Sosyal olayları, rasyonel zeminde değerlendiren filozoflar açısından hiçbir şey, koskoca bir kitlenin küçük bir azınlık tarafından yönetilmesi ve kitle güdüsüyle kendi duygu ve tutkularını, mutlak bir teslimiyet içerisinde, idarecilerinin duygu ve tutkularıyla aynileştirmesi kadar şaşırtıcı değildir. Bu mucizevî hadisenin nasıl olup da böyle gerçekleştiğine bakıldığında görülecektir ki kökeninde siyasî iktidarları destekleyen en önemli güç olarak, kitlelerle paylaşılan ya da paylaşıldığı algısı yaratılan müşterek değerler yatmaktadır. Değerler; “eylem saiki” biçiminde, sosyal ilişkilerde neyin doğru neyin yanlış, neyin istenilir neyin istenilmez, neyin uygun neyin tasvip edilemez olduğu hususunda insanların paylaştıkları fikirleri gösterirler. Sosyolojik bir veri olarak düşünüldüğünde ise değerler; hem kültürel homojeniteyi ve kalıcılığı sağlayan hem de siyasal düzen ve istikrarı teminat altına alan temel unsurlardır. Toplumsal ahenk ve koordinasyon anlamındaki kültürel entegrasyon, değerler ekseninde oluşturulan normatif tutarlılığa bağlıdır. Zira varlığını sürdürmek isteyen kollektif yapılar; fertler arasında cereyan eden münasebetlerin tanziminde fonksiyonlarını gerçekleştirirken bir takım normatif yaptırımları uygulamaya koymak zorundadır ve işte bu yaptırımların aslî kaynağı da müşterek değerlerdir. Açıktır ki tüm sosyal ilişkilerde olduğu gibi, tüm sosyal tercihlerde de şöyle ya da böyle belirleyici olan faktörler yine bahis mevzuu müşterek değerlerdir. Tercihi mümkün kılan atmosferse yalnızca sözleşme hukuku sayesinde var olan demokratik (cumhuriyetçi) siyasal atmosferdir.
Eylem saiki formundaki bu değerler, elbette fertler için değişmez ve değiştirilemez akidevî sabiteler değildir. Epistemolojik değişime bağlı olarak değerler de değişime uğrarlar. Günümüz dünyasında egemen olan ve Türkiye’de de “muasır medeniyetler seviyesine yükselmek” arzusuyla gönüllü ya da gönülsüz benimsenen Batı tipi yaşama tarzı, “modern toplumsal yapı” dikkate alındığında; gerçekleşen değişim, geleneksel-dinî (ortodoks) değerler ağından ve statü hukuku inancından protestan-heterodoks değerler ağına ve oradan da rasyonel-seküler değerler ağına yöneliktir. Bu değişim ister Auguste Comte’un söylediği gibi bilginin (teolojik-metafizik-pozitif) gelişimi ve değişimi sayesinde gerçekleşsin ister Karl Marks’ın söylediği gibi üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin değişimiyle, sonucun aynı kapıya, moderniteye çıktığı pekâlâ ileri sürülebilir. Toplumsal yansımalarına bakıldığında bu tarihî değişimin kültürel bir “ilerleme” olduğu da elbette ileri sürülebilir. Geleneksel-dinî (ortodoks) değerler zeminine oturan ve tanrısal bir taktire dayandığına inanılan “doğal eşitsizlik” eksenindeki siyasal örgütlenme modeli “mutlak monarşi”nin, rasyonel-seküler değerler zeminine oturan “doğal eşitlik” ve sözleşme hukuku eksenindeki siyasal örgütlenme modeli demokrasi (cumhuriyet) rejiminden daha iyi olduğunu kim iddia edebilir? Etse etse her şeyin sahibi olan mutlak monarkın kendisi ve yakın çevresi edebilir?! Akledebilen insanın aksini düşünmesi mümkün değildir. Hele hele rasyonel-seküler değerlerin yarattığı, Avrupa Birliği standartlarındaki “modern hukuk devleti”nin insanlara kazandırdığı özgürlük, eşitlik, ekonomik refah gibi hayat standartları düşünülürse, “Batı medeniyeti insanı ifsad eder.” tarzında cümleler kuranların akıllarını kullanabildiklerini söylemek hayli zordur?! “Batı medeniyeti insanı ifsad eder.” tarzında cümleler kuranlar şayet Atatürk’ün ihdas ettiği nominal cumhuriyet, Tekparti Diktatörlüğü rejimini Batı medeniyeti zannetmişlerse belki mazur görülebilirler ancak kasıtları yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalıkların neredeyse yok edildiği Avrupa Birliği standartları ve o standartları temin eden anayasal demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı gibi siyasal ilkeler ve dolayısıyla da “modern hukuk devleti” ise asla mazur görülemezler…
Kabul edilmeli ki Avrupa’da; geleneksel-dinî (ortodoks) değerler ağından, protestan-heterodoks değerler ağına ve oradan da “modern hukuk devleti”ni yaratan rasyonel-seküler değerler ağına geçiş çok da kolay gerçekleşmemiştir. Hayatı, Katolik dinî inançların determinasyonuyla tanzim eden ve “Akıl almaz olduğu için inanıyorum.”, “Saçma olduğu için inanıyorum.” telkinleriyle insanları teolojinin kıskacında tutan değerler silsilesinden kurtulmak mümkün olmasaydı tanrısal taktire dayandığına inanılan “doğal eşitsizlik” inancındaki geleneksel siyasal örgütlenme modeli “mutlak monarşi”den kurtulmak da mümkün olmazdı. Maalesef bu tür rejimler altında, her şeyin sahibi bulunan bir avuç azınlık hariç, insanların kahir ekseriyatının köle muamelesi görmekten başka alternatifleri de herhangi bir siyasal tercihte bulunma şansları da yoktur. Bunu mümkün kılan atmosfer, sadece ve sadece rasyonel-seküler değerler ve sözleşme hukuku sayesinde tesis edilen demokratik (cumhuriyetçi) siyasal atmosferdir. Şüphesiz kölelikten özgürlüğe geçiş, felsefî düşüncenin insanları rasyonaliteye çağrısı sayesinde gerçekleşmiştir. Zira insanlar yalnızca rasyonel oldukları taktirde hiyerarşik düzene karşı “Niçin her şeyin sahibi küçük bir azınlık olsun?” ya da “Yönetme hakkı niçin sadece küçük bir azınlığa ait bulunsun?” yahut da “Niçin küçük bir azınlık efendi, diğer insanlar köle olsun?” gibi sualleri sorabilir ve köleliğe, eşitsizliğe başkaldırabilirler. Avrupa’da gerçekleşen değişim, tam da bu sayede, rasyonelleşme sayesinde mümkün olmuştur. Yani, Avrupa’da, yalnızca bir avuç aristokrasiye münhasır bulunan yönetme hakkı, mülkiyet hakkı, özgürlük hakkı ve siyasal tercihte bulunma hakkı rasyonelleşme sayesinde diğer insanlar için de muhtemel hale gelmiştir. Yani, hemen hemen herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah imkânı sunan “modern hukuk devleti”ni yaratan değerler, rasyonel-seküler değerlerdir. Aksi iddiaların ne tarihte ne de günümüzde örneklerini göstermek kabildir…
Acaba bahis mevzuu tartışmalar Türkiye özelinde nasıl değerlendirilebilir? Türkiye’de egemen olan değerler; geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler midir yahut protestan-heterodoks (ana akımdan farklılaşmış) değerler midir yoksa rasyonel-seküler değerler midir? Dolayısıyla da sosyal ilişkilerin şu ya da bu şekilde tanzimine yönelik insanların herhangi bir siyasal tercihte bulunma imkânları var mıdır? Açıktır ki Osmanlı-Türk toplumunda egemen olan geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler; Batı medeniyeti karşısında, 1699 Karlofça Antlaşması ile tescillenen mağlubiyetle birlikte şöyle ya da böyle değişmeye başlamış ise de bu değişimin Batı standartlarındaki kadar protestan-heterodoks (ana akıma muhalif) ölçülerde ya da rasyonel-seküler kriterlerde gerçekleştiğini söylemek bugün dahi oldukça zordur. Mağlubiyet, değişim yönünde bir negatif motiv etkisi yapmış ise de hiyerarşik siyasal sistem mutlak monarşinin, “modern hukuk devleti”ne dönüşmesini icap ettirecek seviyede tesirli de olmamıştır. Üç yüz küsur yıldır değişim sürecinin hâlâ tamamlanamamış olması belki de motivasyonun negatifliğiyle alakalıdır. Zira negatif motivasyonlar; kangren olan yapı üzerinde tedavi etkisinden ziyade sadece pansuman etkisi bırakmaktadırlar. Mutlak monarşinin bilahare göstermelik bir parlamenter monarşiye ve göstermelik parlamenter monarşinin de daha sonra yine göstermelik bir cumhuriyete dönüştüğünü cahillerden başka kim inkâr edebilir? Yöneten ve yönetilenlerin “doğal eşit” oldukları bir “değer” bir apriori postüla olarak kabul edilmediği taktirde siyasal sistemin eşitlik eksenindeki organizasyonu gerçekleşebilir mi? Siyasal eşitliğin mevcut olmadığı bir organizasyonda anayasal demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı gibi siyasal ilkeleri mündemiç bir modern hukuk devleti tesis edilebilir mi? Modern hukuk devleti tesis edilemediği taktirde Avrupa Birliği standartlarındaki gibi Türkiye’de de yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalıklar bitirilebilir mi? Nominal sistem değişiklikleri, hiyerarşik siyasal yapının bir biçimde sürdürülmesi demek değil midir? Siyasal sistem değişikliklerinin nominal olmadığını iddia edenler; parlamenter monarşiyi ilan eden Sultan Abdülhamit bir kenara, cumhuriyeti ilan eden Mustafa Kemal Atatürk’le ya da muhafazakâr demokrasiyi getirdiğini söyleyen Recep Tayyip Erdoğan’la yönetilen insanların “doğal eşit” olduklarını tasavvur edebilirler mi? Doğal eşitliği tasavvur dahi edemeyenlerin rasyonel birey oldukları söylenebilir mi? Mesela Türkiye’de yaşayıp da “Atatürk olmasaydı, biz olmazdık.”[1] ya da “Erdoğan’sız, biz bir hiçiz.”[2] türü cümleler kuranların “hayvan-ı nâtık” olduklarına dair mantık tanımlaması yapılabilir mi? Bu cümleleri sarf edenlerin yalnızca niceliğin egemenliğini ifade eden sözde demokratik (cumhuriyetçi) rejimlerde “değerli” kabul edildikleri, niteliğin egemenliğini ifade eden meritokratik rejimlerde ise değersiz oldukları apaçık bir hakikat değil midir? İnsanların doğal eşitliğini dahi tasavvur edemeyen bir güruhun temel hassesinin “akıl” olduğunu iddia etmek ne derece gerçekçidir? Temel hassesi “akıl” olmayan bir güruhun seçim yarışına giren demagoglar tarafından aldatılmaması, iğfal edilmemesi ve her türlü manipülasyona rağmen yine de isabetli tercihte bulunması mümkün müdür? Seçimlerin demagoglar tarafından rasyonel projelerin yarışı yerine, cahil taraftar avına dönüştürülmesine mani olunabilir mi? Manipülatif propaganda vasıtasıyla demagogların iktidar olabildiği sözde demokratik (cumhuriyetçi) bir sistemde seçilmiş yöneticinin mutlak monarka dönüşmesi engellenebilir mi? Emretme yetkisini elinde tutan yürütme gücünün belirlenme tarzı böyle olunca, onu sınırlandırabilecek ya da frenleyebilecek, ondan bağımsız herhangi bir özerk güç, yasama ya da yargı ortada kalabilir mi? Toplumsal hayatın, taraftar avcıları marifetiyle bitmek, tükenmek bilmeyen polarizasyonu, her türlü hukuk ihlalini beraberinde getirmez mi? Dolayısıyla da sözde seçimler, cahil kitlelerden devşirilen periyodik, manipülatif ve formalite bir sahte onaya dönüşmez mi?
Binaenaleyh; madem siyasî iktidarları destekleyen ve siyasî tercihleri belirleyen en önemli güç, kitlelerle paylaşılan ya da paylaşıldığı algısı yaratılan müşterek değerlerdir ve madem Türkiye’de vaziyet, henüz Batı’daki gibi geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler aşamasından protestan-heterodoks (ana akımdan farklılaşmış) değerler aşamasına ve rasyonel-seküler değerler aşamasına yeterli ölçülerde geçilemediğini göstermektedir o halde oyunu kuralına göre oynamak şarttır. Her ne kadar Avrupa Birliği standartlarında yaşamak ve yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalıklardan kurtulmak isteyen ve herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah talep eden ahlaklı rasyonel insanlar bunun yolunun anayasal demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı gibi siyasal ilkeleri mündemiç bir modern hukuk devleti tesis etmekten geçtiğini idrak edebilirlerse de aklını kullanamayan, kullanmasına engel olunan, bin bir çeşit propaganda vasıtasıyla hem ahlaksız rasyonel insanlar tarafından hem de dindar görünümlü ahlaksız insanlar tarafından aldatılan eğitimsiz avam tabakası bunun idrakten acizdir. Dolayısıyla da yapılması gereken, eğitimsiz avam tabakasını; neyin doğru neyin yanlış, neyin istenilir neyin istenilmez, neyin uygun neyin tasvip edilemez olduğu hususunda ikna etmektir. İkna etmek elbette kandırmak ve onlardan muhali talep etmek değil, yol göstermektir. Öncelikle yapılması gereken şey; insanlara, ahlaksız olunmadığını yani “kendilerine reva görülmeyen şeylerin, başkalarına da reva görülmediğini” yani “altın kural” ilkesine uyulduğunu fiilen ispatlamaktır. Mesela; geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler dünyasına mensup insanlara, “Ekonomik çıkarlarınız, şunları şunları gerektirir.” diyerek, güya siyasi tercihlerini belirleme hususunda yardımcı olunduğunu söylemek ve onlardan, değer dünyalarında karşılığı olmayan bir tercihte bulunmalarını beklemek, katiyen yol göstermek değil, onları kandırmak ve onlardan muhali talep etmektir. Çünkü “ekonomik çıkarlara göre davranma” motivasyonu daha ziyade rasyonel-seküler değer dünyasında karşılığı bulunan bir motivasyondur. Halbuki geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler dünyasına mensup insanlara yol gösterilecekse belki de yapılması gereken en isabetli şey; aynı değerleri paylaştıklarını lafta savunanların, fiilleriyle aksini yaşadıklarını ifşa etmektir. Mesela; kahir ekseriyet yoksulken, açken yöneticilerin kamu mallarıyla lüks içerisinde yaşadıklarını, emeklerinin karşılığı olmaksızın üçer-beşer maaş aldıklarını, siyaseti zenginlik vasıtasına dönüştürdüklerini, liyakat ve ehliyet gözeteceklerine eş-dost-ahbap kayırmacılığı yaptıklarını, milletten toplanılan vergileri “Faize karşıyız.” deyip, “kur korumalı mevduat”, “hibe” aldatmacasıyla rantiyeci zenginlere aktardıklarını, netice olarak da adalet erdemini yok ettiklerini, vs. vs. ifşa etmek, daha ziyade aklın ve ahlakın gereğidir. Geleneksel-dinî (ortodoks/sünnî) değerler dünyasına mensup insanlardan, diğer değerler dünyasının motivasyonlarıyla hareket etmelerini beklemekse sadece ve sadece muhali talep etmektir…
[1] https://www.youtube.com/watch?v=s8OHmGDh0D8
[2] https://www.youtube.com/watch?v=zKqGMbQo-6U