Tarihsel perspektiften bakıldığında; “mythos” ve “logos” terimleri, Antik Yunan dünyasında, tanrıların ve tanrıçaların (gods, goddesses) efsanevî anlatılarından (mythos), rasyonel düşüncenin, felsefe ve akabinde de bilimin kademeli gelişimine (logos) intikali tanımlamak için kullanılır. Ancak kabul etmek gerekir ki bu değişim hiç de kolay olmamış, mitos ve logos kategorileri, insanlığın akıl dışı inanç ve masalsı söylemlerden uzak duracağı kanaatine rağmen, karşıt tartışmalar formunda yüzyıllarca birlikte var oluşunu sürdürmüştür. Hesiodos ve Homeros gibi yazarlar “mythos”u temsil ederken; Sokrat öncesi (Thales, Anaximenes, Anaksimandros, Pythagoras, Ksenophanes, Herakleitos, Parmenides, Empedokles, Anaxagoras, Leukippos, Demokritos, Sofistler) ve Sokrat sonrası (Platon, Aristoteles vd.) filozoflar “logos”u temsil ederler. Mythos, anlatıya (fabulate) ve geleneksel halk hikayelerine dayanırken; logos, eşya ve olayların empirik tetkikine ve rasyonel analizine dayanır. Şüphesiz mitos ve logos düşünce tarzlarının doğruluk ve tutarlılık anlayışları farklı patikalardan geçmektedir. Karakteristik farklılıklarına işaret etmek gerekirse: Mitolojik düşünce, antropomorfiktir. Tabiî ve beşerî hadiseleri tayin eden tanrılar veya tanrıçalar gibi aktif figürler, insan formundaki tiplemelerdir. Rasyonel düşünceyse antropomorfik değildir. Tabiî olayların ve insanî faaliyetlerin açıklanmasında doğal nedenleri (natural causes) araştırır. Mitolojik düşünce “keyfî” iradeyi yansıtır. Evrendeki her şey, tanrıların veya tanrıçaların “keyfî” istekleriyle gerçekleşir. Rasyonel düşünceyse hayatı ve varlığı açıklayan tutarlı teorilerle yasallıkları aradığı için keyfiliklere yer vermez. Mitolojik düşünce geleneksel bir inançtır ve ebeveynlerden çocuklara intikal eder. Rasyonel düşünceyse inovatif ve eleştireldir. Geleneksel inanç ve kanaatlerden şüphe ederek, doğal nedenleri (natural causes) ve temel kuralları keşfetmeye çalışır. Mitolojik düşünce kollektiftir ve anonim topluluklar tarafından paylaşılır. Rasyonel düşünceyse filozoflar ve bilim insanları tarafından keşfedilip, temellendirildiği için anonim değil, bireyseldir. Mitolojik düşünce fantastiktir ve herhangi bir kurala dayanmaz. Hayal gücü, mitolojik öğretilerin ana kaynağıdır. Rasyonel düşünceyse empirik verilere ve akıl yürütmelere dayandığından metodiktir. Kullandığı başlıca yöntemler de indüksiyon, dedüksiyon ve analoji yöntemleridir. İndüksiyon; tekil nesnel gözlemlerden hareketle gözlemlenmeyen genele yönelik yasalara doğru yapılan “tüme-varımsal” (synthetic) çıkarımdır. Dedüksiyon; genel bir yasa veya ilkeye atıfta bulunarak belirli-özel şeyler hakkında “tümden-gelimsel” (analytic) çıkarımdır. Analoji; iki obje ya da sistem hakkında, benzer oldukları düşünülen yönleri vurgulayan karşılaştırma tarzındaki (comparative) çıkarımdır. Doğru bilginin tespiti hususunda hem felsefenin hem de bilimin müşterek yöntemleri, bahis mevzuu bu üç yöntemdir.
Detaylandırmak gerekirse; “mythos”; evrendeki tabiî ve insanî olayların, iradeleri bir diğeriyle çatışan çok sayıdaki tanrı ve tanrıçaların eseri olduğu inancını ifade eder. Buna göre; hem gökyüzünde ve yeryüzünde cereyan eden tabiî olayları belirleyen farklı tanrılar ve tanrıçalar hem de savaş, barış, iaşe, ibate, aşk, şarap, şenlik gibi insanî faaliyetleri belirleyen farklı tanrılar ve tanrıçalar vardır. Mesela, Antik Yunanlıların antropolojik din anlayışlarına göre: “Gaia; tüm hayatın varoluşunun partenojenik-anne tanrıçası. Uranüs; gökyüzünün tanrısı. Kronos; Gaia ve Uranüs’ün ilk çocukları, zamanın tanrısı. Babasını devirdi ve mitolojik altın çağ boyunca, oğlu Zeus tarafından devrilip hapsedilinceye kadar evrene hükmetti. Afrodit; Uranüs ve Gaia’nın kızları, aşk tanrıçası. Zeus; ikinci kuşak tanrıların kıralı, düzenin ve adaletin tanrısı. Hera; Zeus’un karısı, evlilik ve aile tanrıçası. Apollon; ateşin, ışığın, şifanın, kehanet bilgisinin tanrısı. Dionysus; şarabın, şenliğin, üretkenliğin tanrısı. Athena bilgelik tanrıçası.” Bu antropomorfik tanrısal kişiliklerin varlığına dair belki rasyonel bir kanıt yoktur ama temsil ettikleri değerlere karşı insanların saygı ve tapınma eğilimi devrin Yunan kültürünün temel bir parçasıdır. Toplumsal hayat, tamamen bu değerler etrafında şekillenmektedir. Tüm bu sembolik şahsiyetlere tapınmanın irrasyonel olduğu söylense de empirik-rasyonel bilginin gelişimiyle şöyle ya da böyle ilişkileri de yok değildir. Örneğin; hekimlik sanatı, Apollon‘un oğlu ve tababet tanrısı olan Asklepios‘a adanan şifa tapınaklarında ortaya çıkmıştır. Antik hekimlerin büyüklerinden Hipokrat ve Galen‘in, kariyerlerine ilk hastaneler kabul edilen Asklepios‘un tapınaklarında hekim olarak başladıkları bildirilmektedir. Şifaya saygının, tıbbın gelişimi için katkısı inkâr edilemez. Binaenaleyh, mitlerin aktardığı hikayeler yanlış olsa bile bu hikayeler mevcut toplumun insanî değerleriyle ilgilidir. İşte böylesi bir atmosferde, bazı Yunan düşünürleri daha doğrusu filozoflar, mitolojik anlatıları eleştirmeye ve sorgulamaya başlayınca, hayata ve varlığa dair fenomenlerin yeni açıklamaları olarak gözleme ve mantıksal çıkarımlara dayalı, doğal nedenlerle (natural causes) yapılan alternatif açıklamalar, “logos” yani felsefî-bilimsel değerlendirmeler ön plana çıktı. Felsefe ve bilimin birlikte var oldukları şüphesizdir. Bilimin, felsefenin yan ürünü olduğunu söylemek bile mümkündür. Haddizatında her iki bilginin de kaynağı ve kriteri aynıdır. Felsefe ile bilim arasındaki bu içsel bağ, temelini onların ontik yapısında bulur. Pejoratif-vulgarize tanımlamalar sebebiyle alışkanlığa dönüşen “bilim objektiftir”, “felsefe sübjektiftir” söylemi; felsefî bilginin bilimsel bilgiden karakteristik farklılığından ötürü değil; sistematik felsefenin, temel problem alanlarından tabiat felsefesi konularını, modern zamanlardaki bilgi birikiminin çokluğu ve branşlaşma ihtiyacı nedeniyle kısmen o disiplinlere bırakmış olması ve fonksiyonel alanını daha ziyade epistemoloji, metafizik ve normativite konularına hasretmesi sebebiyledir. Felsefeye atfedilen sübjektiflik; münhasıran uğraşılan bu alanların, nesnel dünya ile fizikle alakalı olmaması anlamında olup, teknik terim dilinin nesnel tanımdan ziyade adsal tanım ekseninde teşekkül etmesi ve ileri sürülen doktrinlerin de rasyonel bir çeşitliliği sergilemesi nedeniyledir. Rasyonalite zemininde olsun ya da olmasın her türlü düşüncenin “felsefe” diye nitelendirilebileceği manasında değildir. İşte bu minval üzere, evvel emirde Pre-Sokratik filozoflar diye adlandırılan ilk filozof grubu, rasyonel teoriler geliştirerek yapılan açıklamaların doğada karşılığının bulunması gerektiğini vurguladılar. Felsefe ve bilimi niteleyen tutumun öncüleri şüphesiz bu insanlardır. Pre-Sokratik düşünürlerden Ksenophanes; şiir formunda kaleme aldığı yazılarında, tanrıların doğası, doğal fenomenler, eşyanın kökeni, hakikat, şüphe, sahte otorite gibi meseleleri birlikte sorgulayan ilk filozoflardan biridir. Hemen hemen tüm şiirleri, eleştirinin ötesinde hiciv karakteri taşımaktadır. Ksenophanes; entelektüel bir devrimciydi ve devirmek istediği şey de devrin egemen mitolojik anlatılarının baş mimarı Homeros’un düşünceleriydi. Ksenophanes’le birlikte felsefî düşünce ile Yunan ruhuna hâkim olan mitler arasında açık bir kavga baş göstermiştir. Hedefe konulan antropoformik politeist inancın Ksenophanes açısından merkezi öneme sahip oluşu, İonya felsefesinin en açık fikirli zihinler üzerindeki etkisinin tipik örneğidir. Bu, evrenin kökeniyle ilgili yeni öğretilerin, dinin alanına ne dereceye kadar sokulduğunu gösteren en iyi kanıttır. Ksenophanes’in; “Tek bir tanrı, tanrılar ve insanlar arasında en yüksektedir… Onun ne biçimi ne de düşüncesi ölümlülere benzer…” dizeleri, pagan tanrıları ile ilk kez savaş ilan eden sözlerdir. Ksenophanes; mesajını, dönemin yaygın anlatım tarzı olan şiirle dile getirmeyi tercih edip, felsefî düşüncelerini şuurlu olarak Homeros ve Hesiodos’un bütün bir antropoformik tanrılar alemine uygulamış ve daha önce yalın tarihsel gerçek sayılan kültürel dünyayı şüpheli hale getirerek yıkmaya çalışmıştır. Zira Ksenophanes’e göre, hakikat, şüphe vesilesiyle akıl yürütülerek ortaya çıkarılacaktır. Bu tarz bir söylemle Tanrı’nın insan formuna sahip olduğu şüpheli hale getirilip reddedilince felsefî anlayışın da yolu açılmış olacaktır. Ksenophanes; daha da ileri giderek, Tek Tanrı anlayışını antropoformizmin tortularından kurtarmak için şöyle yazar: “Tanrı; bir bütün olarak görür, bir bütün olarak düşünür, bir bütün olarak duyar. Dolayısıyla Tanrı’nın bilinci, duyu organlarına veya buna benzer herhangi bir şeye dayanmadığı gibi, Tanrı’ya cisimsellik de atfedilemez…Tanrı hep baki kalır… Aynı yerde hiç kıpırdamadan durur… Yakışmaz ona yer değiştirmek… Bir yerden başka bir yere gitmek… Hiç çaba harcamadan tutar her şeyi hareket halinde… Sadece ve sadece zihninin gücüyle…” Ksenophanes; antropoformizm eleştirilerini, Fragmanlar’da dozunu daha da yükselterek sürdürür. Ona göre, mitolojik kültürün yanlışlığının ispat edilebileceği en uygun alan, ahlak alanıdır. Zira “Homeros ve Hesiodos; insanların utanç verici bulacakları ne varsa tanrılara yakıştırdılar: Zina, hırsızlık ve birbirlerini aldatma…”;oysa ki Tanrı, insanların bile utanç verici saydıkları ahlakî zaaflardan arınmış bir varlık olmalıdır. İnsana mahsus bütün bu zaaflar Tanrı’nın gerçek doğasıyla bağdaşmaz. Onların anlattıkları tanrıların işlediği günahlar, ilahi olanın yapısıyla çelişir. Keza giyimleri, konuşmaları, insan biçiminde oluşları ve doğmaları ve doğurmaları da kutsallığa uygun değildir. “Şayet öküzlerin ve atların olsaydı elleri… Ve elleriyle insanlar gibi resim çizebilselerdi… Atlar kendi tanrılarını at gibi, öküzler de öküz gibi çizer… Tanrılarına kendi şekillerini verirlerdi…” Bu durumda insan biçimli tanrılar gibi hayvan biçimli tanrılar da olurdu. Bu da gösteriyor ki mitolojik kültürler sadece kendi tanrılarını kendilerine uygun olarak hayal etmektedirler; rasyonel gerçeklikle alakaları yoktur.[1] Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere; Ksenophanes, mitolojik bilgi türlerine karşı, rasyonel bilgiyi savunmaktadır. Bunun doğal sonucu da elbette gelecek için ahlaktan başlamak üzere tüm kültürel alanın “mythos”tan arınması ve “logos”a doğru evrilmesidir.
Açıkçası her iki düşünce tarzı da hem evreni ve hayatı izah etmeyi ve anlamlandırmayı hem de onlara dair temel sualleri cevaplandırmayı hedeflemektedir. Bu benzerlikten ötürü, zaman zaman mitos ve logos arasında çok keskin ayrımlar olmadığını ileri süren düşünürlere de rastlanmaktadır. Onlara göre, her iki kategori de değerlendirmelerinde, gerektiği taktirde hayal gücüne, eşyanın temsillerine ve muhtelif metaforlara başvurmaktadır: Mesela; Platon, Yunanlıların erken dönem mitlerinin çoğunu kınamışsa da yeri geldiğinde benzetmeler-metaforlar kullanarak, felsefî temellendirmelerine hizmet etmesi maksadıyla o kabil hikayelere de müracaat etmiştir. Örneğin “mağara alegorisi”, eğitimli insanların yüzeysel izlenimlerinin ardındaki hakiki gerçekliği (true reality) algılama yeteneklerini yükseltmek içindir. Yine mesela; modern dönemin en önemli bilim adamlarından Einstein, varlığı ve hayatı bilmenin farklı yolları arasındaki sınırların kaskatı değil, imajinatif ve yaratıcı düşünceye doğru tamamen açık ve akışkan olduğunu belirtmiştir. Günümüzde de yine mitos terimi, sıradan insanların, popüler bilimcilerin ve siyasî ideologların düşüncelerini karakterize etmek için pekâlâ kullanılmaktadır. Hatta “bilimsel mitler”, farkında olunsun ya da olunmasın, yaymaya meyilli olan bilim adamlarının düşüncelerine bile nüfuz edebilmektedir… Şüphesiz bu nevi değerlendirmelerde şöyle ya da böyle haklılık payı vardır. Ancak dikkat edilmesi gereken temel nokta, mitos ve logos kategorilerinin hususî değerlendirmelerinde göz önünde tuttukları kriterlerin tamamen farklı olduğudur. Hayata ve varlığa dair değerlendirmelerde mitolojik-mistik-dinsel unsurların, metaforların, alegorilerin kullanılması başka; onları hakikat olarak kabullenmek başka şeydir. Temel farklılığı yaratan faktör; rasyonalitenin yegâne kriter olup, olmamasıdır. Bu açıdan bakıldığında; “mitos”un egemenliğindeki bir dünya görüşünün “logos”un egemenliğindeki bir dünya görüşüne dönüştürülmesi, pratik sonuçları itibarıyla Antik Yunanlıların muazzam başarısıdır. Avrupa Birliği standartlarındaki hayat tarzını yansıtan; herkes için özgürlük, herkes için eşitlik ve herkes için ekonomik refah prensiplerini yaratan en önemli faktör de muhakkak ki “logos”u ifade eden felsefe ve bilim denilen bilgi türleridir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının, niçin bir türlü Avrupa Birliği yurttaşlarının hayat standartlarını yakalayamadığı sualinin cevabı da burada gizlidir… “Mitos”tan “Logos”a bir türlü intikal edemeyen insanların, Avrupa Birliği standartlarında bir hayata kavuşması onların hakkı da değildir zâten… Kim bilir, belki de bu gidişle kesbedecekleri istihkak; mitosun egemenliğindeki Şii Molla İran ya da Sünni Taliban Afganistan hayat standartları olacaktır ?!
[1] Werner Jaeger, İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, Çev., G. Ayas, İthaki Yay., İstanbul, 2011.