Şüphesiz siyasetin fonksiyonlarının ne olduğu ya da ne olması gerektiğinin tespiti, nasıl tanımlandığı ve ona istinaden şekillenen sistemin yapısıyla doğrudan bağlantılıdır. Devleti oluşturan resmî ve yasal kurumlar bütününü ifade eden her siyasal sistem, elbette öngörülen tanım çerçevesinde şekillenmektedir. Kurumsallaşmış her bağımsız toplumsal organizasyonda bulunan siyasal sistem, meşru fizikî zorlama yoluyla bütünleşme (integration) ve uyum (adaptation) sağlama işlevlerini yerine getiren girift bir etkileşim örgüsüdür. Gelişmiş formel kurumları bulunmayan devletsiz toplumlarda bile bazı üyelerin hakim konumda, bir tür karar alma ve kural koyma süreçlerine sahip oldukları görülmüştür. Toplumlar karmaşık hale geldikçe, siyasal sistemler de gelişir ve güçlenirler. Sosyolojik açıdan siyasal sistem tabiri, toplumun idarî hedeflerini uygulamak ve bunlara ulaşmak için kabul görmüş bir dizi prosedüre dayanan normatif yapıyı ifade eder. Binaenaleyh, sosyal ilişkilerin tanzimi zaviyesinden bakıldığında siyaset; toplumsal barışı sağlamak ve hukuku tahakkuk ettirmek üzere yürütülen kural koyma (yasama), kuralları uygulama (yürütme) ve ihtilafa düşüldüğü taktirde de kuralların resmî yorumunu yapma (yargı) biçimindeki faaliyetlerin bütünü olarak tanımlanır ise de siyasal sistem daha ziyade iktidar ve yönetilen insanlar yani halk arasındaki ilişkilerde, nihai belirleyicinin kim ya da kimler olduğu ve emretme yetkisini elinde tutanların bu gücü nasıl kullandıklarını göstermesi bakımından muhtelif formlarda tezahür etmektedir. Tanım farklılıklarının kaynağı da toplumsal düzen ve kollektif sorumluluklar hususundaki tabi olunması gereken kuralların mahiyetine dair ileri sürülen fikir ayrılıkları ve çözüm önerilerine dair ileri sürülen fikir ayrılıklarıdır.
Klasik monarşi ya da aristokrasi rejimlerinin arka planındaki tanım, siyasetin “yönetme sanatı, yönetim bilgisi” olduğu yönündeki tanımdır. Platon’a göre; düşünme yeteneği, insan ruhunun ayırt edici vasfını oluşturur ve insan için iyi ya da doğal olan hayat, akla dayanan eylemde yatar. İnsanların bir arada yaşamak ve en yüksek toplumsal erdem olan adaleti gerçekleştirmek haricinde, iyi bir hayat sürdüremeyeceği, tekamülünü tamamlayamayacağı açıktır. Herkese hakkını vermek anlamında adalet; sadece ve sadece bilgelerin bilebileceği doğal - tanrısal bir kayradır. Bu nedenle siyasal toplulukta doğal düzen, akıllıların (bilgelerin) diğerlerini yönetmesini gerektirir. Nasıl ki hekimler, hastalarını, onlar ister gönüllü olsun ister gönülsüz, bir yerlerini keserek, yakarak veya acıtarak iyileştirir, bu işi yaparken de ister yazılı kurallara uysunlar isterse uymasınlar, bir bilgiye bir sanata göre tedavi ettikleri müddetçe hekim olarak kabul edilirler; aynen öyle de “bilge yöneticiler” de tebaalarını ister onların rızaları hilafına isterse rızalarına uygun idare etsinler, ister yazılı kanunlara bağlı kalsınlar isterse kalmasınlar, siteyi korumak için şunu veya bunu ister sürsün ister öldürtsünler yönetim bilgisine ya da yönetme sanatına istinaden icraatta bulundukları sürece onları baş tacı etmek gerekir. Doğru yönetimin taktirinde, doğru bilginin dışında hiçbir şey hesaba katılamaz. Doğru ve adil yönetimi; küçük bir zümreden, birkaç kişiden, belki de tek bir kişiden beklemek lazımdır zira sadece bunlar hakikatin bilgisiyle iştigal edenlerdir. Kalabalık kitlelerin (demosun, halkın), cehaleti dikkate alındığında, devleti idare etme hususunda söz sahibi olmaları kabul edilemez. Demagogların rejimi olan demokrasi/cumhuriyet, yalnızca bir aldatmacadır.[1] Benzer değerlendirmeleri siyaset felsefesinin kurucu simalarından Aristoteles’te de görmek mümkündür. Aristoteles’e göre de devlet, insanların iyi yaşamalarını, müreffeh bir hayat sürdürebilmelerini yani ortak mutluluğu sağlamak içindir. Bu ise yalnızca bilginin aristokrasisi ile mümkündür. Devletin amacı sadece insanların bir arada bulunmalarını sağlamak değil, yaşamaya değer bir hayatı da kurmaktır. Ancak devlet; rasyonalitenin bir ürünü olarak, rasyonel insanların mutabakatıyla gerçekleşmez. Çünkü kendine rasyonaliteyi ölçü almak, her insanın sahip olabileceği bir nitelik değildir. Olması gereken şeyleri aklıyla önceden görebilen bir insanla bunları sadece bedeniyle yapabilen insan müşterek karar alamazlar. Binaenaleyh doğaldır ki bir toplumda aklını kullananlar yönetici, bedenini kullananlarsa yönetilen olsun. Aklını kullanan insanlarla bedenini kullanan insanların bir araya gelmelerinden maksat esasta müşterek güvenliktir.[2] Siyaseti “yönetme sanatı, yönetim bilgisi” olarak tanımlayan bu yaklaşımın, siyasete yüklediği temel fonksiyon, açıktır ki toplumsal erdem diye değerlendirilen adalet erdeminden başkası değildir. Ancak bu yaklaşımın siyasal sistemi hiyerarşik kılacağı ve doğal-eşitsiz insan anlayışını savunacağı da izahtan varestedir.
Geleneğin hüküm sürdüğü Ortaçağ teokrasi rejimlerinin arka planındaki tanımsa siyasetin; “ilahi hukukun uygulaması” olduğu yönündeki tanımdır. Bu tanımlama vahye istinat ettiği kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerine aittir. Bu çerçeveden bakıldığında din, siyasal düzenin ana omurgasını teşkil eder. Dinî otorite ve siyasal iktidar, çoğu kez müşterek olup, bazen dinî önder toplumsal sorumluluğu ve siyasal rolü üstlenir, bazen de siyasal önder kutsal bir özelliğe sahiptir ve dinî fonksiyonları icra eder. Bu yaklaşımın temel ayırt edici özelliği, dinî ve siyasî otoritenin tek elde ve din adamının şahsında toplanmasını benimsemesi değil, toplumsal ve siyasal düzenin din ekseninde tanzim edilmesini öngörmesidir. Bir başka ifadeyle, dinin siyaset üzerinde mutlak belirleyiciliğini benimsemek ve sonuç itibariyle de sosyal ilişkileri dine tabi kılmaktır. Buna göre; siyasî iktidarın otoritesi; Tanrı iradesinin tecellisinden, onun halifeliğinden başka bir şey değildir. Zira bütün güç Tanrı’dandır, her zaman ona ait olmuştur ve sonsuza kadar da öyle olacaktır. Tanrı, bu gücü sadece yeryüzündeki halifesi vasıtasıyla kullanır ki bu araç, dünyevî iktidarı elinde tutan siyasî iktidardır. Siyasî iktidar tarafından yapılan her şey, Tanrı’nın merhametini ya da adaletini yansıtır. Hiç kimse siyasî iktidarın yönetme gücüne ve düzenine karşı çıkamaz çünkü o Tanrı’nın temsilcisidir. Binaenaleyh ilahi iradeye dayanmayan hukukun ilke ve kuralları boştur. Siyasî iktidarın kanunları ya da emirleri, dinî öğretiyle uyumlu değilse hiçbir anlam ifade edemez. İlahi hukuka bağlı kalmak bir zorunluluk olduğu gibi, aynı zamanda kollektif yararı da olan bir durumdur. Mesela; İslam hukuku zaviyesinden bakıldığında; “devlet” (hilafet), dine ve dünyaya ait işlerin yürütülmesi için “nübüvvet”e “halef” kabul edilmiş bir müessesedir ve temel varlık sebebi de insanların; can, mal, akıl, namus ve din emniyetini temin içindir.[3] Devletin varlığının insanları kötülüklerden ve zulümlerden koruyacağı, aralarındaki problemleri çözümleyerek barışı sağlayacağı; yokluğununsa toplumsal kaosa yol açacağı elbette akılla temellendirilebilir bir argümandır. Ancak akıl tek başına insanların kuralları ve kaideleri içselleştirmeleri için yeterli değildir. Çıkarları aleyhine de olsa onlara adaleti ve merhameti emredecek yegâne faktör bu anlamda dindir. Allah ve ahiret yoksa insanlar çıkarlarına aykırı durumlarda niçin adil olsunlar? Kur’an’ın; “Muhakkak ki Allah; adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl Suresi 90), “Ey inananlar; adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Nisa 135), mücbir emri şüphesiz adaleti sağlamaya matuftur. Meşruiyetin vasıtaları ise şu şekilde sıralanmaktadır: “Müslümanlar, günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, kusurları bağışlarlar. Aralarındaki işleri, istişare ile şura ile hallederler. Kendilerine verilen rızıktan (mülkten) yoksullara da harcarlar. Haksızlığa uğradıklarındaysa yardımlaşıp kendilerini savunurlar.” (Şura 37-39); “Allah size, mutlaka emanetleri (kamusal vazifeleri) ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 58). Literal anlamıyla değerlendirildiğinde söz konusu İslamî prensiplerin gayet rasyonel olduğu ve siyasal fonksiyon olarak da temelde adaletin tahakkukunu hedeflediği açıktır. Ne var ki kitabî ifadelerin Müslümanların pratik hayatında karşılığının bulunduğunu söylemek de bir hayli zordur…
Doğal eşitlik eksenindeki sivil organizasyonu ve rızaya dayalı hükümeti ifade eden modern siyasal sistem, demokrasi ya da cumhuriyet rejimlerinin arka planındaki tanımsa siyasetin “uzlaşma ve mutabakat” olduğu yönündeki tanımdır. Ortaçağın dinle meşrulaştırılan hiyerarşik-feodal düzenine karşı, eşitlik ve özgürlük talebiyle ortaya çıkan bu anlayış; liberal ilkelere derin bir bağlılığı yansıtmakta, toplumsal ilişkilerin uzlaşılması (compromise) mümkün olmayan çatışmadan ziyade mutabakatla (consensus) karakterize edilebileceğine ve müzakere ve tartışmanın faydasına yönelik müspet bir inanca dayanmaktadır.[4]Hukuk devletinin kurucu önderlerinden John Locke’a göre; toplumsal kuralların ihdası ve icrası yetkisi anlamında siyasî iktidar, tanrısal bir bağış değil, sadece ve sadece insanların kendi aralarında yapacakları anlaşmayla, sözleşmeyle (compact) gerçekleşir. Yani siyasî otorite; doğal haldeyken herkesin sahip olduğu temel hakların bireysel muhafazası yetkisini, sivil toplum inşa ederek, devlete devrettikleri bir otoritedir. Bu hakkın kullanımının müşterek otorite, temsilî devlete devrinin gayesi ise insanların doğal hakları; hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi temel hakların (lives, liberties, estates: property) kollektif muhafazasıdır. Doğal hukuk açısından herkes, doğal olarak hem özgür hem de eşit bireylerdir. İnsanlar; doğal halden, sivil-siyasal duruma geçseler bile doğal hakları her zaman bakidir. Onlar için değişen şey, herkesin kendi hukukunu kendisinin tahakkuk ettirme zorunda kaldığı “ihkak-ı hak” durumunun yerine, doğal hukuk eksenli pozitif hukuk uygulamasının geçirilmesidir. Pozitif hukuka tabi olmak; insanların kendi rızalarıyla ihdas ettikleri sözleşme hukukuna tabi olmaktan başka bir şey değildir. Mer’i hukuk anlamındaki pozitif hukuk, kendi doğası veya gücü sayesinde değil, müşterek otoriteye itaati ve toplumsal barışı korumayı emreden doğal hukuk sayesinde bağlayıcıdır. Bu çerçevede kurulmuş olan devlet; meşruiyetini insanların rızaları ve sözleşmelerinden alan temsilî, sınırlı, anayasal, demokratik bir hukuk devleti modelidir ve temel fonksiyonu da insanların doğal haklarını müdafaa ve muhafaza etmektir[5]
Feodal aristokrasiyi eşitlik ve özgürlük talepleriyle yıkmaya muvaffak olan liberal demokratik anlayış, sekülarizasyonun ve utiliteryan etiğin iğvasına kapılıp, doğal hukuka riayeti unutarak, kapitalizme tebdil edince ve yalnızca yeni egemen sınıf burjuvazinin baskı aracına dönüşünce onun da alternatifleri aranmaya başlanmıştır. Kurulabildiği taktirde daha iyi bir siyasal sistem olacağı ümit edilen ideal de sosyalizm-komünizm ütopyasından başkası değildir. Toplumsal eşitliğin yalnızca hukukî eşitlik savunusuyla gerçekleşemeyeceğini, şöyle ya da böyle ekonomik eşitliğin realizasyonunun da gerektiğini ileri süren alternatif, yeni modern siyasal sistem sosyalizm-komünizmin arka planındaki tanım ise siyasetin “kamu kaynaklarının meşru ya da gayrı-meşru dağıtım vasıtası” olduğu yönündeki tanımdır. Bu tanımlamaya göre sosyalist-komünist rejim öncesi dönemlerde yaşanan siyaset, kamu kaynaklarının gayrı-meşru dağıtım vasıtasını temsil ederken, sosyalist-komünist rejimin ihdasıyla birlikte meşru dağıtım vasıtasını temsil edecektir. Karl Marks ve Marksist teorisyenler tarafından benimsenen bu yaklaşım, siyaseti yalnızca emretme yetkisini elinde tutan hükümet-devlet alanında değil, beşerî varoluşun formel-informel her alanında, kaynakların üretimi, kullanımı ve dağıtımıyla ilgili bütün faaliyetlerde geçerli görmektedir. Kamu kaynaklarının gayrı-meşru bir biçimde dağıtılır hale gelmesinin sebebi şüphe yok ki komünal mal birliğinden ayrışan özel mülkiyetin ve özel çıkarların teşekkülüdür. Tek doğal birlikteliği ifade eden aile içerisindeki işbölümü, toplumun farklı farklı ve birbirine karşıt ailelere ya da gruplara ayrılmasıyla doğallıktan çıkınca, sosyal ilişkilerde çelişkilere yol açar. Doğal olmaktan çıkan işbölümü, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da hem işin ve ürünlerinin eşit olmayan bir dağılımını, üleştirilmesini, hem de aynı zamanda muayyen bir grubun çıkarıyla birbirleriyle ilişkisi bulunan bütün fertlerin (toplumun) kollektif çıkarları arasındaki çelişkiyi içerir. Haddizatında asıl çelişki, özel çıkar ile kollektif çıkar arasındaki çelişki olup; bu çelişki, kollektif çıkarı, devlet sıfatıyla ama her zaman aldatıcı bir ortaklık görünümü altında, bireylerin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. İşbölümü tarafından determine edilen bu cinsten bütün örgütlenmelerin arka planında esasen, diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan sınıfın çıkarları bulunur. Buradan çıkarılması gereken sonuç, bu sınıfın, gerektiğinde kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere, siyasal iktidarı ele geçirmek zorunda olduğudur. Zaten, kollektif ve kollektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çatışan özel çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı kollektif çıkarların devlet biçimindeki pratik müdahalesini zorunlu kılar. Yani devlet, komünal mal birliğinden ayrışan özel mülkiyetin ve özel çıkarların teşekkülü neticesinde, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, diğer sınıfları egemenliği altında tutabilmek maksadıyla, manipülatif kollektivitenin, bir aldatmacadan ibaret olan genel çıkarların muhafazası adı altında örgütlenmesinden ve bu örgütün, toplumun dışında muayyen bir varlık kazanmasından başka bir şey değildir. Tam da bu noktadan itibaren, kamu kaynaklarının gayrı-meşru dağıtımı başlar.[6] Bu gayrı-meşru dağıtım ancak komünal mal birliğine dönüldüğünde son bulacaktır. Bunu sağlayacak olan da üretici güçler ile üretim/mülkiyet ilişkileri arasındaki çelişkilerdir. Antik, Feodal ve Burjuva toplumsal yapıları içerisinde bu çelişkiler daima var olmuştur. Çelişkilerin yaşandığı son tarih öncesi form Burjuva toplum yapısı, makineleşmenin yoğunlaşmasıyla birlikte git gide daha çok iki sınıf, sermayedarlar ve emekçiler arasındaki çatışma niteliğine dönüşecek ve sınıf savaşımlarının belirleyici anının yaklaştığı sıralarda, toplumun tümünde işleyen çözülme süreci; rekabet sayesinde öylesine zorlu, çarpıcı bir niteliğe bürünecek ki egemen sınıfın küçük de olsa bir bölümü, kendini bu sınıftan koparacak ve emekçiler sınıfına katılacaktır. Bu aşamadan itibaren de devrim resmen başlamış olacaktır. Devrim; hem egemen sınıfı devirmenin yegâne yolu olduğu için hem de devrimci sınıfın ancak bu yolla kendini geçmişin pisliklerinden kurtarıp toplumu yeniden dizayn edebilme imkânı bulabileceği vasıta olduğu için zorunludur.[7] Devrimle gerçekleşecek olan yeni sistemin ilk aşaması proletarya diktatörlüğü, herkesin üretime katkıda bulunduğu oranda pay alacağı sosyalizm, ikinci aşaması ise sınıflı yapının ortadan kalktığı, devlet örgütlenmesine ihtiyacın duyulmadığı ve herkesin ihtiyacı oranında toplumsal üründen pay alacağı komünizm modelidir.[8] Komünizmin kuruluşuyla birlikte, kamu kaynakları üzerindeki gayrı-meşru dağıtım son bulacak, komünal mal birliği tekrar ihdas edilecek ve meşru dağıtım düzeni yeniden hayata geçirilecektir. Kısacası sosyalist-komünist bir siyasal sistem açısından meşru bir siyasetten söz edilecekse şayet o, temel fonksiyonu kamu kaynaklarının meşru dağıtım vasıtası olan siyasettir…
Tüm bu anlatılanlar ışığında bir değerlendirme yapmak gerekirse, acaba siyasetin Türkiye’deki fonksiyonları hakkında ne söylenebilir? Acaba Türkiye’deki mevcut siyasetin temel fonksiyonu, klasik dönem düşünürlerinin savundukları gibi toplumsal erdem diye değerlendirilen adalet erdeminin tahakkuku mudur yoksa geleneksel İslam hukukçularının savundukları gibi can, mal, akıl, namus ve din emniyetinin temini midir yoksa eşitlik ve özgürlük talebinde bulunan modern demokrat ya da cumhuriyetçi filozofların savundukları gibi insanların temel-doğal haklarının müdafaa ve muhafazası mıdır yoksa sosyalist-komünist teorisyenlerin bahsettikleri gibi “kamu kaynaklarının meşru ya da gayrı-meşru dağıtım vasıtası” mıdır? Ne yazık ki Türkiye’deki mevcut siyasetin temel fonksiyonunun, klasik dönem düşünürlerinin savundukları gibi toplumsal erdem olarak değerlendirilen adalet erdeminin tahakkuku olduğunu söylemek bir hayli zordur. Adliyeye güvenin yerlerde süründüğü bir atmosferde adaletin tahakkukunun imkânı var mıdır? İktidarın güdümündeki bir yargı, adalet dağıtabilir mi? Ortada hiçbir mahkeme kararı yokken insanlar işinden ve aşından yoksun bırakılıyorsa o ülkede adaletin varlığından söz edilebilir mi? Yine ne yazık ki Türkiye’deki mevcut siyasetin temel fonksiyonunun, geleneksel İslam hukukçularının savundukları gibi can, mal, akıl, namus ve din emniyetinin temini olduğunu söylemek de bir hayli zordur. Mevcut iktidarın adaleti esas almak gibi bir tasasının olduğundan, adaletle hükmettiğinden; icraatlarında istişareye, şuraya riayet ettiğinden; kamusal vazifeleri (emaneti) ehline, layık olanlara verdiğinden; miri malını yoksullara harcadığından, vs. vs. bahsedilebilir mi? Mesela; milyarlarca “ABD Doları” meblağ, kamunun helal vergilerini, bir avuç zengine aktaran “Kur Korumalı Mevduat Hesabı” uygulamaları Kur’anî İslam ile bağdaştırılabilir mi? Yine ne yazık ki Türkiye’deki mevcut siyasetin temel fonksiyonunun, eşitlik ve özgürlük talebinde bulunan modern demokrat ya da cumhuriyetçi filozofların savundukları gibi insanların temel-doğal haklarının müdafaa ve muhafazası olduğunu söylemek de bir hayli zordur. Mevcut iktidara rağmen, insanların temel-doğal haklarının müdafaa ve muhafaza edilebildiği iddia edilebilir mi? İnsanların hayat, hürriyet, mülkiyet ve güvenlik hakları garanti altında mıdır? Tüm bu suallere müspet cevap vermenin kolay olmadığı açıktır. Görünen o ki Türkiye’deki mevcut siyasetin temel fonksiyonu; Marksist düşünürlerin tespit ettikleri üzere, esasta “kamu kaynaklarının dağıtım vasıtası” olmasıdır. Ancak bu dağıtım, maatteessüf, iktidardakilerin kendilerini güya nispet ettikleri İslamî, “İnsanlar için yalnızca emeklerinin karşılığı vardır.” [“Ve-en leyse lil-insâni illâ mâ se’â” (Necm Suresi 39.)] prensibi çerçevesinde de değildir… AKP’nin “altın bürokrat” simalarına bahşedilen üç maaş – beş maaş imtiyazının; makam aracı şatafatının; aynı adreslere teslim edilmek üzere dövize endeksli, araç garantili geçilmeyen köprü, yolcu garantili inilmeyen havaalanı, hasta garantili gidilmeyen şehir hastanesi ihalelerinin, vs. vs. yukarıdaki prensiple telifi kabil midir? Belki de sorulması gereken asıl sual şu: Meşruiyetini, “nispetle var olmanın dışında hiçbir mümeyyiz vasfı bulunmayan kitleler” üzerinden devşiren bir iktidardan, başka türlüsünü beklemek mâkul bir beklenti midir?
[1] Platon, Devlet Adamı, Çev., B. Boran – M. Karasan, MEB. Yay., Ankara, 1960.
[2] Aristoteles, Politika, Çev., M. Tunçay, Remzi K., İstanbul, 1990.
[3] Maverdî, El-Ahkamu’s-Sultaniyye, Çev., A. Şafak, Bedir Yay., İstanbul, 1976.
[4] Andrew Heywood, Siyaset, Çev., B. B. Özipek, Liberte Yay., Ankara, 2006.
[5] John Locke, Two Treatises of Government, Book 1-2, Ed. Peter Laslett, C. Uni. Press, Cambridge, 1994.
[6] Karl Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1976.
[7] Karl Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.
[8] Karl Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi, Çev., İ. Yarkın – M. A. İnci, İnter Yay., İstanbul, 1999.