niteleyip, “erkek, kadın ve çocuklar” dahil tümüyle katledilmesi için parlamento tarafından çıkarılan yasayla üzerlerine General Louis Marie Turreau‘nun komutasında 25 000 kişilik ordu göndererek, tarihe Vendée Katliamı adıyla geçen olaylarda yaklaşık 100 000 sivil halkı katlettirdiği[8] düşünülürse Immanuel Kant’a hak vermemek pek de mümkün görünmemektedir. Katliamda çiftlikler yok edilmiş, mahsuller ve ormanlar yakılmış, köyler yerle bir edilmiş, özellikle bölge kadınları devrim karşıtı bebekler taşıdıklarına inanıldığı için birincil hedef alınmıştır. Bu tür eylemleri kendi halkına reva gören “cumhuriyet” rejiminin monarşiden daha iyi bir siyasal sistem olduğu rasyonalite çerçevesinde kabul edilebilir mi? Siyaset teorisyeni Andrew Heywood‘a göre, o zamandan beri reactionary (gericilik) kavramı, esas olarak muhafazakâr düşüncenin üç farklı versiyonuna atıfta bulunmaktadır: Geçmişten miras kalan gelenekler ve gelenekler adına mevcut düzeni korumak için değişime veya yeniliğe muhalefet; geleneksel düzeni yıkımdan korumak için reforme etme isteği; yeni düzeni değiştirmek üzere prestijli geçmişin kalıntılarını restore etme arzusu.[9]Muhafazakârlar, kendi toplumsal rollerini barış, gelenek ve istikrar terimleriyle açıklarlar. Onlara göre, Fransız Devrimi tarafından serbest bırakılan insanî güdülerin iyi neticeler doğurduğu söylenemez. Bin yıllık Avrupa tarihi boyunca istikrarı ve barışı sağlayan esasen aristokratik değerlerdir. Fransız Devrimi ile gerçekleşen yıkıcılık ve kaosun çaresi Avrupa toplumunun mevcut sosyal ve ekonomik hiyerarşisine uygun siyasi hiyerarşiye geri dönmektir. Devrimle sadece Fransız toplumu kanlı çatışmalarla parçalanmamış, Avrupa haritasında neredeyse yirmi yıllık bir savaşa ve kargaşaya da sebep olunmuştur. Devrimden kısa süre sonra Napolyon‘un iktidarı ele geçirmesi de devrimin serbest bıraktığı anarşinin bir belirtisidir. Devrime karşı muhafazakâr düşüncenin ilk savunusu bir Fransız asilzadesi olan Joseph de Maistre‘den (1753-1821) gelmiştir. Maistre; monarşiyi hem ilahi olarak onaylanmış bir kurum hem de tek istikrarlı yönetim biçimi olarak görüyor, Bourbon Hanedanı‘nın Fransa tahtına geri getirilmesi ve Papa‘nın dünyevi konularda nihai otoritesi için çağrıda bulunuyordu. Zira Maistre; 1789 Fransız Devrimi’ni takip eden düzensizlik ve kan dökülmesinden doğrudan doğruya Hıristiyanlığın rasyonalist reddinin sorumlu olduğunu savunuyor ve sadık bir Katolik olarak, insan doğasının temelde kötü ve ahlaksız olduğuna, ruhun orijinal günahla lekelendiğine inanıyordu. Ona göre; kontrolsüz bırakılırsa, çok fazla özgürlüğe sahip olan insanın ahlaksızlığa düşeceği muhakkaktır. Bu kötü doğayı yalnızca güçlü bir monarşi, güçlü bir aristokrasi ve güçlü bir kilise kontrol altında tutabilir. Maistre; bu düşüncelerini, devrim döneminde Fransa’nın dışında, evvela, ikinci vatanı olan küçük İtalyan Piedmont-Sardinia krallığında ve ardından da büyük elçi olduğu Rusya‘da kaleme almıştır. Eşitliği reddeden bu düşünceleri; Joseph de Maistre‘den bir nesil sonra, başka bir zeminde, yine aristokrat bir Fransız olan Arthur de Gobineau (1816-1882) seslendirmiştir. Gobineau genç bir yetişkin iken, muhafazakârlığın önceki versiyonlarının, özellikle Maistre’nin orijinal günahla ilgili teolojik iddialarının, modası geçmiş görünüyordu. Gobineau bunun yerine on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki hakim entelektüel otorite pozitivizmin dilini benimsememiş ve iddialarını “bilim” diyerek ileri sürmüştür. 1853′ten 1855′e kadar dizi olarak yayınladığı İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme başlıklı eserinde, Avrupa aristokrasisini, sosyal astları haklı olarak yöneten üstün bir ırkın lekesiz “saf” örneği diye resmetmiştir. Ona göre, ne yazık ki bu soylular; zamanla seçkin yönetimi sürdüren değerli ırksal özelliklerini Amerika kıtasını ve Afrika ve Asya’nın bazı kısımlarını fethederek, ast ırklarla aptalca karıştırmış ve “saflıklarını” ve dolayısıyla Avrupalı olmayanlara olan üstünlüklerini baltalamışlardır. Eserin ikna gücü, büyük ölçüde Gobineau‘nun argümanlarının “bilimsel” olduğunu iddia etmesinden kaynaklanıyordu. Kısacası Gobineau; yaptığı tartışmalarda bazı insanların ırksal olarak diğerlerinden daha üstün olduğuna işaret ederek yalnızca gerçekliği tanımladığını iddia ediyordu. Ne var ki Gobineau‘nun iddiaları bilimsel gerçeklik açısından saçmaydı, ancak bilim dilini kullanarak ırksal hiyerarşiyi kutlaması, zaten iktidarda olanların otoritesini ve zenginliğini “tarafsız” bir analiz görünümü arkasında desteklemeye hizmet ediyordu. Gobineau‘nun çalışmaları zamanla çok daha etkili olmuş ve on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan ve alt sınıfların biyolojik olarak üst sınıflardan daha aşağı olduğunu iddia eden Sosyal Darwinist harekete ilham vermiştir. Şüphe yok ki yirminci yüzyılın Faşist ve Nazi ideolojilerinin kaynağı da büyük ölçüde Gobineau‘nun düşünceleridir. Gobineau; on dokuzuncu yüzyıl muhafazakarlığında, Maistre’nun sosyal hiyerarşisinin teolojik ve geleneğe bağlı gerekçelerinden uzaklaşarak, bazı insanların diğerlerine göre biyolojik üstünlüğünü varsayan “bilimsel” iddialara geçişi temsil etmektedir.[10] Reactionary (gericilik) kavramı; yirminci yüzyılda sol-sağ siyaset kutuplaşmasında, sosyalist düşünürler tarafından polemik olarak sağ siyaseti tanımlamak üzere kullanılmıştır. Marksist terminolojide reactionary (gericilik); feodalizm, kapitalizm, milliyetçilik, faşizm, gibi anti-komünist bütün rejimler ve onları destekleyen bütün insanları niteleyen aşağılayıcı bir sıfattır.
Sonuç itibarıyla denilebilir ki Batılı sosyal bilimler literatüründe; ilericilik (progressivism) ve gericilik (reactionaryism) kavramlarına yüklenilen anlamlar bireyci (individüalist) siyaset ve toplumcu (kollektivist) siyaset bakış açılarına göre farklı anlamlar yüklenilen kavramlardır. Bireyci (individüalist) bakış açısına göre; insanlara olabildiğince özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah sağlayan demokratik, hukuk devleti ilerlemeyi (progress), onun dışında kalanlarsa gerilemeyi (reactionary)temsil ederler. Toplumcu (kollektivist) bakış açısına göre ise daha ziyade kamusal refahı ve kamusal eşitliği sağlayacak olan pozitivist nasyonalizm ya da materyalist sosyalizm ilerlemeyi (progress), onun dışında kalanlarsa gerilemeyi (reactionary) temsil ederler. Açıktır ki tarihi tecrübe bireyci (individüalist) bakış açısını haklı çıkarmıştır.
Acaba Türkiye’de ilericilik (progressivism) ve gericilik (reactionaryism) kavramlarına yüklenilen anlamlar nelerdir? Ne yazık ki Türkiye’de, İngiltere ve Almanya örneklerine benzer bir “aydınlanma” değil, “taklit” kabilinden Fransa örneğine benzer pozitivist bir “aydınlanma” modeli benimsenmiştir. Taklit kabilinden; çünkü rasyonelleşmenin gerçekleşmediği bir vasatta özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah talep edilemeyeceği gibi, aydınlanmanın hiçbir türü de yeşeremez. Aydınlanmanın yeşermediği bir atmosferde de entellektüel ve teknik üretimin imkânı yoktur. Entellektüel ve teknik üretimin imkânsızlığı maalesef Türkiye’yi dominant Batı kültürü karşısında ithal-ikame bir kültürel adaptasyona mecbur bırakmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla başlatılan ithal-ikame kültürel adaptasyonun ilericilik (progressivism) kavramına yüklediği anlam, dine karşı mevzilenme ve Batılılara zahiren benzemeye çalışmak; gericilik (reactionaryism) kavramına yüklediği anlamsa Fransız devrimcilerinin, Vendée köylülerine uyguladığı operasyonları andırır tarzda, şehirli insanlardan ziyade eğitimsiz Anadolu köylüsünün geleneksel hayat tarzına dönüşen “dindar” hayat tarzını irtica diye tahkirdir. Maatteessüf eğitimsiz Anadolu köylüsünün dindarlığı da tahkike-bilgiye dayalı olmadığından çoğu zaman bu tahkire haklılık kazandırmıştır. Televizyon aletini zararlı diyerek çekiçle kıran Afgan Taliban dindarlığı ile ya da Yezidî kadınları cariye diyerek alıp-satmaya kalkışan Arap IŞID dindarlığı, tahkike-bilgiye dayalı olmayan eğitimsiz Anadolu köylüsünün dindarlığı ile mukayese edildiğinde aralarında fark olduğunu söylemek pek de mümkün görünmemektedir. Mümkün olsa, serbest seçim sisteminin yürürlüğe girdiği günden bugüne; “ahlaka, adalete, liyakate, ehliyete, helale ve harama bigane” Türkiye’deki sağ siyaset, eğitimsiz Anadolu köylüsünün taklidî dindarlığını suiistimalle iktidara gelip, kamu kaynaklarına hükmederek kendisine ve yandaşlarına monarşi-aristokrasi rejimlerinde bile yaşanmayan imtiyazlar oluşturabilir miydi? Tahkike-bilgiye dayanmayan taklidî dindarlık bir kenara; “Sen sana ne sanırsan, ayruğa da onu san. / Dört kitabın manası, budur eğer var ise.” diyen ya da “Bir gönül yıkar isen o kıldığın namaz değil. / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.” diyen yahut da “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan. / Şer‘in evliyasıysa hakikatte asidir.” diyen, tahkike ve kitabî bilgiye dayanan Yunus Emre’nin temsil ettiği dindarlığa, ilericiliğin (progressivism) zirvesi denmemesi rasyonel insan için kabil midir? Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti rejimi, İngiltere ve Almanya’daki gibi herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah gerçekleştirmeye çalıştı da eğitimsiz Anadolu köylüleri engel mi oldu?
[1] Leo Huberman, Feodaliteden Yirminci Yüzyıla, Çev., M. Belge, İletişim Yay., İstanbul, 1990.
[2] John Locke, An Essay Concerning Human Understanding, Pennsylvania State University, Electronic Classics Series, 1999.
[3] John Locke, Two Treatises of Government, Book I., Ed. Peter Laslett, Cambridge Uni. Press, Cambridge, 1994.
[4] Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir”, Çev., N. Bozkurt Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984.
[5] Immanuel Kant, “Ebedi Barış Üstüne”, Çev., N. Bozkurt Seçilmiş Yazılar, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984.
[6] Cemil Meriç, Saint-Simon, İstanbul, İletişim Yay., 1995.
[7] Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev., E. Ataçay, Sosyal Yay., İstanbul, 2001.
[8] Reynald Secher, A French Genocide: The Vendee, Trans. by G. Holoch, University of Notre Dame Press, 2013.
[9] Andrew Heywood, Political Ideas and Concepts: An Introduction, The Macmillan Press, London, 1994.
[10] Christopher Brooks, Western Civilization: A Concise History, Portland University Open Educational Resource, NSCC, Portland, 2020.