Felsefî Hakikat ve Dinî Hakikat Ekseninde “Yerli ve Milli Felsefe”

Hayata ve varlığa yönelik hakikati araştırma ya da hakikati temsil iddiasının söz konusu olduğu her yerde, şüphesiz asıl rekabet “felsefe” ile “din” arasında cereyan etmektedir. Antik Yunan Felsefesi ile Hıristiyanlık inancının karşılaştığı gün başlayan bu rekabetin hâlâ devam ettiğini söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Hıristiyan kaynaklarındaki anlatımıyla; Pagan Roma’nın dünyaya egemen olduğu dönemde, “hakikate tanıklık etmek” maksadıyla dünyaya geldiğini söyleyen İsa’nın, Mesih olduğunu reddeden Yahudiler, onun krallık iddiasında bulunduğunu ihbar ederek, Yahuda Bölgesi’nin Romalı valisi Pontius Pilatus’un askerlerince tutuklanmasını sağlamış ve cezalandırılmasını istemişlerdi. Din dışılığı, paganlığı ve dolayısıyla seküler aklı temsil eden Roma Devleti’nin valisinin, “Onu niçin kendi dinî yasalarınıza göre cezalandırmıyorsunuz?” sualini, Yahudiler, “Bizim kimseyi öldürmeye yetkimiz yok.” şeklinde cevaplandırınca, Pilatusİsa’ya “Sen Yahudilerin kralı mısın?” diye sorar. İsa da “Bunu sen mi soruyorsun yoksa başkaları mı (Yahudiler mi) sana benden öyle söz etti?” der. Pilatus ona, “Ben Yahudi miyim? Kendi halkın seni tutuklayıp bana teslim etti, ne yaptıysan onu söyle.” karşılığını verir. Bunu üzerine İsa“Benim krallığım bu dünyada değildir, …benim krallığımın bu dünyayla ilgisi yoktur, …ben, hakikate tanıklık edeyim diye dünyaya geldim, hakikatten yana olan herkes beni dinlemelidir.” der. İsa’nın bu cevabına karşılık Pilatus“Hakikat nedir?” (“What is truth?”) sualini yöneltir. Bu şekilde devam eden sorgulama neticesinde Pilatus, her ne kadar İsa’nın suçsuzluğuna karar vermiş ise de Yahudiler“Bizim, Kayzer’den başka (Roma İmparatoru) kralımız yoktur, …onu çarmıha germelisin.” diye, ısrar edince, İsa’yı onlara teslim etmiş ve onun Yahudiler tarafından çarmıha gerilmesine göz yummuştur.[1] İşte; nakledilen bu tarihî rivayetteki Pilatus’a ait “Hakikat nedir?” (“What is truth?”) suali, o günden itibaren felsefe ile din arasındaki rekabetin bir nevi sembolik anlatımı olarak algılanagelmiştir…

Kriteri (organon) mantık olan felsefe; hayatın ve varlığın rasyonel-empirik zeminde açıklanması, anlamlandırılmasıdır. Yani hayata ve varlığa dair her türlü bilginin doğruluğunun yegâne kriteri, insana ait tecrübe (experiment) ve akıl (rasyonalite) mihengidir. Bu formuyla felsefî bilgi, ilk kez Antik Yunanistan’da görülmüştür. Yunan dünyasında; hayata ve varlığa ait mitolojik, mistik ve dinsel (antropomorfizm) açıklamalar yerini rasyonel ve empirik nedenlerle yapılan açıklamalara bırakınca felsefe doğmuştur.[2] Felsefî bilginin bir parçası olan bilimsel bilginin zuhuru da aslında aynı dönemdedir. Epistemolojik pozitivizmin bilahare ortaya çıkışıyla gündeme gelen felsefebilim (science) ayrımı esasen mahiyet farkından ziyade Aristoteles’in “tabiat felsefesi” dediği alanın gelişiminin ve birikiminin spesifik branşlara dönüşümünden ibarettir. Aralarında mahiyet farkı varmış gibi yapılan değerlendirmeleri doğrulamanın imkânı yoktur. Bu çerçeveden bakıldığında; bilim (science), kendisini fizikî alanla, nesnel dünyayla sınırlandıran bilgi, felsefe ise metafizikle birlikte hayata dair normativiteyi de kapsayan bilgidir. Yani aralarındaki fark, bilimsel bilgi ile felsefî bilginin yoğunlaştıkları alanlarla ilgilidir. Hatta felsefe, tüm bu alanlardan elde edilen bilginin kendisiyle de uğraşır. Çünkü felsefe için var olan her şey, varlık olması bakımından bir “birlik”tir.[3] Dolayısıyla bilimsel bilgi için ileri sürülen nitelikler, bir anlamda felsefî bilgi için de geçerlidir. Vulgarize değerlendirmelerle seslendirilen “bilim objektiftir”“felsefe sübjektiftir” söylemi, felsefî bilginin muayyen bir kriterinin bulunmadığından ziyade; çağdaş felsefenin, klasik felsefedeki “tabiat felsefesi” alanını modern tabii bilimlere bırakmış olması, dolayısıyla da metafizik ve pratik-normatif alanla ilgili ileri sürülen doktrinlerin, rasyonel olmakla birlikte bir çeşitliliği sergilemesi sebebiyledir. Bu çeşitlilik ve işte bu anlamdaki “sübjektiflik”; rasyonalite zemininde olsun ya da olmasın her türlü düşüncenin “felsefe” diye nitelenebileceği manasında değil; uğraşılan alanın, fizikî-nesnel dünya ile alakalı olmaması sebebiyledir. Binaenaleyh “sosyal bilim” olarak nitelenen disiplinler, felsefî düşünceden asla bağımsız değildirler…

Felsefî bilginin mahiyetini tespit hususunda en açık görüşün, Immanuel Kant’a ait olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Kant’a göre felsefe; insan aklının bir yasaması olarak temelde iki konuyu izah etmeye çalışır. Bunlar da “varlık” ve “hayat” ya da doğa ve özgürlüktür. Yani felsefe hem doğa yasasının hem de ahlak yasasının belirlenimini kapsar. Birinci kısım teorik felsefe; ikinci kısım da pratik felsefe diye adlandırılır. Teorik felsefe var olan ile pratik felsefe ise olması gereken ile alakalıdır. Teorik felsefesinin bir deneysel, bir de rasyonel kısmı vardır. Deneysel kısım fizik, rasyonel kısım ise metafiziktir. Pratik felsefesinin de aynı şekilde; deneysel kısmı antropoloji, rasyonel kısmı ise tam anlamıyla moral ya da ahlak metafiziğidir. Kısacası hem doğanın hem de ahlakın yasalarının tespiti ve özellikle de kendi kanatlarıyla uçmaya çalışan aklın eleştirisi, kelimenin gerçek anlamında felsefe denilen şeyi oluşturur. Filozofa gelince; “Filozof, bir akıl sanatçısı değil, bir akıl yasamacısıdır.” Mesela; matematikçiler, doğa bilimciler ve mantıkçılar ne denli başarılı olurlarsa olsunlar, sadece akıl sanatçısıdırlar. İdealde, onlar için tüm bu bilgilerin prensiplerini tespit eden ve bu bilgilerden birer araç olarak yararlanılmasını sağlayan bilge kişiler vardır ki bütün bunları yapmakla sadece o bilgeler, insan aklının ereklerini geliştirmektedirler. Dolayısıyla, filozof diye yalnızca böylelerini adlandırmak gerekir. Şurası da vurgulanmalıdır ki filozoflar, her şeyi bilgelikle ilişkilendirirler ama bunu bilimin yolu içerisinden geçerek yaparlar.[4] Yani, filozofların varlığa ve hayata yönelik açıklamaları, rasyonel ve doğal açıklamalardır. Zaten, herhangi bir düşünce ya da bilgi; “kendisini akla dayanan nedenlerle meşru kılmak veya haklı çıkarmak iddiasında bir zihinsel etkinlik biçimi” değilse, felsefî düşünce, felsefî bilgi diye nitelendirilemez. Filozoflar; “akla dayanan nedenler” derken, her türlü deney ve gözlemi ve bunlara dayanan her türlü akıl yürütme ve sezgiyi; “meşru kılmak veya haklı çıkarmak” derken de “herhangi bir önermeyi, bu önermeyi ileri sürmeyi mümkün kılan kanıt, temel veya gerekçelerle ortaya koyma”yı kastederler.[5]

Dinî bilgiye gelince; kaynağı ve kriteri kutsal ya da kutsal olduğuna inanılan bilgi, dinî bilgidir (“Onlar, gaybe inanırlar.”, Bakara Suresi, 3). Hemen hemen hiçbir felsefî mesele yoktur ki aynı zamanda dinî bir mesele olmasın. Dinler de hem ahlakhukuksiyaset gibi hayata dair bir takım bilgileri hem de fizikî ya da metafizikî varlığa dair bilgileri içerir. Dinî bilginin de felsefî bilginin de hem pratik hem de teorik yönleri vardır. Dinlerin bilim ya da felsefeden temel farkları, içerdikleri bilgilerin doğruluk kriteri olarak her zaman akla veya duyusal verilere uygunluğu mutlak manada kabul etmemeleri, duyulara ve akla aykırı görünen “mucize” kabilinden şeyleri gerçekleştirebileceklerini iddia etmeleridir. Mesela Kur’an’da geçen; “Şöyle dedik: ‘Kesilen ineğin bir parçasıyla öldürülen adama vurun.’ İşte böyle diriltir Allah ölüleri.” (Bakara Suresi 73), “Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Doğuştan körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Al-i İmran Suresi 49), “Sana Kitabı, hikmeti, Tevratı, İncili öğretmiştim. Benim iznimle çamurdan kuş görünümünde bir şey yapıyor, içine üflüyordun da o benim iznimle kuş oluyordu. Doğuştan körü, abraşı benim iznimle iyileştiriyordun. Benim iznimle ölüleri diriltiyor, mezardan çıkarıyordun. İsrail oğullarını senden uzak tutmuştum. Hani, sen onlara açık-seçik ayetleri getirdiğinde, küfre sapanları şöyle deyivermişti: “Açık bir büyüden başka bir şey değil bu.” (Maide Suresi 110) şeklindeki ifadeler, dinî bilgi olarak ileri sürülebilir ise de felsefî ya da bilimsel bilgi olarak ileri sürülemez. Zira felsefe ve bilim realite ve rasyonalite ile kayıtlıdır ve “mucize” kabilinden şeyleri gerçekleştirebileceğini iddia etmez. Kronolojik sıralama itibarıyla Hıristiyanlık dini, Yunan filozoflarının hayatın ve eşyanın hakikati dediği bilgiyi yani felsefeyi reddederken onun karşısına yeni bir hakikati, Hıristiyan hikmetini (Felsefe, hikmet sevgisi demektir.) çıkarmıştır. Bu yeni hikmet, İsa’ya iman etmektir. İlk Hıristiyanlara göre, Yunan hikmetinin doğru olmadığını ilan etmek, aslında aklın reddedilmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü Hıristiyanlıkta, imana bağlı kılınan rasyonel-empirik bilgi, kesinlikle dışlanmamaktadır. Allah’ın öfkesi, küfre ve adaletsizliklerinden ötürü hakikati tutsak eden insanlar arasındaki adaletsizliğe karşı, göğün üstünde patlar ise de bilgisi yine eşyada ve insanlar arasında tezahür eder. Allah’ın görünmez yetkinlikleri, ebedi gücü ve ilahî sıfatları, dünyanın yaratılışından beri, onun eserleri aracılığıyla daima akla görünür kılınmıştır. Akıl; Allah’ın eserlerini temaşa ederek, Allah’a yükselebilir ancak yegâne hikmet, imanın telkin ettiği doğrulardan ibarettir ve realite ve rasyonalite ile kayıtlı değildir.[6]

Hakikatin ne olduğuna ve kimler tarafından temsil edileceğine dair tartışmalar; felsefenin sekizinci yüzyılda İslam dünyasına intikaliyle beraber, Müslümanların da gündemini teşkil etmiştir. Söz konusu tartışmaların en bariz örneğini, felsefeye dair reddiye geleneğini başlatmış olan Ebu Hamid El-Gazzalî’de görmek mümkündür. El-Munkızu Min-ed-Dalal adlı eserinde Gazzalî, kendisinin hakikati arama serüvenini ve hakikate ulaşmanın nasıl bir yöntemle mümkün olacağının şu şekilde değerlendirmektedir: “Madem maksat eşya ve olayların hakikatini anlamak ve bilmektir, öyleyse ilkin bilginin ne olduğunun araştırılmasıyla başlamak gerekir.” Bilgi; bilinen şeyin, eşya veya olayların “yakîn” derecesinde kavranmasıdır. Hatadan emin olmak için bilgi, “yakîn” derecesinde olmalıdır ki birisi o bilginin yanlış olduğunu ileri sürüp, iddiasına delil olarak da taşı altına dönüştürse veya değneği yılan yapsa bile, yine de bilgi sahibi şüpheye düşmesin. Yakîn derecesine varan bilgilerde, bilinen şeyin asla şüphe götürmeyecek seviyede anlaşılması lazımdır. Mesela; on sayısının üçten büyük olduğu bilindiği halde bir kimse “Hayır, üç ondan büyüktür, sözüme inanmanız için şu değneği yılana çevireceğim.” dese ve dediğini de yapsa insanlar da bunu görse, yine de on sayısının üçten büyük olduğu bilgisinde şüphe meydana getiremez. Sadece o kimsenin bu işi nasıl yaptığı merak edilir. Binaenaleyh bilgi, şayet yakîn derecesinde değilse hatadan emin olunamaz. Hatadan emin olunmayan bilgi ise esasen ne doğru olarak ne de hakikî bilgi olarak nitelendirilebilir. Şu halde bilgi, “yakîn” demektir. Acaba insanlar için hissiyattan ve zaruriyattan yani “aposteriori ve apriori” bilgilerden başka herhangi bir “yakîn” var mıdır? Öte yandan, eğer insanlar beş duyuları ve akılları vasıtasıyla bilgi ediniyorlarsa bu kaynaklardan elde edilen bilgiler hakikaten de “yakîn”i ifade eden bilgiler midir? Gazzalî, uzun süre bu soruların cevabını araştırdığını ve neticede duyulardan elde edilen bilginin şüpheden uzak olduğunu söylemenin pek de mümkün görünmediğini kabul etmek zorunda kaldığını belirtir: Sahiden de duyuların çok güvenilir olduğunu söylemenin imkânı var mıdır? Mesela, gökyüzüne bakan insan yıldızları küçücük nesneler olarak görüyor ise de gerçekte yıldızlar göründükleri kadar küçük müdürler? Bu hususta görüntünün doğru olmadığını akıl kaynaklı matematiksel deliller zaten ispatlamıştır. Yani duyusal dünyada bu gibi konularda duyular başka türlü hükmederken, akıl başka türlü hükmetmektedir. Bu da göstermektedir ki duyularla elde edilen bilgi hiç de “yakîn” değildir. Gazzalî’nin bu noktadaki çıkarımı şöyledir: Mahsusata olan güven yıkıldı ama zarurî olan aklî bilgilerin itimada değer bilgiler olduğu da çok net değildir. Mesela; uykuda bir takım şeylerin varlığı idrak edildiği ve bir takım hallerin yaşandığı şüphesizdir ancak uyanınca onların doğru olmadığına karar verilir. Çünkü uykudaki inanılan şeyler, içinde bulunulan hale nazaran doğrudur. İçinde bulunulan hal değişince doğruluk ölçüsü de değişir. Acaba uyanıkken duyuların ve aklın delaletiyle doğruluğuna hükmedilen şeyler de içinde bulunulan hale nispetle doğru olmasın? Uyanıkken, aklın ötesinde diğer bir idrakin ortaya çıkmaması onun muhal olduğuna delalet edebilir mi? Mümkündür ki uyanıkken içinde bulunulan hal değişsin ve buna bağlı olarak idrak biçimi de değişsin. Uyanıklığın uykuya nispeti gibi, uyanıklığa nispetle farklı bir hal gerçekleşsin. Uyanıklık o hale izafeten uyku sayılsın. O hal gerçekleştiği zaman akılla doğruluğuna hükmedilen şeylerin asılsız olduğuna da pekâlâ hükmedilebilir. Belki de bu hal, sufî doktrinini benimseyenlerin kendilerinde bulunduğunu iddia ettikleri haldir. Onlar cezbeye kapılıp, sekerata geçip hasselerini kaybettiklerinde, kendilerinde makulata uymayan bazı halleri müşahede ettiklerini söylerler. Acaba böyle bir şey mümkün olamaz mı? Gazzalî, yaşadığı bu halet-i ruhiyeyi, bir çeşit safsataya, şüpheciliğe saplanma olarak niteler. Bu durumdan kurtuluşunu da Allah’ın kalbine attığı bir nur sayesinde, diyerek açıklar. Ona göre; bu nur, birçok bilginin anahtarıdır. Hakikate ermeyi, daima aklî delil ile olur zannedenler, Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar.[7] Gazzalî; bilginin ve hakikatin ne olduğunu ve nasıl elde edilebileceğini bu şekilde temellendirdikten sonra, bilgiyi ve hakikati araştırdığını iddia edenlerin kimler ve hangi düşünce akımları olduğuna ve yöntemlerinin ne olduğu konusuna geçmektedir. Ona göre, hakikati araştıranlar dört sınıftan ibarettir: Feylesoflar, Kelamcılar, Batıniler, MutasavvıflarGazzalî’nin dört grup dediği aslında felsefe ve karşısında konumlandırılan dinin üç farklı tarzdaki yorumudur. Zira Kelamcıların da Batınilerin de Mutasavvıfların da esasta yaptıkları şey, hakikat olarak benimsenen dinin birbirinden farklı biçimlerdeki yorumundan ibarettir. Gazzalî; felsefeyi ve dinin diğer yorumlarını niçin reddettiğini ve tasavvufî yorumda niçin karar kıldığını şu şekilde açıklamaktadır: Pratik ve teorik olmak üzere iki kısma ayrılan felsefe; eşyanın ve hayatın hakikatinin, dinden bağımsız, akıl ve tecrübe yoluyla bilinmeye çalışılmasıdır. Pratik felsefe; ahlak, siyaset, hukuk ve ekonomiden oluşurken, teorik felsefe; metafizik, riyaziye ve tabiiyeden oluşur. Felsefenin yöntemini teşkil eden mantığı da teorik felsefeye ilave etmek mümkündür.[8] Felsefenin temel meselelerine gelince: Metafizik; felsefenin varlığı ve varoluşu izaha çalışan kısmıdır. Filozofların varlık derken kastettikleri şey; genellikle Allah, ruh ve evrendir. Metafiziğin görevi; her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı, ruhun ölümsüzlüğünü ve evrenin varoluşunu açıklamaktır. Filozofların hataya düştükleri meseleler daha ziyade metafizikî meselelerdir. Aralarındaki ihtilaflar da çoğunlukla metafizikle ilgilidir. Filozoflar, metafizik bahsinde yirmi meselede hataya düşmüşlerdir. Bu meselelerden üçü, İslamî açıdan küfrü gerektirirken, on yedisi bidat sayılır.[9] Küfre varan birinci mesele cismanî haşrın inkârıdır. Filozoflara göre, insanlar öldükten sonra tekrar dirilmeyeceklerdir. Ruh zaten bakî olduğundan cezayı da mükâfatı da görecek olan odur. Haşrolmak; cismani değil, ruhanidir. Filozofların bu iddiaları onların küfrünün birinci delilidir. Küfre varan ikinci mesele de Allah’ın her şeyi bileceğinin inkârıdır. Onlara göre; Allah, salt akıl, mutlak akıl olduğundan yalnızca makulatı, kavramsal olan şeyleri bilir. Cismanî herhangi bir nitelik, sıfat taşımadığından, cismanî olan tekil, cüzî şeyleri bilmez. Filozofların bu iddiaları da onların küfrünün ikinci delilidir. Zira Kur’an’da şöyle denilmiştir: “Yerde ve gökte, bir zerre miktarı dahi Allah’ın ilminden hariç kalmaz.”, (Sebe Suresi 3). Hakikat filozofların dediği gibi değil, Kur’an’ın dediği gibidir. Küfre varan üçüncü mesele ise filozofların, alemin ezeli ve ebedi olduğunu ileri sürmeleridir. Kur’an ve Peygamber, alemin yoktan var edildiğini ve beli bir süre sonunda yine yok edileceğini söylerken, filozoflar aksini iddia etmektedirler ki bu iddiaları da onların küfrünün üçüncü delilidir… Riyaziye; hesap, hendese ve heyet bilgilerinden ibarettir. Bunların hiçbirinde müspet ya da menfi cihetten dine taalluk eden bir taraf bulunmamaktadır. Özünde hiçbir fenalık bulunmamakla birlikte riyaziyeden kaynaklanan iki tür yanlışlık söz konusudur. Birincisi; riyaziye ile uğraşan kimseler bu bilgilerdeki incelikler ve temellendirmeler karşısında hayranlıklarını gizleyemez duruma gelince, zannederler ki bu bilgileri keşfeden feylesofların ileri sürdükleri her iddia riyaziyede olduğu gibi kesin doğru hükmündedir. Mesela; filozofların din karşısındaki menfi tutumlarının isabetli olduğunu düşünerek, “Din, doğru ve gerekli bir şey olsaydı riyaziyede bu kadar yetkin olan bu büyük insanlar öyle olduğunu söylerlerdi.” diyerek filozofların sapkınlıklarına iştirak ederler. Böyle düşünen tiplere; “Bir bilgide mahareti olan kimsenin her alanda mahir olması gerekmez. Tabibin aynı zamanda ekonomi, hukukçunun tıp, fen bilimcilerin felsefe uzmanı olması icap etmez. Her bilginin erbabı olabilir ama bazen bunlar başka alanlarda cahil ve ahmak mevkiine düşerler. Bunu ancak tecrübe eden, onunla meşgul olan anlar.” denilse, maalesef  onlar bu hakikati kolaylıkla kavrayamaz. Bu gibi neticeler, büyük bir fenalıktır. Bu fenalık riyaziyeden kaynaklanmasa bile felsefî bilginin başlangıcını teşkil ettiğinden onun vesilesiyle filozofların fenalığı ve uğursuzluğu okuyana, öğrenene sirayet eder. İkinci fenalık; feylesoflara ait bütün bilgileri reddetmeyi dine hizmet zanneden cahil dindarlardan kaynaklanır. Öyle ki filozoflar akla ve tecrübeye dayanarak “Güneş dönüyor, dünya yuvarlaktır.” demişlerse, cahil dindarlar sırf onlara muhalefet ederek bu doğruları reddetmiş ve bu sözlerin dine aykırı olduğunu iddia etmişlerdir. Cahil dindarlara ait bu iddialar, doğruyu bilen kimseleri bilgilerinde elbette şüpheye düşürmez. Aksine, dinin cehalet üzerine kurulduğuna, kesin delilleri tanımadığına hükmeder. Felsefeye karşı sevgisi artar. Dinden iyice yüz çevirir. Aklî ve tecrübî bilgileri inkâr ederek dine hizmet ettiklerini zannedenlerin din aleyhinde işledikleri cinayet, çok büyüktür. Halbuki din, yani İslam, riyazî bilgiler hakkında müspet ya da menfi herhangi bir şey söylemiş değildir. Bu bilgilerde de dine, yani İslam’a aykırı düşecek herhangi bir şey yoktur. Riyaziyenin hikmeti ve afeti bundan ibarettir… Tabiî İlimler; alemdeki cisimlerden, göksel cisimlerden veya yerdeki toprak, su, hava, ateş gibi basit cisimlerden ya da madenler, bitkiler, hayvanlar gibi mürekkep cisimlerden, bunların değişmesinden, dönüşmesinden ve nasıl meydana geldiklerinden bahseder. Din, tıbbı reddetmediği gibi tabii ilimleri de reddetmez. Hepsinde esas olan nokta şudur ki; tabiat, Allah’ın emri altındadır ve hiçbir şey  kendiliğinden meydana gelmez. Tabiat, cesed-i hilkatin anasır ve azasını zapturapt altına alan bir kanun-i ilahidir… Mantık; kavramsal bilgiyi ve akıl yürütmeye dair bilgiyi içerir. Mantıkî bilgi ve din münasebeti de riyaziye ile din münasebeti gibidir. Mantıkta da dinî açıdan reddedilmeyi gerektirecek herhangi bir yön mevcut değildir. Ne var ki güçsüz oldukları halde akıllı görünmek isteyen kimseler, mantık adını duyunca bunun, bilmedikleri yabancı bir sanat olduğunu ve filozoflardan başkalarının da bundan haberdar olmadığını zannederler. Mantığın da özünden kaynaklanan bir kötülük yoktur fakat riyaziyede görülen sakıncalar burada da görülür. Mantıkla uğraşan kimseler çoğunlukla sanırlar ki filozoflardan rivayet edilen naturalizmmateryalizm şeklindeki düşünceler de mantıkî delillerle ispat edilmiştir, oysaki böyle bir ispat yoktur… Ahlak felsefesi; “iyi eylemin ne olduğu” ve “nasıl yaşanması lazım geldiği” şeklindeki sorulara cevap arayan ve olması gerekene yönelik rasyonel zeminde bir takım temellendirmelerde de bulunan, felsefenin pratikle ilgili disiplinlerinden biridir. Filozofların bu husustaki bütün sözleri aslında her devirde mevcut olan ilahî hikmetten alınmıştır. Şayet bu sözler makul ve Kur’an’a muhalif değilse filozoflara ait diye inkâr edilmesi icap etmez. Ahlak konusundaki ölçü, sözü kimin söylediğinden çok doğruyu, hakkı tavsiye edip etmemesi olmalıdır. Ancak şurası da bilinmelidir ki filozofların bazı konularda zaman zaman doğruyu ve hakkı söylemeleri, onların diğer konulardaki yanlışlarını ve hatalarını ortadan kaldırmaz. Makul olan, doğruyu ve yanlışı, hak ve batılı karıştırmamaktır… Siyaset ve ekonomi ile alakalı konularda da yine filozofların sözleri, ahlak gibi, dünya işlerine ait, devlet tarafından maslahata binaen kabul edilen tedbirler olarak özetlenebilir. Netice itibarıyla aklı ölçü alan felsefe hakkında bilinmesi gereken temel nokta şudur: Dinden bağımsız olarak akıl; eşyayla ve hayatla ilgili bütün meseleleri kavramakta ve izah etmekte tek başına yeterli değildir. Yalnızca akla uyup, onunla yetinen, meseleleri vahyin ışığıyla görmeye çalışmayanlar doğru yolu bulamaz. Aklın adımları kısa, sahası ise dar ve sınırlıdır. Aklı vahiyle birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse başarıya ulaşamayacağı gibi, kaçınılmaz bir biçimde hataya da düşecektir. Filozofların durumu işte budur… Gazzalî’nin, dindar bir kimlikle felsefeye karşı yönelttiği eleştirilerin tolöre edilebilir olduğu açıktır. Kaldı ki Gazzalî’nin reddiyesi, topyekun bir red niteliğinden çok, yalnızca metafizik hususundaki üç mesele ile sınırlıdır. Filozofların dahi birçok konuda birbirini reddettiği dikkate alındığında, felsefe karşısında dini tercih ettiğini apaçık ilan eden bir insanın kısmî reddiyesinin haddinden fazla abartılması anlamsızdır… Dinî düşüncenin rasyonel bir savunusunu ifade eden “kelam” yorumuna gelince; Gazzalî’nin tanımıyla kelam; Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, fiillerini ve peygamberleri vasıtasıyla gönderilen dinin gerekliliğini aklî temellendirmelerle izaha çalışan ve de dinin hükümlerinin doğruluğunun rasyonel-makul delillerle ispatlanmasını konu edinen ilimdir.[10] Ne var ki ilm-i kelamın yöntemi cedeldir. Cedel ise ıslah etmekten çok ifsad eder. Bir inancı “cedel” ya da “mantık” aracılığıyla savunmaya çalışmak, ağacı kuvvetlendirmek için demir topuzlarla dövmeye benzer.[11] Gazzalî’ye göre, dinî düşüncenin “batınî” yorumu da “kelam” gibi isabetsizdir. Batınîler’in iddialarına bakılırsa; insanlar, varlığın ve hayatın hakikatinin ne olduğunu sadece ve sadece bir “masum imam”dan öğrenebilirler. İnsanların bunu, akıl ve tecrübeleriyle kendi kendilerine tespit etmeleri imkânsızdır. Hakikate giden yolda bir rehbere mutlaka ihtiyaç vardır. Ancak o rehberin hataya düşmemesi için de mutlaka “masum imam” olması gerekir… Batınîler’e itiraz olarak Gazzalî; hiç kimse için yanılmazlıktan bahsedilemeyeceğini, peygamberlerin dahi yanılabileceğini, hakikatin öğrenilmesinde rehbere ihtiyaç var ise de onun hayattayken peygamberin kendisi, öldükten sonraysa sadece dinî nasslar olması gerektiğini söyler. Batınîler’in “ihtilafları ortadan kaldırmak için zora başvurulabilir” şeklindeki  inançlarının ise “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara Suresi 256.) ayetiyle de akılla da telif edilemeyeceğini vurgular… Gazzalî için hakikatin araştırılmasında tek doğru yöntem, dinin tasavvufî yorumudur. Tasavvufî bilgi; mükâşefe ve muamele bilgisi olarak hem dünyaya hem de ahirete yönelik öğrenilmesi gereken yegâne hakiki bilgidir. Mükâşefe bilgisine batınî bilgi de denir. Bütün insanların hedefi, batınî bilgi olmalıdır. Bu bilgiden nasibi olmayanların akıbeti karanlıktır. Mükâşefe bilgisi; ancak kâlp temizlenip, bütün kötü sıfatlardan, dünyevî arzulardan arındığı zaman elde edilir. Muamele bilgisi ise  kalbin hallerinden olan sabır, şükür, korku, ümit, rıza, zühd, takva, kanaat, cömertlik durumlarına vakıf olmak ve bütün nimetleri Allah’tan bilerek ona tevekkül etmek, iyilik, hüsnü zan, iyi ahlak, doğruluk ve ihlas gibi huyları edinmektir. Sufîlerin belirttikleri üzere, kurtuluşa ve hakikate erecek insanlar tasavvufî bilgiyi elde edenler olacaktır.[12] Tasavvufî bilgiyle insan, kalbini Allah’ın gayrı şeylerden temizler, orada sadece ona yer bırakır. Mutasavvıfların elde etmek istedikleri şey tahsille, tedrisle değil; yaşamakla, tatmakla, hal ve sıfatları değiştirmekle elde edilen şeydir. Bu durum aşığın durumu gibidir, aşıktır ama aşkı tarif edemez. Aşka dair hiçbir bilgi insanı aşık edemez. Bu, yaşamakla bilinebilen bir haldir. Mutasavvıflar; yalnızca Allah yolunda yürüyen kimselerdir. Onların hakikate ulaşma yolları yolların en doğrusudur. Ahlak anlayışları, ahlakın en temizidir. Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları ve filozofların hikmetleri, onların gidişatından, ahlakından bir kısmını değiştirmek, daha farklı bir hale dönüştürmek üzere bir araya gelse, bunu yine de beceremezler. Onların içlerindeki ve dışlarındaki bütün hareketleri ve durgunlukları hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde bu ışıktan başka aydınlanacak bir ışık yoktur. Hakikate gerçekten ulaşmak isteyenlerin tutmaları gereken yol, mutasavvıfların yolundan başkası asla değildir.[13]

Yukarıdaki upuzun girizgâhtan sonra vurgulamak gerekir ki  Gazzalî; İslam’ı rasyonelleştirmek için Hazreti Adem’e baba aramak maksadıyla beyhude gayret sarf eden günümüzün “yerli ve milli ilahiyatçı” tiplerinden de “yerli ve milli ilahiyatçı” oldukları halde “yerli ve mili felsefeci” olmak maksadıyla beyhude gayret sarf eden tiplerinden de hayli farklıdır… Hem felsefî bilginin hem de dinî bilginin mahiyetini bildiği de çok açıktır… “Yerli ve milli ilahiyatçı” tiplerin ve “yerli ve mili felsefeci” tiplerin bir türlü idrak edemediği husus, felsefenin kriterinin alelıtlak rasyonalite olduğu; dinin kriterinin ise alelıtlak rasyonalite olmadığı hakikatidir. “Yerli ve mili felsefe mecmuası” Felsefe Dünyası dergisinde yayınlanan “Felsefenin ve Felsefe Tarihinin Önemi”[14] başlıklı “makale” bu patolojik duruma tipik bir örnektir… Yazar şöyle buyuruyor: “Felsefe nedir? Felsefe nerede ve kiminle başlar? Felsefenin beşiği neresidir? Birçok kimselerce doğru bilinen yanlışı ortaya koymak amacıyla öncelikle üçüncü soruyu ele alıyorum. Genelde bilinenlerin aksine felsefenin beşiği Antik Yunan veya Antik Doğu olmayıp insan zihnidir. Çünkü insandan başka hiçbir varlık felsefe yapamaz. O zaman felsefe ilk insanla başlar. Gerçek bu olunca felsefe için “bir Yunan mucizesidir” diyenlerin iddiası asla doğruluk değeri taşımaz. İlk yaratılan insan Hz. Adem (as) dır. Öyleyse “Allah, bütün isimleri (kavramları) Âdem’e (insana) öğretti” (Bakara 2/31) ayeti gereğince, felsefenin insanla ve eğer bu kavramlar hakkında bir sorgulama yaptı ise ilk peygamberle başladığını iddia etmek yanlış bir yargı olmayacaktır. Böylece “gerçek felsefe bir Peygamberle başlar” hakikati net olarak ortaya çıkmış olur… Grekler insanlığın başlangıcı değildirler. Yunanlıları insanlığın başlangıcı kabul etmek, Yunanlılardan önceki insanlık tarihini bütünüyle inkâr etmek demektir. Bu da akıl ve mantığın kabul edemeyeceği bir durumdur…

Maalesef yazar, hayata ve varlığa dair ideler ve nesneler hususundaki temel ayrımın tanımla belirlendiği ve her türlü bilginin de yine tanımla sağlandığı hakikatini bilmediğinden; felsefenin tanımıyla değil, “felsefenin beşiğinin neresi olduğu” sualiyle güya indî doğrularını temellendirmeye (?!) çalışmakta ve felsefenin beşiğinin Antik Yunan dünyası olduğu gerçeğinin aksine, felsefenin beşiğinin “insan zihni” olduğu gerçeğine (?!) ulaşmaktadır. Felsefe yalnızca “zihinsel bir faaliyet” olsaydı yazar da dahil ilk insan da son insan da elbette “filozof” olurdu (?!). Ne yazık ki felsefe yalnızca “zihinsel bir faaliyet” değil… Felsefe “zihinsel bir faaliyet” ama  akıl (rasyonalite) ve tecrübe (experiment) mihengine dayanan “zihinsel bir faaliyet”. Şüphesiz insandan başka hiçbir varlık felsefe yapamaz lakin yalnızca akıl (rasyonalite) ve tecrübe (experiment) mihengine dayanan insan felsefe yapabilir. Keşke yazar da akıl (rasyonalite) ve tecrübe (experiment) mihengine dayanan bir insan olsaydı (?!) da felsefeyi ilk insanla başlatma zehabına kapılmasaydı (?!). Acaba Immanuel Kant hayatta olsaydı, yazarın “Gerçek felsefe bir peygamberle başlar.”, şeklindeki absürt “felsefî” yargısına “Allah, bütün isimleri (kavramları) Âdem’e (insana) öğretti.” (Bakara 2/31), ayetini delil göstermesine gülmez miydi? Bu “temellendime” formunda, “akla dayanan nedenlerle meşru kılma veya haklı çıkarma” zihinsel etkinliği var mıdır? “Felsefe, Yunanlılarla başlar.” önermesinden “Grekler insanlığın başlangıcıdır.” sonucunu çıkarmak hangi türden bir akıl yürütmedir?

Yazar; üçüncü sualini “net bir biçimde” cevaplandırınca, ilk suale geçmekte ve şöyle demekte: “İlk sorunun, ‘yani felsefe nedir’ sorusunun cevabını birkaç tarifle ortaya koyacağız. Bilindiği gibi felsefe kelimesinin Latincesi Philosophia’dır. Bu kelime etimolojik olarak, sevgi (philia) ile hikmet (bilgelik) ve bilgi anlamına gelen (sophia)dan oluşmaktadır. Böylece philosophia (felsefe) kelimesinin hikmet sevgisi anlamına geldiği görülmektedir… Hikmetin önemini Cenab-ı Allah şöyle belirtiyor: ‘Allah hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse muhakkak o birçok hayra erdirilmiş olur. Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.’ Bu Ayet-i Kerime’ye Elmalılı M. Hamdi Yazır (1878-1942) şöyle bir yorum getirmektedir: ‘Demek ki hikmete ermek için vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi geniş olduğundan, herhangi bir şarta bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul şarta bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz akıl ve temiz kalp ile olur. (…) Akıl ve iyi seçim hikmetin şartı düşünce de başlangıcıdır. (…) Hikmet denilen şey ya gerçek bilgi, ya da doğru hareket değil; doğru bilgi ile doğru hareketin bütünüdür. (…) Kâinat bir hikmet kitabıdır. Kur’an ise bu hikmetin ilahî dille oluşumunu anlatır ve hatırlatır. Kâinat bir hâl, Kur’an ise bu halin başı ve sonudur; akıl sahipleri şimdiki hali görüp, öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya çalışmalı ve böylece hikmete ermelidir… Aristoteles (M.Ö. 384-322)’e göre “felsefe hakikatin bilgisidir.”. “Felsefe varlık olmak bakımından varlık ilmidir.” Aristoteles’in söylediği gibi “Felsefenin en yüksek kısmı teolojidir. Onun da konusu Mutlak Ruh, Tanrı’dan başka bir şey değildir.” Descartes (1596-1650)’e göre “felsefenin bütünü bir ağaç gibidir: Kökleri metafizik, gövdesi fizik ve bu gövdeden çıkan dallar da öteki bütün ilimlerdir.” Bu tanım felsefenin önemini ortaya koyması bakımından çok dikkate değerdir…”

“Yerli ve mili felsefeci” tiplerin temel dayanağını, her daim, felsefenin “hikmet sevgisi” olduğu yolundaki manipülasyona açık bu etimolojik tahlil şekillendirmiştir. Kur’an’da da “hikmet” kavramı makbul manada geçtiğine göre mesele tamamen vuzuha kavuşmuştur: “Felsefe, İslamî hakikatin kendisidir.” Güzel de “Hüccetü’l – İslam” diye isimlendirdiğiniz, üstelik felsefe ve din hakkında yüzlerce sahife kitap yazmış olan Gazzalî, sizin kadar zeki değil miydi de bu hakikati fark edemeyip, felsefe yerine “dinin doğru yorumu” bildiği tasavvufu tercih etti? Gazzalî “hata yapmış”, diyorsanız şayet, niçin felsefenin dinî kabullere yönelik eleştirilerine karşı en önemli desteğiniz hep Gazzalî olmaktadır? Yazıda hikmetle ilgili iktibas edilen ayet“Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse muhakkak o birçok hayra erdirilmiş olur. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.”, (Bakara Suresi 269), eğer felsefeye delalet ediyorsa, muhatap filozoflar arasında, düşünceleri İslam’la uzlaştırılması çok da kolay olmayan Thales, Anaksimenes, Anaksimandros, Platon, Aristoteles, Demokritos, Leokippos, Hobbes, Locke, Hume, Descartes, Voltaire, Diderot, D’Alembert, Rousseau, Marks, Nietzsche, Sartre, vs. vs. de bulunmakta mıdır? Yoksa tek muhatap, kendisinin filozof olmadığını söylemesine rağmen; sizin filozof bildiğiniz tek insan, üstelik sizin gibi düşünmediği çok açık olan Gazzalî mi? Belki de (behemehal) size göre filozoflar; İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel gibi mezhep imamlarıdır (?!). Aristoteles’e; “Felsefenin en yüksek kısmı teolojidir. Onun da konusu Mutlak Ruh, Tanrı’dan başka bir şey değildir.” cümlesini söyletmek, ayıp değildir de nedir? Aristoteles; adı sonradan konulan ilklerin felsefesi anlamında metafizikten bahsetmişse, bahsettiği şeyin teoloji (dini rasyonelleştirme çabası) olduğunu söylemek, insanları aldatmak olmuyor mu? Descartes’in metafiziğini teoloji (dini rasyonelleştirme çabası) imiş gibi sunmanın alemi nedir? İndî doğrularınıza filozofları alet edeceğinize, onları dürüstçe savunmanız ahlaka daha uygun değil midir?

Kur’an’da geçen hikmet kavramının felsefe ve felsefenin en yüksek kısmının da teoloji olduğunu “akla dayanan nedenlerle” temellendiren (?!) yazar; teolojiyi metafizikle aynileştirerek şöyle tavzih etmekte: “Metafiziğin en üstün şekli İslâm dininde bulunmaktadır… Kur’an-ı Kerim tarihsel değil evrenseldir. Allah mutlak bir şimdiye sahip olduğu için koymuş olduğu hüküm ve ilkeler hem geçmiş, hem hal ve hem de gelecek için ölçü kabul edilir. Olaylar bu değişmeyen ezelî ve ebedî olan, yanlış olması imkânsız olan ilkelere göre değerlendirilir. Uyan olaylar doğru uymayanlar ise yanlıştır. Bu ilkeler, tahrif olmayan tek kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim’de yer almaktadır. İnsanlık kurtuluşa kavuşmak istiyorsa Kuran-ı Kerim’i ve bunun yaşanmış şekli olan sünnet-i Resulullah’ı hayata uygulamak zorundadır. Bu nedenle kurtuluş İslâm’dadır. Antik Doğu ve Batı dünyasındaki, çağımızdaki ve gelecekteki vuku bulmuş ve vuku bulacak olan olgu ve olayların değerlendirilmesinde kullanılacak ölçü Kur’an ve sünnettir… Felsefenin hikmet sevgisi olduğu düşünülürse, doğru felsefe yapmak Allah’ın bir emridir. Kuran-ı Kerim ayetlerinde geçen hikmet kelimesi daima gerçek felsefeye tekabül eder. Ancak maneviyattan nasibini alamamış bazı filozofların hikmet kelimesine kendince bir anlam yüklemesi düzeltilmesi gereken bir görev arz etmektedir… Gerçek felsefe, aklın vahyin emrine verilmesiyle ancak yapılabilir. Günümüz dünyasının kurtuluşu da bu şekilde yapılacak felsefeye bağlıdır…” Maalesef “yerli ve mili felsefeci” yazar; felsefenin bir dalı olan metafizik ile dini rasyonelleştirme çabası teoloji/kelam disiplininin farkını bilmediğinden ya da onları aynı şeymiş gibi takdim ederek, indî doğrularını tebliğ ettiğini sandığından sürekli İslam’dan bahsetmekte ve bu “entelektüel” faaliyetini de felsefe zannetmektedir… Gazzalî yaşasaydı muhakkak ki yazara zannının çoğunun (hepsinin) batıl olduğunu söylerdi… Gerçek felsefe, aklın vahyin emrine verilmesiyle yapılıyorsa bu vahiy hangi vahiy olmalıdır? Acaba Tevrat mı İncil mi Kur’an mı? Yazar, Müslüman olduğunu söylediğine göre, galiba Kur’an cevabını verecektir (?!). Güzel de Tevrat’a ya da İncil’e inananlar itiraz edip, kendi vahiylerini kriter diye ileri sürerlerse “yerli ve mili felsefeci” yazar, onlara ne diyecektir? Herhalde “Sizinkiler tahrif olmuştur.” der. Böyle bir cevap onlar tarafından kabul edilecek mi? Edilmezse, onların kitaplarının tahrif olduğunu, yazar, kendi kitabını okuyarak mı cevaplandıracak? Bu devr-i batıl ilanihaye sürdürülebilir mi?  Felsefî rasyonalite; “vahiy iddialarının doğruluğunun ya da yanlışlığının delili, vahiy iddialarının kendileri olamaz” demez mi? Elbette der… Bu basit akıl yürütmeden dahi bihaber olan birileri felsefeci (maazallah filozof) olabilirler mi?

Kakofoniden ibaret uzun “akademik” makale, şöyle sonlandırılmakta: “İlahiyat fakültelerinde okutulan felsefe derslerinin kaldırılmasına yönelik eski YÖK yönetiminin kararını, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN, önemli ve tarihi müdahalesiyle engellemiştir. Yeni YÖK yönetimi, ‘Felsefe, üniversite öğrencisinin entelektüel düzeyini yükselten, onu münevver kılan, onun şahsiyetini olgunlaştıran bir programdır.’ diyerek, eski kararı değiştirmiştir. Yeni karadan ötürü YÖK Başkanı (2014 – 2021​) Sayın Prof. Dr. Yekta Saraç’ın zatında bütün YÖK üyelerini tebrik ediyor ve teşekkürlerimi sunuyorum…” Besbelli ki yazarın asıl meramı; “Devlet Büyüğü” zevata, mensubu bulunduğu fakültede işsiz kalmamak için sesini duyurmakmış… Güzel de bunun için felsefe ve din hakkında bin bir çeşit spekülasyon yapmanın anlamı nedir? Spekülasyonlarla “yerli ve mili felsefeci” olmaktansa Gazzalî gibi dindar, dürüst adam olmak daha evla değil midir?

Netice itibarıyla tekrar vurgulamak gerekirse; hayatı ve varlığı açıklama ve anlamlandırma faaliyeti olarak, esasta birbiriyle rekabet eden iki temel düşünce biçimi vardır. Bunlar da felsefî ve dinî düşünce akımlarıdır. Hemen hemen hiçbir felsefî mesele yoktur ki aynı zamanda dinî bir mesele de olmasın. Felsefe gibi din de hem pratik hayata dair ahlakhukuksiyaset formundaki pratik konularla hem de varlığa dair fizikmetafizik, epistemoloji formundaki teorik konularla ilgilenir. Ancak felsefe, akıl (rasyonalite) ve tecrübe (experiment) mihengine dayanmak zorunda olan insanî düşünce iken; din, akıl (rasyonalite) ve tecrübe (experiment) mihengine dayanmak zorunda olmayan,  kutsal ya da kutsal olduğuna inanılan düşüncedir. Kaynak ve kriter farklılığından ötürü, özellikle normativite ve metafizik konularında doğruluk-hakikat anlayışları da birbirinden hayli farklıdır. Bahis mevzuu farklılıklar ahlaka mugayir pratik sonuçlar doğurmadığı taktirde yani “kendilerine reva görülmeyen şeyleri, başkalarına reva görmeme” ilkesine, “altın kural” prensibine uyulduğu ve rızaya muhalif dayatmalara girişilmediği taktirde reddedilmesi gerekmeyen ihtilaflar olarak pekâlâ değerlendirilebilir… Ne var ki “yerli ve milli ilahiyatçı” oldukları halde “yerli ve mili felsefeci” olma gayretkeşliğine soyunan simalar ne felsefî ne de dinî hakikatleri tanıdıklarından, savundukları düşünceler pek de fazla tolöre edilebilir düşünce kategorisine girmemektedir…

 

[1] İncil, “Yuhanna 18-19”, Çağdaş Türkçe Çeviri, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 1990.

[2] A. Weber, Felsefe Tarihi, Çev., H.Vehbi Eralp, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938.

[3] Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998.

[4] Immanuel Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev., A. Yardımlı, İdea Yay., İstanbul, 1993.

[5] Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yay., Ankara, 1996.

[6] Etienne Gilson, Ortaçağda Felsefe, Çev., A. Meral, Kabalcı Yay., İstanbul, 2003.

[7] Gazzalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal, Çev., H. Güngör, Maarif Basımevi, Ankara, 1960.

[8] Gazzalî, Makasıdu’l-Felasife, Çev., C. Erdemci, Vadi Yay., Ankara, 2001.

[9] Gazzalî, Tehafüt el-Felasife, Çev., B. Karlığa, Çağrı Yay., İstanbul, 1981.

[10] Gazzalî, El-İktisad fi’l-İtikad, Çev., K. Işık, Ankara Üni. İ.F. Yay., Ankara, 1980.

[11] Gazzalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal, Çev., H. Güngör, Maarif Basımevi, Ankara, 1960.

[12] Gazzalî, İhyau Ulumi’d-Din, C.1., Çev., M. Müftüoğlu, Tuğra Neşriyat, İstanbul, 1980.

[13] Gazzalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal, Çev., H. Güngör, Maarif Basımevi, Ankara, 1960.

[14] https://dergipark.org.tr/tr/pub/felsefedunyasi/issue/71243/1107881

Bu yazı Genel Felsefe, Güncel Yazılar, İslam Felsefesi, Polemikler, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.