Bahis mevzuu tartışmaların kaynağı; Taksim Yayalaştırma Projesini protesto etmek amacıyla 28 Mayıs – 30 Ağustos 2013 tarihleri arasında Gezi Parkında düzenlenen eylemlerin, güya ülke çapında kitlesel şiddete dönüştürüldüğü gerekçesiyle TCK Madde 312 kapsamında açılan ceza davasının (Gezi Parkı Davası) sekiz sanığından biri olan Can Atalay hakkındaki dosyanın, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçlaması ve “on sekiz yıl hapis cezası ile cezalandırılması ve hükümle birlikte tutuklanması” kararıyla hükme bağlanmasıdır… Tutuklu Can Atalay; anılan karar Yargıtay 3. Ceza Dairesinde temyiz incelemesindeyken, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi 28. Dönem Hatay Milletvekili olarak seçilince, yasama dokunulmazlığına sahip olduğunu belirterek, ilgili ceza dairesinden Anayasa’nın 83’üncü maddesi gereğince durma kararı verilmesini ve tahliyesini talep etmiş ancak Yargıtay 3. Ceza Dairesi talebi, “Sanığın üzerine atılı cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükumetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme suçunun Anayasa’nın 14. maddesi kapsamında yer alması ve soruşturmasına seçimden önce başlanmış olması dikkate alındığında Anayasa’nın 83’üncü maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesi uyarınca yasama dokunulmazlığından faydalanamayacağı kanaatine varılmakla yargılamanın genel usul hükümlerine göre devam etmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.” diyerek reddetmiştir. Can Atalay; işbu karara da Yargıtay 4. Ceza Dairesi nezdinde itiraz etmiş ancak “anılan kararda isabetsizlik, usul ve yasaya aykırılık bulunmamaktadır” denilerek, talebi yine reddedilmiştir. Tartışmalar, Can Atalay; temyiz aşamasındaki nihai hükmü öğrendikten sonra “hak ihlali” gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru talebinde bulununca bir üst seviyeye taşınmış, fitili ateşleyen olay da söz konusu bireysel başvuru Anayasa Mahkemesi nezdinde henüz inceleme safhasındayken, Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, Anayasa Mahkemesi kararını beklemeyip, Can Atalay hakkındaki mahkûmiyet hükmünü onaması olmuştur…
Türkiye Cumhuriyeti devletinin en üst hukuk mercii olarak Anayasa Mahkemesi davayla ilgili (özetle) şu kararı (2023/53898 – 25/10/2023) vermiştir:
“Belirtmek gerekir ki anayasa koyucu Anayasa’nın 83’üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar” ibaresi kapsamındaki suçların neler olduğunu açıkça belirlememiş, kanun koyucu da söz konusu suçları belirleyen bir kanuni düzenleme yapma yoluna gitmemiştir. Bu nedenle de derece mahkemeleri yargılamaya konu edilen suçun Anayasa’nın 14’üncü maddesi kapsamına giren bir suç olup olmadığını kanun koyucu tarafından çıkarılmış bulunan bir kanun metnini yorumlayıp uygulayarak değil doğrudan Anayasa hükmünü yorumlayıp uygulayarak belirlemektedir. O hâlde derece mahkemelerinin Anayasa’nın 14’üncü maddesine ilişkin olarak yaptığı yorumun öngörülebilirliği ve belirliliği ifade eden kanunilik ölçütüne uygun olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Norm denetiminde olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine aittir.”
“Anayasa’nın 14’üncü maddesinin başlığı “Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması” olarak belirlenmiştir. Maddenin birinci fıkrası uyarınca kötüye kullanmadan bahsedebilmek için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir. Birincisi ortada her şeyden önce Anayasa’da yer alan bir temel hak ve hürriyetin kullanımı söz konusu olmalıdır. İkinci olarak da söz konusu temel hak ve hürriyetler “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler” biçiminde kullanılmalıdır. Dikkat edilirse 14’üncü maddede “suçlar” değil hakkın kötüye kullanılması “durumları” düzenlenmiştir. Bir hakkın kötüye kullanılmasının otomatik olarak suç kabul edilmesi mümkün değildir. Bunun için bir kötüye kullanmanın ayrıca ve açıkça kanunla suç olarak düzenlenmesi gerekir. Nitekim kuralın üçüncü fıkrasında 14’üncü maddedeki durumların müeyyidesinin kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. 14’üncü maddede ne bir suç tanımı yapılmış ne de bir suç listesi verilmiştir.”
“Yargıtay 3. Ceza Dairesinin başvuruya konu kararında Anayasa’nın 83’üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar” ibaresine ilişkin olarak Anayasa’nın 14’üncü maddesi metni üzerinden yaptığı yorumların kuralda bir belirlilik ve öngörülebilirlik sağladığını söylemek mümkün değildir.”
“Anayasa koyucu Anayasa’nın 83’üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Anayasanın 14’üncü maddesindeki durumlar” ibaresinin belirliliğini sağlama görevini kanun koyucuya vermiş, yorum yoluyla 14’üncü madde kapsamına giren suçları belirlemek için yargı organına açık bir yetki vermemiştir. Kuşkusuz ki yargı organı kural koyucu bir organ olmadığı için yorum yolu ile yasama dokunulmazlığının ve dolayısıyla seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının kapsamını belirleyemez.”
“Bu kapsamda 3. Ceza Dairesinin başvuruya konu kararı yahut başka bir yargı merciinin içtihatları, Anayasa’nın 13’üncü maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğine ilişkin hükmünde yer alan “kanunilik şartı”nı taşıyan kurallar olarak kabul edilemez.”
“Kuşkusuz Anayasa Mahkemesi, Anayasa hükümlerini yorumlama konusunda yegâne makam değildir. Anayasa hükümlerini uygulamak, temel hak ve özgürlükleri korumak ve uyuşmazlıklarda somutlaştırmak diğer yargı organlarının ve kamu gücünü kullanan tüm organların da yükümlülüklerindendir. Bu bağlamda, bir kez daha vurgulamak gerekirse, Anayasa’da yer alan kuralların, temel hak ve özgürlüklere ilişkin güvence ve ölçütlerin yorumlanması bakımından bütün anayasal organların yetkisi bulunmakla birlikte norm denetiminde olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine aittir.”
“Anayasa Mahkemesince tespit edilen ihlalin altında yatan sorunları giderme yönünde kamu gücünü kullanan makamlar genel bir yükümlülüğe sahip olmasına karşın Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi içtihadına aykırı davranmış, benzer ihlalleri önleme yükümlülüğünü yerine getirmemiş; aksine başvurucunun anayasal haklarını -Anayasa’nın parlamentoya verdiği bir yetkiyi kullanarak- daraltıcı bir şekilde yorumlamak suretiyle ihlal etmiştir.”
“Netice olarak eldeki başvuruda; seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının korunmasına ilişkin temel güvencelere sahip, belirliliği ve öngörülebilirliği sağlayan anayasal veya yasal bir düzenlemenin bulunmaması nedeniyle başvurucunun (Can ATALAY) Anayasa’nın 67’inci maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.”
“İncelenen başvuruda yasama dokunulmazlığına rağmen hükümle birlikte uygulanan tutukluluğun sürdürülmesi sebebiyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının; tutukluluğun sürdürülmesi, yargılamaya devam olunması nedenleriyle de seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararlarından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.”
“Başvurucu (Can ATALAY) yargılandığı dava kapsamında bireysel başvuru anında tutuklu statüsünde iken mahkûmiyet hükmünün onanmasıyla hükümlü haline gelmiştir. Bu durumda başvurucu milletvekili seçildiği halde tutuklu yargılanmaya devam edilmiş ve hakkındaki mahkûmiyet hükmü de onanmıştır. Buna göre Anayasa Mahkemesince başvurucu hakkında tespit edilen hak ihlallerinin sonlandırılmasına ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yönelik olarak;
- i. Yeniden yargılama işlemlerine başlanması,
- ii. Mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması ve ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması,
- iii. Başvurucunun hükümlü statüsünün sona erdirilmesi,
- iv. Yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi işlemlerinin yerine getirilmesi zorunludur.
Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 153’te şu şekilde beyan edilmektedir: “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” İlgili anayasa maddesinin hükmü her ne kadar açık ise de AKP iktidarının egemen olduğu bugünün Türkiye’sinde geçerliliğinin bulunmadığı da maalesef açıktır. Zira Anayasa Mahkemesinin kararı ne İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesini ne Yargıtay 3. Ceza Dairesini ne de tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanlığı makamını bağlamıştır. Üstüne üstlük Yargıtay 3. Ceza Dairesi hızını alamamış, “hukuk devleti” normlarıyla bağdaşması kabil olmayan bir öfkeyle kararı veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında “suç duyurusu” yapmıştır.[1] Binaenaleyh Can ATALAY da Anayasa Mahkemesinin “hak ihlali”kararına rağmen tutukluluktan kurtulamamıştır. Şüphesiz bu durumun tek mümkün izahı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin hakikatte bir “hukuk devleti” olmadığı gerçeğidir… Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunur da Yargıtay Başkanlığı olaya bigane kalır mı? Kalmadı ve (özetle) şu kamuoyu açıklamasını yayınladı: “Kamuoyunun gündemini meşgul eden Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, Şerafettin Can Atalay hakkındaki kararları ile ilgili olarak, kamuoyunun doğru bilgilendirilmesi amacıyla aşağıdaki açıklamaya ihtiyaç duyulmuştur… Anayasa’nın m.154/1’e göre, ‘Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir.’ Anayasa’nın 154’üncü ve Yargıtay Kanunu’nun 13’üncü maddesine göre, Yargıtay’ın adli yargı alanında hukukun ülkede eşit şekilde uygulanmasını sağlama görevi bulunmaktadır. Hukukun objektif, belirli ve öngörülebilir olması, eşitlik ve hukuki güvenliğin ve özellikle de adil yargılanma hakkının teminatıdır… Anayasa’nın 148’inci maddesinde ise Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkileri tanımlanmış, bu görevler arasına 07.05.2010 tarih ve 5982 sayılı Anayasa değişikliği ile “bireysel başvuru” da eklenmiş, 2012 yılından itibaren de uygulanmaya başlanmıştır… Bireysel başvuru incelemelerinde Anayasa Mahkemesine başvurulabilmesi için “olağan kanun yollarının tüketilmesi” şarttır. Yine Anayasa’nın 148/5 hükmüne göre, “Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.” şeklindeki hüküm ile bireysel başvurunun yargısal sınırı çizilmiştir… Anayasa Mahkemesi adli ve idari mahkemelerce verilen kararları bozan bir mahkeme olmadığı gibi istinaf ve temyiz mercii olarak davaları yeniden incelemeye yetkili bir makam da değildir… Anayasa Mahkemesinin, bireysel başvuru incelemelerinde zaman zaman anayasal ve yasal sınırları aşarak Yargıtay ve Danıştay uzman dairelerince geliştirilen yerleşik içtihatları ters yüz edecek, hukuk sistemini kaosa sürükleyecek şekilde kararlar alması, kesin hüküm etkisini tamamen devre dışı bırakılmasına neden olmaktadır… Anayasayı korumak amacıyla kurulan Anayasa Mahkemesi, tartışmalara konu olan davada, anayasa koyucunun iradesini yok sayarak Anayasa’nın 83’üncü maddesindeki atıf nedeniyle somut olaya uygulanması gereken 14’üncü maddesini işlevsiz bırakmıştır… Anayasa Mahkemesinin uygulamalarının doğurduğu hukuki sonuçlar gözetilmeksizin, bir yüksek mahkeme olan Yargıtay ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin yargısal görev ve yetkisi kapsamında verdiği kararlara yönelik yüksek yargı kurumlarının saygınlığını zedeleyen ve eleştiri sınırlarını aşan haksız tepkiler üzüntüyle karşılanmaktadır…”[2] iyi de sormak gerekmez mi, Anayasanın 153. Maddesi, “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” hükmü sizi bağlamıyor mu? Yargıtay Başkanlığı’nın kamuoyu açıklamasından daha da korkuncu Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın; Cumhurbaşkanlığı Makamı, Anayasa Mahkemesinin üstünde bir “hukuk mercii” imiş gibi (Zira; Cumhurbaşkanlığı Sistemi, Patriarkal Monokrasi rejimidir.) hem kendisinin hakemliğinden bahsetmesi hem de doğrudan Anayasa Mahkemesini hedef tahtasına oturtarak, “Her şeyden önce Yargıtay’ın bir yüksek mahkeme olduğunu herhalde kimse inkâr edemez. Anayasa Mahkemesi bu noktada maalesef birçok yanlışları da arka arkaya yapar hale geldi. Bu da bizi ciddi manada üzmektedir. Şu an itibarıyla Yargıtay’ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez. Anayasa Mahkemesinin kararına karşı Yargıtay da şu anda demiştir ki sen yüksek mahkemeysen ben de yüksek mahkemeyim ve yüksek mahkeme olarak da şu anda sizinle ilgili bir yaptırımı ben de talep ediyorum. Bu talebinin gereğini bekliyor ve bu talebine karşı bunun gereğini yerine getirecek olan merci neresiyse o merciden bu talebini istiyor. Bu parlamentoysa parlamentodan istiyor. Şimdi, Can ATALAY’ı alın koyun bir kenara. Bundan önce yine benzer şeyler maalesef oldu. Parlamentomuz da bu konularda ağır hareket ediyor. Yani birçok terörist parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılması süreci geciktiği için kaçtılar, yurt dışına çıktılar. Bunların bu kadar ağır ele alınmaması gerekiyor… Çok seri kararla bu işlerin bitirilmesi lazım. Seri olarak bu adımlar atılmayınca ondan sonra bakıyorsunuz birisi Amerika’da, birisi Almanya’da, birisi Fransa’da meydana çıkıyor. Ondan sonra da oralardan Türkiye’yi tehdit ediyorlar. Benim ülkem yurt dışına kaçmış sapıkların tehdidiyle karşı karşıya kalmamalı, kalamaz. Anayasa Mahkemesi de bu konuyla ilgili olarak Yargıtay’ın attığı bu adımı hafife alamaz, almamalıdır. Eğer partimden bazı arkadaşlar da burada Yargıtay’ı yerip, Anayasa Mahkemesi’ne övgüler düzüyorsa onlar da yanlış yapıyorlar. Bizim; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için anlayışıyla hareket etmemiz lazım. Buralarda kalkıp da birilerine şirin görünmenin anlamı yok. Son olarak şunu da vurgulamak isterim ki Anayasa yapma yetkisi Yüce Meclisimizindir ve bu yetkisini devredemez. Kimse de milletin iradesi ile oluşmuş meclisin bu mutlak yetkisine el uzatamaz… Tartışmaya kimin haklı, kimin haksız olduğundan ziyade, bu hadisenin işaret ettiği ihtiyaçların bir an önce giderilmesi için neler yapılması gerektiği zaviyesinden bakıyoruz. Bu açıdan baktığımızda da karşımıza, ülkemizi yeni anayasaya kavuşturma ihtiyacının gerekliliği çıkıyor. İnşallah bu hususta, Meclis’te gereken anlayış birliğine ulaşılarak, yeni anayasa çalışmaları en kısa sürede başlatılır. Hem yüksek yargı kurumlarımızın temsilcileri, hem bu konuda yetkinliği herkesçe kabul edilen hukukçularımızla görüşerek meseleye hal yolu bulacağız. Biz tartışmada taraf değil, hakemiz. Gerekirse, Anayasa ve yasa değişiklikleri dahil tüm yöntemleri kullanarak tekrar böyle bir tartışmanın ortaya çıkmaması için gerekenleri yapacağız.”[3] beyanında bulunmasıdır…
Şüphe yok ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin hakikatte bir “hukuk devleti” olması, hukukun sadece kağıt üzerinde kalmayıp, pratikte gerçekleşebiliyor olması şartına da bağlıdır. Hukuk devleti; adaleti tahakkukla muvazzaf devlet demektir. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” anlayışını düstur edinen bir iktidarın “hukuk devleti” iddiaları yalnızca ve yalnızca bir manipülasyondur. Hukuk devleti yoksa o ülkede adalet de elbette yoktur. Bir taraftan “Ey iman edenler, kendinizin veya anne babanızın veya akrabalarınızın aleyhine de olsa adaleti ayakta tutun.” (Nisa 135) nassına inanıldığı iddia edilecek, diğer taraftan da “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için.” anlayışı savunulacaksa orada adaletin tesisi mümkün değildir. Adaletin tesisi demek, hukuk devletinin tesisi demektir. Bunun için de öncelikle yasama, yürütme ve yargı organlarının yetki ve görev alanlarının çok net belirlenmesi; artı, yargı bağımsızlığının ve hak arama yollarının güvence altına alınması zorunludur. Yargı bağımsızlığı ve hak arama yollarının ana güvencesi ise suçsuzluk karinesi (beraet-i zimmet), suç ve cezaların kanunîliği, geçmişe yürümezliği, kazanılmış haklara saygı, hakların kötüye kullanılmaması, haksız olarak verilen zararların tazmini, kimsenin kendi davasında yargıç olmaması, idarenin kanuniliği gibi “hukukun evrensel ilkeleri”ne bağlılıktır.[4] Sözü edilen hukuk ilkelerine uyulmadığı taktirde, manipülatif yargı tartışmaları kaçınılmaz olacağı gibi hukuk devletinin varlığı da elbette sadece bir aldatmaca olacaktır. Şüphesiz bugünün muktedirleri, hayalî gerekçelerle birileri hakkında “Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçlamasıyla TCK Madde 312’den dava açıyor ve onları keyiflerince cezalandırıyorsa yarının muktedirleri de hakikî gerekçelerle birileri hakkında “Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs” suçlamasıyla TCK Madde 309’dan Anayasayı ihlal davası açıp, onları adaletle cezalandıracaktır?!
[1] https://www.ntv.com.tr / 08.11.2023
[2] https://www.yargitay.gov.tr/kategori/29/basin-aciklamalari / 10 Kasım 2023
[3] https://www.ntv.com.tr 10 Kasım 2023
[4] Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1996.