Sosyalizm (Komünizm) Üzerine

Sosyalizm; üretim araçlarının özel mülkiyetten arındırılıp, organize toplumun yani devletin tekeline geçirildiği, merkezî planlamayla herkesin istihdam edilerek üretime katkıda bulundukları oranda pay aldıkları siyasal sistemdir. Sistemin teorik hedefi; bireyin, toplum içerisinde eritildiği tam sosyal eşitliktir. Bunu sağlamanın yegâne yolu da özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve kollektif mülkiyetin tesisidir. Sosyalizmin ilk ütopik izlerine Antik Yunan düşüncesinde, Platon’un eserlerinde rastlanır. Platon; özel mülkiyetin, insanlar arasındaki anlaşmazlıkların ve savaşların başlıca kaynaklarından biri olduğunu ileri sürer. Diyaloglarında Platon; Sokrates’in diliyle toplumsal farklılıkların genelde “benim”, “benim değil”, “onun” ve “onun değil” gibi ifadelerin kullanımına ilişkin anlaşmazlıklardan kaynaklandığını oysaki en düzenli devletin kollektif mülkiyetin benimsendiği, ortak görmenin, ortak işitmenin, ortak hareketin bir biçimde sağlandığı, insanların aynı şey dolayısıyla övgü ya da suçlamada bulunduğu, aynı şey sebebiyle neşe veya tasa duyduğu, dillerini aynı anlamda kullandığı devlet modeli olduğunu belirtir.  Şüphesiz Platon’un bu tasavvuru tarihî bir veriden hareketle değil bir özlemden, bir ütopyadan bahisle seslendirilmiştir. Nitekim talebesi Aristoteles; böyle bir komünal ütopyanın barışı sağlayıp sağlayamayacağını sorguladığında, hocasının aksine özel mülkiyete sahip insanlara oranla komünal mal paylaşımının çatışmalara ve savaşlara daha ziyade neden olacağını belirterek, her türlü kavganın esasen insanî tutkulardan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Platon’a karşı; “Yeterince mal varlığı bulunmadığı için tiran-diktatör olan bir insan tarihte görülmüş müdür?” sualini yönelten Aristoteles’in temel bir gerçeğe işaret etmediği kolaylıkla iddia edilebilir mi? Aristoteles’e göre; mümkünse şayet, insanlar arasında eşitlenmesi gereken mal-mülk değil, tutkulardır.[1]

Antikçağa benzer şekilde; modern dönemde de ütopik sosyalist düşünceler yine toplumdaki varlıklılar ve varlıklı olmayanlar, emeği ile geçinenler ve mülk sahipleri arasında egemen olduğu varsayılan sınıf karşıtlıklarına dayandırılmıştır. Ütopik sosyalizm özellikle din ve gelenek karşıtı bir formülasyonla rasyonaliteyi yegâne kriter kabul eden Aydınlanma çağı filozofları tarafından konulan ilkelerin daha gelişmiş ve daha tutarlı bir uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Bir farkla ki artık eşitlik talepleri yalnızca siyasal haklarla sınırlandırılmamış, aristokrasi rejimini yıkıp, onun yerine geçen burjuva rejiminin imtiyazlarını yok edecek şekilde, tüm bireylerin toplumsal durumlarını kapsayacak, ekonomik eşitliği de içeren bir tarzda tasarlanmıştır. Ütopik sosyalizm; ilkelerinin ve vizyonunun gücünün insanları iknâ etmede ve toplumsal sorunların çözümünde yeterli olacağını varsaydığından, sosyalist ideale nasıl ulaşılacağı ve mücadelenin faillerinin kimler olması gerektiği hususuyla pek fazla ilgilenmez. Sosyalist ahlaka bağlı kalınmasının, ezilen kesimlere, kimseyi dışlamayan ve sömürüye yol açmayan daha iyi bir hayat için mücadele konusunda kâfi ilhamı verebileceğini öngörür. Bu yeni ütopyanın ilk temsilcileri; Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’dır. Her üç düşünürde de ortak olan yön, burjuva sisteminin yarattığı yeni yoksul kesim proleterya sınıfının temsilcileri olarak değil, rasyonalist Aydınlanma filozofları gibi bütün insanlığın kurtarıcıları olarak düşünce üretmeye çalışmalarıdır. Ancak onlar gibi rasyonalitenin ve mutlak adaletin yeni düzenini kurmak isteseler de Aydınlanma filozoflarına itiraz olarak, onların ilkeleri çerçevesinde kurulan burjuva sisteminin de maalesef feodalite ve daha önceki sistemler gibi irrasyonel ve adaletsiz olduğunu vurgulamaktan geri durmamışlardır. Zira Aydınlanma filozofları tarafından vaat edilen sonsuz barış, sonu gelmez bir fetihler savaşına dönüşmüş, zenginler ve yoksullar karşıtlığı “kamu yararı” içerisinde ortadan kalkacak yerde daha da keskinleşmiştir. Dahası sanayinin kapitalist bir temel üzerindeki hızlı gelişmesi, işçi-emekçi yığınlarının yoksulluk ve sefaletini ziyadesiyle artırmış, kural tanımaz burjuva taşkınlıkları ticareti gitgide dolandırıcılık durumuna dönüştürmüştür. Feodalitenin zora dayanan baskıları, yerini ahlak bozukluğuna, toplumsal güç aracı olan kılıç yerini paraya bırakmış, ilk gece hakkı feodal beylerden burjuva fabrikatörlerine geçmiş, aile ilişkileri bütün bütün dejenere edilmiştir. Kısacası Aydınlanma filozoflarının görkemli vaatleri karşısında rasyonalitenin zaferi ile tesis edilen ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlar, acı bir biçimde aldatıcı birer karikatüre dönüşmüştür. Bu tespitleri yapan başlıca düşünürler Saint-Simon, Charles Fourier ve Robert Owen’dır.

Saint-Simon (1760-1825) açısından Fransız Devrimi “tiers-etat”nın yani toplumun üretimde etkin olan yığınlarının, “aylak” kesim “soylular” ve “rahipler” sınıfı üzerindeki zaferiydi ama bu zafer kısa süre sonra küçük bir zümrenin (zenginler / burjuvazi), iktidarı ele geçiren siyasal erkin zaferine dönüşmüştür. Maalesef burjuvazi; aristokrasinin ve kilisenin el konulan ve satılan toprak mülkiyeti üzerinde yaptıkları spekülasyonlarla olsun, kamu mallarını çalıp çırparak olsun devrim sonrası hızla semirmiş ve geçmişin imtiyazlı azınlığını aratır hale gelmiştir. Suiistimallerle Fransa’yı ve devrimi yıkımın kıyısına sürükleyen ve Napoleon’a askeri darbe bahanesi veren de yine işte bu yolsuz ve hırsız burjuvazinin egemenliği olmuştur. Dahası geçmişteki “tiers-etat” ile “aylak” kesim “soylular” ve “rahipler” arasındaki karşıtlık, şimdilerde yeni “aylak” kesim “burjuvazi” ile “işçi-emekçi” yığınlar arasındaki karşıtlık biçimini almıştır. Madem durum budur, o halde kim yönetmeli ve kim egemen olmalıdır? Saint-Simon’a göre; devrimin yıkıp, yok ettiği Katolik Hristiyanlığın yerine, toplumsal birliği yeniden tesis edecek olan mistik ve sıkı sıkıya hiyerarşik yeni bir “dinsel bağ” formunda “bilim ve sanayi” egemen olmalı, bilim adamları ve üretimi gerçekleştiren sanayiciler yönetmelidir. Zira siyaset bir üretim bilimidir ve aylakların değil, üreticilerin işidir. Yeni sistemde herkes çalışmalı ve liyakatinin karşılığını almalıdır. Sistem; insanların siyasal egemenliğinden (government), şeylerin yönetimine (administration) dönüştüğünde toplumsal kaos da son bulacaktır.

Charles Fourier (1772-1837); sadece bir siyaset eleştirmeni değil, aynı zamanda tüm zamanların en büyük hicivcilerinden de biridir. Fransız Devrimi ile birlikte burjuva iktidarında yaşanan ahlakî dejenerasyonun, ticaretin yaygın karakteristiği olarak görülen dolandırıcılık ve spekülatörlüğün korkunç yüzünü tasvir eden düşünürlerin başında Fourier gelmektedir. Eleştirilerinin belki de en önemlisi burjuva toplum yapısındaki kadının konumu ve cinsiyetler arasındaki ilişkilerin biçimine yöneliktir. Herhangi bir toplumda kadının özgürleşme derecesinin genel özgürleşmenin doğal ölçüsü olduğunu ilk savunan kişi yine Fourier’dir. Ona göre, tüm bu sosyal suiistimallere burjuva sisteminin yeni üretim tarzı sebeptir. Acaba çözüm ne olmalıdır? Fourier; toplumun yeniden inşasına yönelik tüm hayatın; sanayinin, tarımın ve diğer faaliyetlerin kollektif yürütüleceği bir işbirliği birimi (phalanxtery / phalanstery) şeklinde, küçük gruplar halinde örgütlenmesini önerir. Her phalanx’ta evvela insanlar arasında kolektif bir bağlılık duygusu yaratılacak, phalanx’ın müşterek hasıla ve kârının üç unsuru olan sermaye, emek ve yeteneğin adil bölüşüm konusunda mükemmel bir uyumu sağlanacak ve bu uyum bilahare tüm phalanxlara teşmil edilecektir. Phalanxların iç idaresi; başlangıçta, sermaye, sanayi ve bilimsel bilgi açısından en büyük katkıyı yapan hissedarlardan oluşan bir naiplik veya konsey tarafından yönlendirilecektir. İdari görevleri yerine getirebilecek kadınlar varsa gerekli eğitime tabi tutulmak şartıyla her alanda erkeklerle eşit olarak konseyde yer alacaklardır. Phalanxlarda çalışma şartları;  insanlar üzerinde güçlü bir çekim yaratmak için, burjuva sistemindeki onu tiksindirici kılan itici şartlardan her yönüyle farklı olacaktır. Şartların çekici hale gelmesi için aşağıdaki tedbirlerin yerine getirilmesi zorunludur:

  • Her emekçinin bir ortak sayılması, emeğinin karşılığının ücretle değil, temettü ile ödenmesi.
  • Her erkek, kadın veya çocuk (üç fakültenin), sermaye, emek ve yetenek ile orantılı olarak ücretlendirilmesi.
  • Sanayi, ziraat veya imalat emeğinin icrasında bir buçuk veya iki saatten daha fazla coşkuyu sürdürmek imkânsız olduğundan seansların günde yaklaşık sekiz kez değişmesi.
  • Faaliyetlerin; kendiliğinden birleşen, çok aktif rekabetle ilgilenen ve teşvik edilen arkadaş grupları tarafından sürdürülmeleri.
  • Atölyelerin ve hayvancılığın işçiye zarafet ve temizliğin albenisini sunması.
  • İşbölümünün azamî dereceye çıkarılması ve böylelikle her cinsiyet ve yaştakilerin uygun görevlere kendilerini adayabilmesinin sağlanması.
  • Paylaşımda; erkek, kadın veya çocuk, her birinin kabiliyet şartıyla, çalışma hakkından veya istedikleri iş dalında faaliyette bulunma hakkından yararlanması.
  • Phalanx genelinde yıllık kârın; 5/12 el emeğine, 4/12 yatırılan sermayeye, 3/12 teorik ve pratik bilgiye, şeklinde dağıtılması. Yeteneklerine göre, her üyenin bu üç kategoriden herhangi birine veya tümüne dahil olabilmesi.

Phalanxlar; emeğinin ötesinde ihtiyacı bulunan fakir üyelere, üretime katkılarına bakılmaksızın asgari geçim ödemesinde bulunur. Yapılan ödemeler şunları içerir: 1) Ortak yemek salonlarında günde beş öğün yemek. 2) İş ve kılık kıyafeti de dahil olmak üzere düzgün giysiler ile çiftçilik ve endüstriyel işler için gerekli tüm araç ve gereçler. 3) Tuvaletli özel bir odadan oluşan konaklama ve umumi salonlarda, şenliklere ve tiyatrolara erişim.

Charles Fourier son olarak; bu yeni düzende, insanların her birinin şimdi ve gelecekte yeterli asgari düzeyde bir refaha sahip olacaklarının ve bu güvencenin kendileri ve aileleri ile ilgili tüm huzursuzlukları ortadan kaldıracağının da  garanti edileceğini belirtir. Fourier’in önerdiği sistem saf bir eşitlik sistemi değildir. Zira emeksermaye ve yetenekarasında fantastik bir servet dağılımı kabul etmektedir. Belki de en değerli fikri; sefalet ve kötülüğün toplum tarafından dayatılan kısıtlamalardan kaynaklandığını ileri sürmesidir. Yine her bir kapasiteye göre emeğin paylaştırılmasının imkânı ve gerekliliği ve böylece her zaman işin zevkli olması yönündeki düsturu da anılmaya değerdir. Ayrıca yine modern topluma yönelik eleştirisi, materyalist (“bilimsel”) sosyalizmi öngörmek kadar değerlidir.[2]

Fransa’da devrim fırtınası ülkeyi alt-üst ederken, İngiltere’de sessiz ama toplumu değiştirme hususunda Fransa’dakinden pek de aşağı kalmayan başka bir devrim, sanayi devrimi gerçekleşmiştir. Makinalaşmanın ortaya çıkışı İngiltere’yi  kapitalistler ve mülksüz proleterler şeklinde ikiye bölünce; eski istikrarlı orta sınıfın yerine nüfusun en dalgalı istikrarsız kesimi olarak zanaatkâr ve küçük esnaf kitlesinin sürekli artan bir hızla büyümesi, kırdan kente göç, büyük şehirlerin kötü mahallelerinde evsiz insanların bir araya toplanması, geleneksel ahlaki bağların ve aile ilişkilerinin gevşemesi, özellikle kadınlar ve çocuklar için korkunç derecede fazla çalışma saatlerinin artması, istikrarlı hayat şartlarından günden güne değişen güvencesiz şartlara sürükleniş, toplumun tamamen demoralizasyonunu doğurmuştur. Çağdaşları bu şartlarda bulanık suda balık avlanacak ve hızla zenginleşilecek imkânlar görürken; Robert Owen (1771-1851), karışıklığı düzene sokmak üzere ütopik tezini uygulamaya koyma fırsatı görmüştür. 1800-1825 yılları arasında İskoçya’da yöneticiliğini yaptığı New Lanark Mills fabrikasında uyguladığı kollektif imalathane sistemine dayalı yönetim modelini esas alarak, Amerika’ya göç eden çoğu her türlü suça bulaşmış, son derece dejenere 2500 kişilik bir gruptan; suçlu, polis, mahkeme, toplumsal yardım ve yardım severlik gibi şeylerin bilinmediği örnek bir koloni oluşturmayı başardı. Owen; başarısını özenli bir eğitim sayesinde gerçekleştirmiştir. Kendi kendine yeten topluluklar yaratma planını gerçekleştirmek için, ABD’de, İndiana’da dinî bir topluluktan 30.000 dönümlük arazi satın aldı. Sistemini uygulayacağı bu yerin adını New Harmony olarak değiştirdi. Komünist bir topluluktan ziyade bir kooperatif düzeni olan New Harmony’de ilk zamanlar hayat, Owen‘ın pratik rehberliği altında genel olarak çok iyi düzenlenmişti. 2500 kişilik gruptan çalışabilir durumda olanlar kurulan kollektif imalathanelerde, kısa süre önce 600 bin kişinin üretebileceği miktarda zenginlik üretebiliyordu ve herkes çok mutluydu. Ne var ki Owen‘ın din karşıtı tavırlarından ötürü, yönetim biçimi hakkında fikir ayrılıkları kısa sürede ortaya çıktı. Owen; 1828′de servetinin yüzde 80′ini (40.000 £) kaybettikten sonra, topluluktan çekilmek zorunda kaldı. Robert Owen’ın uygulamalarındaki eksiklik, ilerlemenin politik yönünün tamamen göz ardı edilmesine sebep olan ütopist bir eksikliktir. Bakış açısı sosyalizmin gelişiminde yararlı olsa da deneylerinde toplumun yöneticilerinin “mülkiyet haklarını” koruması yönündeki düşünceleri tüm hayatını gerçekleştirmeye çalıştığı sosyalizmin sınıfların karşıtlığından doğacağını görmesine engel oldu. Her şeye rağmen Owen‘ın, New Harmony’de yarattığı takdire şayan kollektif ruh konusunda tarihsel bir fikir birliği mevcuttur. New Harmony; ABD’deki kamuya ait ilk anaokulunu, ilk ticaret okulunu ve ilk ücretsiz kütüphaneyi bünyesinde taşıyan ilk en önemli kollektivizm örneğidir.

Ütopyacıların; “Sosyalizm mutlak rasyonalitenin, mutlak doğruluğun, mutlak adaletin anlatımıdır ve kendi özgün gücüyle dünyayı fethetmesi için keşfedilmesi yeterlidir.” şeklindeki düşünceleri, hemen hemen tüm on dokuzuncu yüzyıl boyunca egemen olmuştur. Fransız ve İngiliz sosyalizminin hemen hemen tüm versiyonları bu görünümdedir. İşte bu ütopik sosyalist düşünceleri diyalektik-materyalist bir zemine oturtan Karl Marx (1818-1883) olmuştur. Bu dönüşümü; varlığın bir bütün olarak gelişimini, idealist-diyalektik bir sürece bağlayan Friedrich Hegel (1770-1831)  felsefesini, varlığın zaman içinde ilerleyen bir tarih olduğu şeklinde değerlendiren modern materyalizmi esas alıp, tarihe yönelik yeni bir inceleme metodu formuna sokan Marx  gerçekleştirmiştir. Marx’a göre toplumun ekonomik yapısı; son tahlilde, hukukî ve siyasî tüm üst yapı kurumlarını oluşturduğu gibi, her tarihî dönemin dinî, felsefî ve öteki fikirlerini de açıklamayı sağlayan gerçek temeli oluşturur. Bu değerlendirme çerçevesinde sosyalizm artık şu ya da bu dâhinin tesadüfî bir buluşu değil, tarih tarafından yaratılan iki sınıfın, ezen ve ezilen sınıfın çatışmalarının ürünüdür. Dolayısıyla yapılması gereken zihinsel olarak elden geldiğince eksiksiz bir toplumsal sistem imal etmek değil, ekonominin bu sınıfları ve onların karşıtlıklarını zorunlu bir biçimde ortaya çıkaran tarihî gelişim safhalarını incelemek ve onların tabi oldukları yasallıkları keşfetmektir. Tarihin diyalektik-materyalist yorumu ve burjuva-kapitalist üretimin esrarının artı-değer aracılığıyla açıklanması Marx’ın iki temel keşfidir. Tarihe diyalektik-materyalist açıdan bakıldığında görülen o ki her toplumsal yapı; üretim tarzı, ürünlerin paylaşımı ve ürünlerin değişimine göre düzenlenmektedir. Tabakalaşma ya da sınıflı yapılaşmanın kaynağı da budur. Toplumsal değişimlerin nedenlerini; insanların zihnindeki dürüstlük ve adalet kavrayışlarında değil, üretim ve mübadele biçimlerinin farklılaşmasında aramak gerekir. Yani değişimin sebepleri dönemin felsefesinde değil, ekonomisinde mündemiçtir. Bu aynı zamanda toplumsal anormallikleri ortadan kaldırmanın araçlarının da zorunlu olarak değişen üretim ilişkileri ve üretimin maddi unsurları içerisinde bulunduğu anlamını taşımaktadır. Hiyerarşik tabakalaşma ya da sınıflı yapılaşma da zaten aynı gerekçeyle, karşılığı ödenmemiş emeğe, artı-değere el konulmasıyla oluşur. Yani birilerinin elinde biriken sermayenin kaynağı, emek sömürüsünden, karşılığı ödenmeyen artı-değerden başka bir şey değildir. Mevcut kapitalist-burjuvatoplum yapısı; Ortaçağın toprak mülkiyetini elinde tutan senyörler için boğaz tokluğuna çalışan serfler, refah ve özgürlük ümidiyle kaçtıkları kentlerde sisteme karşı köyden başlayan ayaklanmaları vesilesiyle uzun çilelerden sonra, feodalitenin lonca sisteminden kurtularak, üretimle ticaretin ayrılmasını sağlayan mekanik üretim dalları “manüfaktür”lerin tesisine ve ticaretle uğraşan özel bir sınıfın doğuşuna ve dolayısıyla da pazar ve mübadelenin kentin sınırları ötesine genişleyip, ilkel sınırlılığın ve yöreselliğin yavaş yavaş kaybolmasına nasıl dayanıyorsa; sosyalizm de seri üretim yapabilen fabrikaların ve büyük sanayinin üretim gücünü teşkil eden yeni ezilen sınıf proletaryanın, burjuva tarafından tesis edilen üretim ilişkilerine karşı ayaklanması yani toplumsal üretim ile kapitalist mülk edinme arasındaki uyuşmazlığın ve proletarya-burjuvazi karşıtlığının neticesinde tesis edilecektir. Sosyalizmin tesisinde en etkili faktör, şüphesiz kapitalist üretim tarzı içerisinde gelişen ve burjuva üretim ilişkilerine ters düşmeye başlayan, üretim araçlarının toplumsallaşmasıdır. İşte bu noktada spontane bir biçimde örgütlenecek olan proletarya, gebe toplumun ebesi olarak devrim vasıtasıyla devlet erkini ele geçirerek tüm üretim araçlarını devlet mülkiyeti haline getirecek ve sosyalizmi kurmuş olacaktır.[3] Marx; sosyalizm öncesi tesis edilmiş bütün devletlerin, tüm toplumun resmi temsilcisi görünümü altında yalnızca “egemen sınıfın baskı aracı” olduğu kanaatindedir. Yani devlet; komünal mal birliğinden ayrışan özel mülkiyetin ve özel çıkarların teşekkülü neticesinde, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, diğer sınıfları egemenliği altında tutabilmek maksadıyla, manipülatif kollektivitenin, bir aldatmacadan ibaret olan genel çıkarların muhafazası adı altında örgütlenmesinden ve bu örgütün, toplumun dışında muayyen bir varlık kazanmasından başka bir şey değildir.[4] İlkçağdaki köle sahibi yurttaşların devleti de feodal aristokrasinin devleti de burjuvazinin devleti de böyledir. Proletarya diktatörlüğü olarak kurulacak olan sosyalist devlet de başlangıçta böyledir. Ancak proletarya diktatörlüğü alacağı tedbirlerle sınıf karşıtlıklarını ve sınıf farklarını nihai noktada ortadan kaldıracağı için devlet de kendiliğinden ortadan kalkmış olacak ve sosyalist aşamadan komünist aşamaya ulaşılacaktır. Marx’ın sosyalist aşamada, proletarya diktatörlüğü tarafından ilk etapta alınacağını söylediği tedbirler şunlardır:

  • Toprak mülkiyetinin kamulaştırılması ve işlenmemiş toprakların iyileştirilip bir plan dâhilinde tarıma açılması.
  • Ağır bir servet ve gelir vergisi konulması.
  • Her türlü miras hakkının kaldırılması.
  • Proleter devrime isyan etmeye kalkışanların her türlü mülkiyetine el konulması.
  • Kamu sermayesiyle işletilen ve mutlak tekel uygulayan ulusal bir banka aracılığıyla kredilerin devletin elinde tutulması.
  • Haberleşme ve ulaşım araçlarının devletleştirilmesi.
  • Kamuya ait fabrikaların çoğaltılıp geniş istihdam imkânı yaratılması.
  • Herkes için eşit çalışma yükümlülüğü getirilmesi.
  • Tarımın imalat sanayileriyle bağlantılı duruma sokulması.
  • Ülke nüfusunun dengeli dağılımını yapıp, köy ve kent ayrımının yavaş yavaş ortadan kaldırılması.
  •  Bütün çocuklar için kamu okullarında parasız eğitim sağlanması ve eğitimin sanayi üretimiyle koordineli biçimde yürütülmesi.

Marx’a göre; proletarya, alınacak bu tedbirlerle tesis edeceği siyasal üstünlüğünü, sermayeyi burjuvaziden koparıp almak, üretim araçlarını devletin yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın (proletarya diktatörlüğü) elinde toplamak ve üretici güçlerin miktarını olabildiğince artırmak için kullanacaktır. Ancak bu tedbirler; kısa süreli olacak, burjuva kalıntılarının temizlenmesi ve üretimin ulusun tümünü içerisine alan geniş bir organizasyonun elinde toplanmasıyla son bulacaktır.  Çünkü proletarya, burjuvaziye karşı savaşımında şartların gereği olarak kendisini örgütlü bir sınıf şekline sokmuş ve devrim yoluyla kendisini egemen sınıf durumuna getirmişse de eski üretim şartlarını zorla süpürüp atınca, sınıf karşıtlıklarının ve genellikle sınıfların varlık şartlarını da süpürüp atmış ve böylelikle de bir sınıf olarak kendi üstünlüğünü de ortadan kaldırmış olacaktır. Dolayısıyla da bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmesinden başka bir şey olmayan siyasal iktidar yani devlet de yok olacaktır. Sonuçta, burjuva toplumunun, sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının yerini, her bireyin özgür ve eşit gelişiminin zeminini teşkil eden bir birlik alacaktır ki işte bu sistemin adı da komünizmdir.[5] Aslında Marxçok net bir sosyalizm ve komünizm ayrımı yapmaz. Onun yerine, komünizmin birinci ve ikinci aşamalarından bahseder. Devrimle birlikte kurulan “proletarya diktatörlüğü” komünizmin ilk aşamasını, burjuva kalıntılarının tasfiyesi neticesinde ulaşılacak olan sınıfsız ve devletsiz toplum da ikinci ve nihaî aşamayı oluşturacaktır. Bu çerçevede olmak üzere, “Gotha Programının Eleştirisi”nde, ikinci aşama çok mücmel kalsa da ilk aşama epeyce ayrıntılı bir biçimde anlatılır. İlk aşamada; üretim araçları ortak mülkiyet altına alınacak, merkezi planlama aracılığıyla herkese iş verilip, yine herkese üretime katkıda bulunduğu oranda pay dağıtılacak. Üretime ait olmayan; okullar, sağlık hizmetleri, ulaşım ve iletişim hizmetleri gibi, genel yönetim giderlerinin ortaklaşa karşılanması için net toplumsal üründen gerekli kesintiler yapılacak ve üretime katkıda bulunamayanlar için de sosyal güvenlik temin edilecektir. Üreticiler ürünlerini mübadele edecek ama emek gücünü yalnızca topluma satacakları için sınıflaşma da sömürü de söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla komünizmin nihai aşaması da topluluk uğruna kendilerini, yaratıcı çalışma yoluyla özgürce gerçekleştiren ve ihtiyaçları oranında toplumsal üründen pay alan bireylerin bir birleşmesi olacak ve böylece de insanlar ilk kez bir anlamda hayvanlar dünyasından ayrılıp, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçecek ve kendi toplumsal hayatlarının efendileri konumuna yükseleceklerdir.[6]

Açıktır ki sosyalizm; liberal-kapitalist sistemin, sınıflı-aristokratik yapıya karşı çıkarak, tüm toplum için vaad ettiği özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah idealini gerçekleştiremediği eleştirisiyle ve aynı vaadi gerçekleştirme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Temenni olarak liberal-kapitalist sistemden çok daha cazip ve çok daha hümaniter niteliklere sahip olduğu inkâr edilemez. Ne var ki sosyalizm adı altında kurulan sistemlerin (Sovyetler Birliği, Çin, Kuzey Kore, Küba, vs.) alternatif olmak istedikleri liberal-kapitalist sistemler kadar dahi başarılı olduklarını söylemek oldukça zordur. Proletarya adına kurulan diktatörlükler özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah yerine insanlara yalnızca mutlak kölelik, mutlak hiyerarşi ve mutlak sefalet getirmiştir. Dahası devrimin bekası uğruna milyonlarca insan katledilmiştir. Stalin’in ya da Mao’nun diktatörlüğünün Hitler’in diktatörlüğünden farklı olduğu rasyonel insan tarafından kabul edilebilir mi? Üstyapı kurumu denilerek Tanrı inancının ve ahlakın yok edildiği bir toplumda, hayvanlar dünyasında egemen olan Darwinizm’den başka türlü bir “sosyal insan” ilişkisinin tesisi mümkün müdür? Bunun imkânını savunanlar olsa olsa Atatürk’ün Türkiye’de kurduğu “tekparti diktatörlüğü” rejimini Marksist sosyalizm zanneden “diplomalı-diplomasız, cahil, türünün son örneği, yerli ve milli  solcular” olabilirler. Bu tiplerin Batı dünyasında emsali yoktur. Şüphesiz sosyalizmin bu başarısızlığı yalnızca uygulamadaki eksikliklerden değil, sosyalist teorinin içerdiği tutarsızlıklardan da kaynaklanmıştır. Bu tutarsızlıklardan felsefî nitelikteki birincisi, tarihin tabi olduğu yasallık argümanının doğasıyla ilgilidir. Marksist materyalist tarih yorumu, bireye aşkın bir evrim tasarısı görünümündedir. Buna göre, üretim güçleri ve üretim/mülkiyet ilişkileri diyalektik bir çelişki içerisindedir. Bu çelişki, sınıf kavgası vasıtasıyla kendi kendini yok eder ve bir başka forma dönüşür. Eğer bu yorum doğru kabul edilecekse kapitalizmin yıkımı ve çelişkisiz bir toplumun ortaya çıkışına yönelik çıkarımlar tahminden öte bir değer taşımayacaktır. Çünkü tarihi belli olmayan bir olayla ilgili bir kestirimin fazla bir anlamı yoktur. En azından böyle bir yasadan bahsedilemez. Öte yandan diyalektik yorum ne devrimin zorunluluğunu ne de kapitalizm sonrası toplumun çatışmacı olmayan niteliğini garanti edebilir. İkinci tutarsızlık, devrimci zorunluluk adı verilen şeyin doğasıyla ilintilidir. Devrimci değişimi, tarihsel incelemenin tek doğru sonucu olarak değerlendiren Marksist sosyalizmin bu konudaki bilimsellik iddiası da oldukça zorlama bir yorumu içermektedir. Herhangi bir ideolojinin kendisiyle ilgili ileri sürdüğü bilimsellik iddiası, onun bilimselliğine delalet etmez. Ütopik sosyalizm gibi, Marksist sosyalizm de bir ideolojidir ve empirik-nesnel çıkarımların değil, analitik-zihinsel çıkarımların ürünüdür. Teorinin bir başka tutarsızlığı; temel kavramların, özellikle altyapı ve üstyapı kavramlarının içeriği ile alâkalıdır. Genelde altyapı adı verilen ekonomi, bir toplumun teknik donanımı ve işin örgütlenmesi olarak görülmekte ise de bir kültürel yapının teknik donanımı bilimsel bilgisinden ayrı tutulamaz. Oysaki bilimsel bilgi, düşünce alanına dâhil olup, üstyapıya aittir. Yani üretim gücü olarak tanımlanan altyapıüstyapıya ait olması gereken ögeleri de kapsar. Kısacası neyin altyapıya, neyin üstyapıya ait olduğunu ayırt etmek hayli güç olduğu gibi, altyapının üstyapıyı belirlediğini söylemek de hayli güçtür. Olsa olsa karşılıklı bir etkileşimden bahsedilebilir. Benzer bir biçimde, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi belirlemek de o kadar kolay değildir. Diğer taraftan bir toplumsal sınıfın ne olduğu da çok belirsizdir. Dahası çatışmasız, rekabetsiz bir toplumsal sistem kurulsa bile bu sistemde siyasetin ve devletin ortadan kalkabileceğini savunmak, belki de teorinin en kolay çürütülebilir yanıdır. Üretim ve tüketimin koordinasyonunun artık olmadığı mutlak bir bolluk dönemi ve mutlak iyi insan doğası düşünülmedikçe, kural-uygulama çerçevesinde de kalsa siyasetin ve dolayısıyla devletin ortadan kalkması imkânsızdır. Üretim ve dağıtımın muayyen bir örgütlenme biçiminin yönetim sorununu tamamen çözeceğini düşünmek kesinlikle bir hayaldir.[7] Bütün bunlara rağmen, sosyalist düşüncelerin etkisi hiçbir zaman kuruyup tükenecek gibi de değildir. Bugün için geleneksel anlamda sosyalist olmak, teorik ve pratik açıdan imkânsız gibi görünse de sosyalist düşüncelerden; herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah sağlayabilecek “sosyal-liberal” ideal sisteme ulaşma yönünde istifade etmek pekâlâ mümkündür. Zira sömürünün ve yabancılaşmanın eleştirisi, günümüzde de hâlâ büyük önemde olmaya devam etmektedir.[8]

 

[1] Richard Pipes, Komünizmin Kısa Tarihi, Çev., O. Düz, Gelenek Yay., İstanbul, 2005.

[2] https://www.marxists.org/

[3] Friedrich Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev., Sol Yay., Ankara, 2017.

[4] Karl Marx – Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1976.

[5] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.

[6] Karl Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Çev., İ. Yarkın – M. A. İnci, İnter Yay., İstanbul, 1999.

[7] Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev., K. Alemdar, İş Bankası Kültür Yay., Ankara, 1986.

[8] Jon Elster, Marx’ı Anlamak, Çev., S. Lim, Liberte Y., Ankara, 2004.

Bu yazı Genel Felsefe, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.