AKP’li Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; katıldığı bir televizyon programında, partisinin eski başbakanı DAVUTOĞLU ve eski bakanı BABACAN hakkında kendisine yöneltilen “Bir dönem sizinle yol yürüyen ve önemli makamlara gelmiş olan isimler şimdi ayrı partiler kurdular. Geriye dönüp bakınca onlar için bir tanımınız ya da değerlendirmeniz oluyor mu?” sualine, “Onu onların düşünmesi lazım. Nasıl bir ihanetin içerisinde olduklarını kendilerinin düşünmesi lazım. O makamlara kendileri layık oldukları için gelmediler. O makamlara bir irade tarafından getirildiler. Eğer onlara bakanlık verildiyse, başbakanlık verildiyse, hepsi onlara o irade tarafından verildi. Onlar bunun kıymetini bilemedi. Şu anda ‘altılı masa’ denilen bir masa etrafında dönüp dolaşıp bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Biz milletimizin ferasetine inanıyoruz. Kimin ne olduğunu net görür, seçimlerde de oyunu ona göre kullanır…” şeklinde cevap verince; DAVUTOĞLU, “Biz olmasak Tayyip ERDOĞAN bir hiçti…”, BABACAN da “Liyakat ve ehliyetimizden ötürü partinin ortak aklı bizi o görevlere getirdi… Madem keramet sizdeydi, biz ayrıldıktan sonra niçin başarısız oldunuz? Ekonomiyi niçin batırdınız? Enflasyonu niçin yüzde yüzlere çıkardınız? Halep oradaysa arşın burada…” mealinde mukabelede bulunmuş ve bu münazaa da İslam dünyasının ve Türkiye’nin kadim tartışması “liyakat ve ehliyet” mevzuunu yeniden gündeme getirmiştir. Cevabı aranan temel sual şu: Kamu adına yürütülecek olan görevler ve kullanılacak yetkiler birilerine tevdi edilecekse neye göre tevdi edilmelidir? Tartışmanın odağında bulunan Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; zaman zaman yaptığı konuşmalarda, sualin cevabına dair çok da müphem olmayan beyanlarda bulunuyor aslında… Kabinesinin, icraatlarını nasıl gerçekleştirmesi gerektiğini anlatırken; “Ortada nâs (dinî hüküm) var… Nâs ortada olduğuna göre sana, bana ne oluyor? Biz değerler silsilemiz içerisinde olaylara buradan niye bakmıyoruz? Olaylara buradan bakacağız, ona göre de adımımızı atacağız…”[1] cümlelerini sarf ettiğinde, kamusal görevlerin ve yetkilerin nasıl dağıtılacağının cevabını da bir anlamda vermiş olmaktadır elbette: “Kamusal görevler ve yetkiler, nâslarda belirtildiği şekilde tevdi edilmektedir?!” Şayet cevap bu ise televizyon programında kullandığı diğer cümleleri bu cevapla tevil etmek mümkün müdür acaba?
Bahse konu nâslarda; mesela Nisa Suresi 58. ayette, kamusal görev ve yetkilerin nasıl dağıtılması gerektiğine dair ifadeler şöyle geçmektedir: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” Türkiye’de, muteber kabul edilen dinî eserlerden Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, ayeti şu şekilde izah etmektedir:
“Esasen ‘emanet’; insanın, emin ve mutemet olması yani kendine maddî veya mânevî herhangi bir şeyin, itminan-ı kalb ile korkusuz bir surette teslim olunabilir ve arzu edildiği zaman salimen geri alınabilir bir hâlde bulunması manasında, gerek Allah ve gerek kullar tarafından herhangi bir suretle bırakılmış olan şeylere verilen isimdir. İnsan, Allah’ın emanetini hâmil bir emini, bir naibi olmayı deruhte eden yegâne mahluktur ki bu sayede mahlûkat-ı saire üzerinde icrâ-yı hükmü tasarrufa kudretyâb olabilir. Bu sayededir ki insanlar yekdiğerine emin olarak birbirlerine mütekabilen ve müteselsilen birçok hukuk ve emanet tevdi ederler. İşte insanlar gerek Allah’a ve gerekse kullara karşı bu haysiyet-i emanetlerini ne kadar hüsn-i muhafaza ederlerse ve emaneti ne derece yerli yerine koyabilirlerse o nispette kıymet-ü salâhlarını artırmış bulunurlar ve bu suretle zıll-i zalîl-i ilâhîye dâhil ve halk beyninde de zahiren ve batınen nafiz bir hâkimiyet şerefine nail olurlar. Emanetin en büyük düşmanı hıyanettir. Emaneti sû-i istimal edenler, Allah’a ve kullarına karşı gasıplar ve eşkıyalar gibidirler. Emanet ile hâkimiyetin alâka-i mühimmesine binaen, ayette edâ-yı emanetle hükm-i adalet müterâfık olarak emredilmiş ve emr-i emanet, emr-i hükme takdim olunmuştur. Binaenaleyh edâ-yı emanet; hukuku gözetmek, ziyankâr olmamak, avamı taassubât-ı bâtılaya sevk etmemek, onlara karşı hıyanetten ictinaptır. Bu suretle emanet; gerek hukuk-ı umumiye, gerekse hukuk-ı hususiyeden insanların zimmetine tevdi olunan fiilî, kavlî, itikadî, maddî, mânevî, mâlî ve gayr-i mâlî hakların kâffesine şamil olduğu gibi hitabının hükmü de bütün mükellefine şamildir. Ehil kelimesi ise bir işi en iyi biçimde yapabilecek seviyede bilgili, liyakatli ve ehliyetli manalarını şamil olduğu için, ‘emaneti ehline veriniz’ emri, emanetin sahibine iade ve isâlinden başka, emanet edilecek şeylerin de ehline ve müstehıkına tevdi ve tefviz edilmesi manasını ifade eder. Bu mana, hukuk-ı ammeden olan emanetlerde haiz-i ehemmiyettir ve ancak o itibar ile memuriyet ve vazife tevdi olunur. Mamafih bu da hukuk-ı ilahiyeden olan emanetin, sahibine edâ ve isâli demektir. Bu suretle ümera ve hükemaya suret-i mahsusada edâ-yı emanet ve adalet ile icrâ-yı hükm-ü hükûmet emredildikten sonra sair ehl-i imana da bunları yapan ulu’l-emre itaat emrediliyor. Ancak bu emir, suret-i müstakilede değil, Allah’a ve Peygamber’e itaat tahtında hitab-ı umumî ile emrediliyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de. Sonra bir şeyde nizaa düştünüz mü hemen onu Allah’a ve Resulüne arz edin, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminlerseniz. O hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” Dikkat edilmek lazım gelir ki Allah ve Resulü hakkında itaat ıtlak üzere tasrih edildiği halde ulu’l-emr hakkında ıtlak buyurulmamıştır. “Masiyette itaat yoktur.” hadis-i şerifleri de bunu mübeyyindir. Şu halde amirin her emri memuru mesuliyetten kurtarmaya kâfi gelmez. Bi’l-farz bir memur amirinin emriyle rüşvet alsa veya sirkat yapsa mesuliyetten kurtulamaz. Bu mana “Amirin hilâf-ı kanun emri memuru mesuliyetten kurtarmaz.” diye de ifade olunur.[2]
Açıkçası, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın televizyon programındaki cümleleri ile “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” nâssını telif etmek pek de mümkün görünmemektedir. Rasyonel insanlar sormazlar mı, madem kriteriniz nâstı, ehil olmadıklarını düşündüğünüz DAVUTOĞLU ve BABACAN’ı niçin o görevlere tayin ettiniz? Madem “Bir Müslüman olarak nâslar neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğim.”[3] diyorsunuz, DAVUTOĞLU ve BABACAN’ı tayin ederken, nâsları niçin dikkate almadınız? Madem, Merkez Bankası’nın politika faizlerini nâsların gereği olarak düşürüyorsunuz ve sizi eleştiren TÜSİAD’a karşı “Neymiş efendim, faizleri düşürüyormuşuz. Benden başka bir şey beklemeyin.”[4] diyorsunuz, aynı nâsların gereği olarak kamu alacaklarına uygulanan faizi niçin düşürmüyor hatta sıfırlamıyorsunuz? Aynı şekilde, kamu bankalarının vatandaşa faizle kredi vermesini niçin durdurmuyorsunuz? Daha da açığı, madem nâsların gereği faize karşısınız, devlet eliyle yürütülen faiz uygulamalarını niçin yasaklamıyorsunuz? Yine mesela, rasyonel insanlar sormazlar mı madem nâsların gereğini yerine getiriyorsunuz; Necm Suresi 39. ayette geçen “İnsanın kendi sa’yinden / emeğinden başkası ona ait değildir.” açık ifadesine rağmen “altın bürokrat” tiplemelerine bahşedilen astronomik üç-beş maaş prim ödemelerine niçin göz yumuyorsunuz? “Adaletle hükmetmek” nâssının gereği nerede? Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın nutukları ile icraatları arasında görülen tenakuzun bir rasyonalitesi var elbette… O rasyonalite; Machiavelli’nin (1469-1527) ifşa ettiği, “İktidarın bekası için her yol mubahtır.” tarzındaki ahlak ile siyaseti birbirinden ayıran reel-politik ilkesine riayettir. Haddizatında, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; “Siyasette dün dündür, bugün bugündür. Bunu böyle bilmemiz lazım.”[5] cümleleriyle Makyavelist reel-politik ilkeye riayet ettiğini çok net ifade etmektedir. Kaldı ki kendilerini “dindar” diye tanımlayan eğitimsiz kitlelerin reyine muhtaç olan bir politikacı, o kitlelerin sırtını sıvazlamayıp da ne yapsın?! İktidarın nimetlerine giden yol, eğitimsiz kitleler sayesinde kat ediliyorsa, o kitlelerin sırtı sıvazlanmaz mı?! Kendileri aç olduğu halde, yöneticilerin saraylarda sefa sürmesini, devletin itibarının gereği zanneden cahil insanlar, yöneticileriyle aynı değerleri paylaştığına inanıyorsa, bu inanca karşı çıkmanın o yöneticiler açısından rasyonel olduğu ileri sürülebilir mi?!
Acaba “asiyab-ı devlet” liyakat ve ehliyet ilkesine dayalı olarak döndürüldüğünde nasıl bir siyasal hayat yaşanır; aksi durumda nasıl? Sualin cevabı tarih boyunca hep iki açıdan bakılarak verilmiştir. Yöneticilerin iyiliği ya da çıkarları gözetildiği taktirde cevap başka, yönetilenlerin iyiliği ya da çıkarları gözetildiği taktirde daha başka olmuştur. Klasik çağda Aristoteles (384-322) tam da bu farka işaret ederek siyasal formları bir bütün olarak toplumun iyiliğini gözeten modeller ve yalnızca yöneticilerin iyiliğini gözeten modeller olarak iki kategoriye ayırmıştır. Ona göre; “müşterek iyi” gözetildiği taktirde egemen erk, tek bir kişinin elinde bulunabileceği gibi (Krallık), bir grupta (Aristokrasi) da veya halkta (Politeia/Anayasal Demokrasi) da bulunabilir. Bunların üçünü de doğru kabul etmek mümkündür. Üç modele de eşyanın doğal düzeninde yer vardır. Müşterek iyiyi gözetmek, elbette erdemli yöneticiler sayesinde yani liyakat ve ehliyet sahibi idarecilerle kabildir. Sadece yöneticilerin iyiliğini gözeten sapma modeller ise krallığın dejenerasyonuyla ortaya çıkan tiranlık/diktatörlük; aristokrasinin dejenerasyonuyla ortaya çıkan oligarşi ve politeianın/anayasal demokrasinin dejenerasyonuyla ortaya çıkan çoğunlukçu demokrasi modelidir. Bu üç dejenere modelden hiçbirinde “müşterek iyi” gözetilmez. Gözetilen yalnızca yöneticilerin çıkarlarıdır. Bu üç sapmanın en kötüsü tiranlık/diktatörlük, ikinci en kötüsü oligarşi ve üçüncü en kötüsü de demokrasi rejimidir. Tiranlık/diktatörlük en kötü siyasal sapmadır çünkü tipik bir tiran/diktatör; erdemli, liyakat ve ehliyetli, özgürlüğe eğilimli hiçbir insandan hoşlanmaz. Uyruklarının aklına da güven duygusuna da güçlerine de yani liyakatlerine de ehliyetlerine de karşı çıkar. Uyrukların bağımsız kafalarının olmasını da birbirlerine güvenmelerini de herhangi bir şeyi gerçekleştirebilecek güçlerinin bulunmasını da istemez. Zira erdemli, liyakat ve ehliyet sahibi insanlara her istediğini yaptıramaz. İtirazlarla karşılaşır. Bu nedenle her türlü yetkiyi (en azından nihaî yetkiyi) tekelinde tutmak ister. Kendisini “tek adam” sayar. Yardakçıları ya da ondan nemalananlar manipülatif olarak aksini iddia etseler de “tek adam” bir bütün olarak toplumsal iyiyi değil, yalnızca kendisini ve yandaş çevresini düşünür…[6] Kısacası Aristoteles açısından; yönetimde erdem, liyakat ve ehliyet yoksa yaşanabilecek olan siyasal hayat, son tahlilde yönetilen insanların, yöneticilerinin kölesi durumuna düşmelerinden ibarettir…
Aristoteles’in iyi ve kötü yönetim modelleri tasnifinin; müşterek iyiyi “erdemli yönetici” ilkesine endeksleyen siyasal parametre değişikliği yaşanmakla birlikte modern çağda da geçerliliğini bir biçimde sürdürdüğünü söylemek, pek de yanlış olmasa gerektir… Her ne kadar modern siyasal anlayışta vurgu “erdemli yönetici” ilkesinden, “hukuk devleti” ilkesine “Kim yönetmeli?” sualinden “Nasıl bir yönetim?” sualine kaymışsa da müşterek iyi beklentisi varlığını hâlâ sürdürmektedir. Modern dünyada müşterek iyi derken kastedilen şey, bireysel varoluşu engelleyenbeş büyük kötülük; yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalıkların yok edilmesi, en azından olabildiğince asgari seviyelere indirilmesidir. Avrupa Birliği standartlarındaki hukuk devleti modelinin sözü edilen bu beş büyük kötülüğü olabildiğince asgari seviyelere indirdiğini inkâr etmek sadece ve sadece cehaletle kabildir… Hukuk devleti modelinde; moralite-ahlak çerçevesinde öngörülen bir “müşterek erdem” vurgusu yok ise de “emaneti ehline vermek” anlamındaki siyasî etik zaviyesinde öngörülen liyakat ve ehliyet vurgusunun mevcut olduğu şüphesizdir… Mesela; siyasi etik gözeten Avrupa Birliği ülkelerinde, halktan toplanılan vergilerle saray sefası süren yöneticiler yoktur… Aynı şekilde, “altın bürokrat” tiplemelerine bahşedilen astronomik üç-beş maaş prim ödemelerinin örneği de yoktur… Yine aynı şekilde, rantiyeci zengin takımına “kur korumalı mevduat” adı altında, devlet hazinesinden ödenen astronomik faiz uygulamaları da yoktur. Dahası, Avrupa Birliği ülkelerinde varlığı gözlenen faiz uygulamaları nerdeyse sıfıra yakındır. Dahası, hemen hemen hiçbir Avrupa Birliği ülkesinde, Türkiye’dekine benzer, yüzde yüzün üzerinde enflasyon krizleri yaşanmadığı gibi, yüzde onun üzerinde gerçekleşmiş bir enflasyon da yoktur. Dahası, Avrupa Birliği ülkelerinde, “Ben yüzde yüz enflasyona rağmen sokağa çıkıyorum ama siz yüzde on enflasyonla sokağa çıkamıyorsunuz.”[7], diyerek şecaat arz eden ama sirkatini söylediğini asla düşünmeyen bir “ekonomi bakanı” da yoktur. Dahası, Avrupa Birliği ülkelerinde, kendi lisanının alfabesini dahi bilmeyen “başbakan” da yoktur. Dahası, Avrupa Birliği ülkelerinde, AKP’li politikacıların algı operasyonlarında iddia ettikleri üzere Türkiye’yi kıskanan insanlar da yoktur… Avrupa Birliği ülkelerinde bu sayılanların hiçbirisi yoktur zira Avrupa Birliği standartlarında “Asiyab-ı devleti har da olsa döndürür.” kabulü yoktur…
Devletin ve mülkiyetin fiilen ve resmen “zıllullah” kabul edilen sultanlara ait olduğu klasik çağ bir kenara, Türk toplumsal yapısında yaşanan siyasal hayat; modernleşme çabalarının şöyle ya da böyle başladığı 1876 parlamenter monarşi/meşrutiyet günlerinden, 1923 cumhuriyet görünümlü tekparti diktatörlüğü günlerine ve 2022 cumhurbaşkanlığı sistemi günlerine kadar daima “erdemli yönetici” algısı altında, yalnızca yönetici kesimin iyiliğini, daha doğrusu ekonomik çıkarlarını gözeten bir siyasal hayat olmuştur… Bu durumun birinci dereceden sebebi ahlakî dejenerasyon, ikinci dereceden sebebi de Batılıların “aydınlanma” dedikleri bireysel rasyonelleşme sürecine bir türlü girilememesidir… Ahlakî dejenerasyon, insanların kendileri için reva görmedikleri şeyleri başkalarına reva görmeleridir… Türkiye’de, bu dejenerasyonun tipik göstergesi, modern-seküler geçinen taifenin paradoksal bir biçimde modernitenin temel parametresi olan “eşitlik” ilkesini bir türlü kabullenememesi; dindar-muhafazakâr geçinen taifenin ise yalan söylemeyi, sözünde durmamayı ve emanete hıyanet etmeyi “meşru” görmesidir. Mesela; kendilerini modern zanneden taife, dindar-muhafazakâr kesimle eşitliği hiçbir zaman içine sindirememiştir. Yine mesela; kendilerini modern zanneden taife, Kürt etnisitenin anadilde eğitim hakkını hâlâ hazmedememiştir. Öte yandan mesela, kendilerini dindar-muhafazakâr zanneden taife, siyasî temsilcilerinin iktidar uğruna yalan söylemesini, sözünde durmamasını ve emanete hıyanet etmesini pekâlâ içine sindirebilmektedir. Yine mesela; kendilerini dindar-muhafazakâr zanneden taife, güya “din kardeşi” olduklarını söyledikleri Kürt etnisitenin temel ve doğal haklarının bir kısmından (örneğin, kamuda anadilde eğitim hakkından) mahrum edilmelerini rahatlıkla hazmedebilmektedir… Aydınlanma ya da bireysel rasyonelleşme sürecine girememe ise insanların pratik hayatlarında rasyonaliteyi (aklı) temel kriter olarak görmemeleridir. Yöneten-yönetilen, herkesin “doğal eşit” insanlar olduğunu düşünemeyen sözde modern ya da sözde dindar-muhafazakâr kesimin rasyonel olabildikleri ileri sürülebilir mi? ATATÜRK’ün resmî, ERDOĞAN’ın gayrı resmî “Tek Adam” rejimini tasvip eden tiplerin rasyonel/makul insanlar olduğu iddia edilebilir mi? Elbette hayır… Hülasa etmek gerekirse; insanlar, bir bütün olarak toplumsal iyiyi yani bireysel varoluşu engelleyen beş büyük kötülük; yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet ve hastalıkların yok edilmesini ya da en azından asgariye indirilmesini istiyorlarsa ahlakî dejenerasyondan kurtulup, rasyonelleşmek mecburiyetindedirler. Bu da kamusal örgütlenmenin liyakat ve ehliyet kriterlerine göre tanzimini gerektirir. Aksi halde, “Asiyab-ı devleti har da olsa döndürür.” ilkesine inanan ve o ilkeyi icraata döken ve “erdemli yönetici” algısıyla iktidarını sürdüren muktedirlerin kölesi durumuna düşeceklerdir…
[1] https://www.youtube.com/watch?v=47Qhd63PRR8
[2] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul 2021.
[3] https://www.youtube.com/watch?v=69iqE6hzaVE
[4] https://www.youtube.com/watch?v=69iqE6hzaVE
[5] https://www.dailymotion.com/video/x8c4tap
[6] Aristoteles, Politika, Çev., M. Tunçay, Remzi K., İstanbul, 1990.
[7] https://www.youtube.com/watch?v=8X8xpHiXamU