Sosyal devlet; kapitalist ve sosyalist rejimlerin toplumsal çoğunluk lehine sağlayamadığı insana yaraşır hayat standartları anlamında özgürlük, eşitlik ve ekonomik refahı, kamu kaynaklarının adil dağılımı ve fırsat eşitliği gibi ilkelere istinaden, özellikle kahir ekseriyatı oluşturan dezavantajlı yurttaşlar lehine asgarî şartlarda da olsa temin etmek üzere tasarlanan yönetim biçimidir. Almanca kökeniyle “sozial-staat” ifadesi, Şansölye Otto von Bismarck‘ın muhafazakâr reformlarının bir parçası olarak devlet destekli programları tanımlamak üzere 1870‘den beri kullanılmaktadır. İfade; Anglo-fon ülkelerde, Anglikan Başpiskoposu William Temple’ın İkinci Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı Christianity and the Social Order (1942) başlıklı kitapta kullandığı “refah devleti” (welfare state) karşılığıyla popüler hale gelmiştir. Bir siyasal sistem olarak ilk önemli örneği ise Sir William Henry Beveridge‘in Sosyal Sigorta ve Müttefik Hizmetler (1942) başlıklı raporuna (Beveridge Report) dayanan ve İngiliz İşçi Partisi tarafından 1945’te uygulamaya konulan geniş kapsamlı sosyo-ekonomik icraatlardır. Denilebilir ki İngiltere’de toplumsal yeniden yapılanmaya ve sosyal devlete karşılık gelen “çağdaş (contemporary) siyasal sistem”in inşası; Beveridge Report’ta bireysel varoluşu çürüten beş büyük toplumsal kötülük (five giants) biçiminde bahsi geçen, mülkiyet dağılımından neşet eden yoksulluk (want), istihdam imkânsızlığından kaynaklanan işsizlik (idleness), barınacak yer temin edememekten doğan sefalet (squalor), eğitim eksikliğinden hasıl olan cehalet (ignorance) ve yetersiz sağlık hizmetlerinden türeyen bin bir çeşit hastalık (disease) gibi problemlere dair önerilen çözümler sayesinde mümkün olmuştur. Binaenaleyh, toplumsal ilişkilerin yeniden düzenlenmesinde aktif bir güç olarak sosyal devlet; yalnızca ekonomik eşitsizliğin yapısına müdahale eden ve onu düzeltmeye çalışan yeni bir mekanizma değil, aynı zamanda yeni bir tabakalaşma sistemidir…
Sosyal devletin temel fonksiyonları hususundaki genel kabul şudur: 1) Mevcut toplumsal geliri, maddî yoksunluklarla karşı karşıya bulunan veya sosyal risklere maruz kalma ihtimali yüksek olan insanlar yararına, onların hayat standartlarını yükseltmek maksadıyla yeniden dağıtmak. Bu çerçevede yapılması gerekenlerse yoksulluğun azaltılması, asgarî ücretin artırılması, haksız işten çıkarmaya karşı koruma sağlanması, işgücü piyasasının düzenlenmesi, sosyal konut temini, yaşlı ebeveynlerin ve emeklilerin ailelerinden tecrit edilmelerinin engellenmesi ve kültürel dışlanmanın önlenmesi yönünde kamusal mekanizmalar oluşturmak. 2) Yurttaşların kendilerini sosyal zorluklara karşı güvenceye almalarını ve gelirlerini hayatları boyunca daha verimli bir şekilde kullanmalarını temin edecek bir tür kumbara fonksiyonu kabilinden emeklilik, kaza, işsizlik sigortası gibi sigorta sistemleri oluşturmak. 3)Ülkenin beşeri ve sosyal sermayesine yatırım yapmak. Anaokulundan üniversite mezuniyetine ve hatta yetişkinlerin kendilerini geliştirmelerine yönelik iş dışında devam edebilecekleri ücretsiz eğitim kurumları oluşturmak… Sosyal devletin politik öncelikleri de şöyle sıralanabilir: 1) Makro ve mikro ekonomik verimlilik: Sosyal devlet; özellikle sigortalanamayan riskler olmak üzere beklenen sonuçlardan sapmaların gerçekleşebileceği her yerde piyasa başarısızlıklarına müdahale eder. Bu tür müdahaleler meşrudur çünkü zamanla ekonomik verimliliği artırır. Bireysel ekonomik verimliliğin yanı sıra kamusal ekonomik verimliliğin de iyileştirilmesi, optimum refah için ekonomi politikalarının merkezinde yer almalıdır. 2) Tüketimi dengelemek: Sosyal devlet; küçük çocuklu aileler, öğrenciler ve emekliler için nakit yardımı uygulamalarıyla insanların hayat boyu mali harcamalarını ve tüketimlerini dengelemelerine imkân tanır. 3) Risk paylaşımı: Sosyal devlet; hem işsizlik ve engellilik yardımları gibi mekanizmalar aracılığıyla bireylerin yaşam standartlarındaki beklenmedik ve kabul edilemez değişikliklere karşı sigorta sağlar hem de bireye ve topluma ödüller sunan iyi değerlendirilmiş riskleri almaya yönelik teşviklerin ortadan kaldırılmasına karşı önlemler alır. 4) Yoksulluğun hafifletilmesi: Sosyal devlet; yoksulluğun azaltılmasını en temel hedef olarak görür. Mesela; Avrupa Birliği ülkeleri insanlara hem asgari gelir garantisi sunar hem de barınma sağlamayı taahhüt eder. 5) Eşitsizliğin azaltılması: Sosyal devlet; artan oranlı vergilendirme yoluyla zengin hanelerden yoksul hanelere doğru yeniden dağıtımı taahhüt ettiği gibi benzer özelliklere sahip hanelere de eşit muamele edilmesini taahhüt eder. 6) Toplumsal dışlanmanın önlenmesi: Sosyal devlet; kültürel entegrasyonu ve dayanışmayı (solidarity) sağlamak üzere “altın kural” (golden rule) ekseninde insan onurunu korumayı, etnik, dinî ve cinsel her türlü ayrımcılığı yasaklamayı öngörür.[1]
İnsanların ekonomik, sosyal ve kültürel haklarını savunup, yeterli gıdaya, eğitime, sağlık hizmetlerine ve istihdama erişimlerini garanti altına almaya çalışan ve bunun için de sosyal devlet olma iddiasında bulunan rejimler; liberal refah devleti, muhafazakâr refah devleti ve sosyal demokrasi rejimleridir.[2] Liberal bir refah devletinde ücretli çalışma esastır ancak yardıma muhtaç insanlara da asgari seviyede yardım edilir. Sosyal sınıflar arasındaki farkların kapatılması temel bir hedef değildir. Bu nedenle de zengin ve yoksul kesimler arasındaki farklar hayli yüksektir. Sosyal reformun ilerleyişi liberal çalışma ahlakı normları tarafından ciddi şekilde sınırlandırılmıştır. Devlet ya pasif olarak (yalnızca asgari bir tutarı garanti ederek) ya da aktif olarak özel refah programlarını sübvanse ederek piyasayı teşvik eder. Liberal bir refah devletinin pratik sonucu; metadan uzaklaşmanın etkilerini en aza indirmesi, etkili bir şekilde sosyal haklar alanını içermesi ve devlet yardımından yararlananlar arasındaki göreli yoksulluk eşitliğinin bir karışımı olan, piyasa-içi farklılaştırılmış bir tabakalaşma düzeni kurmasıdır. Vergiler düşüktür ancak desteklenecek haklar azdır. Amerika, İngiltere, Kanada ve Avustralya liberal refah devletinin örnekleridir… Muhafazakâr refah devleti;Almanya’da Şansölye Bismarck’ın icraatlarıyla tarihsel korporatist-devletçi mirasın, yeni ‘endüstriyel toplum’yapısına uyarlanması maksadıyla tasarlanmış ve bilahare de muhafazakâr demokrat siyasî partilerce geliştirilmiştir. Bu modelde; piyasa verimliliği ve metalaştırma konusundaki liberal takıntı hiçbir zaman öncelikli olmamış, dezavantajlı kesimlere sosyal hakların tanınması daima benimsenmiştir. Baskın olan toplumsal durum farklılıkların korunması yönünde cereyan etse de devlet, refah sağlayıcısı olarak tamamen piyasanın yerini almış ve sınıf çatışmaları yok sayılarak, sınıflar arası işbirliği savunulmuştur. Öte yandan muhafazakâr ideolojiler, geleneksel aile yapısının korunmasına güçlü bir şekilde bağlı kalmış ve siyasal kurallar bir nevi geleneksel aile (devlet baba) modeli izlemiştir. Erkeğin çalışması ve kadının evde kalıp çocuklara bakması vergi avantajlarıyla teşvik edilmiş, aile yardımları, bekâr ebeveynler ve yalnız yaşayanlar için öncelikli olmamıştır. Sosyal sigorta genellikle çalışmayan eşleri kapsamamış, yalnız yaşayan yaşlılar için dahi gündüz bakımı ve benzeri aile hizmetlerinde kısıntıya gidilmiştir. Dolayısıyla da devlet müdahalesinin, ailenin kendi üyelerine hizmet etme kapasitesi tükendiğinde ancak başlayacağı vurgulanmıştır. Mamafih muhafazakâr reformcular tarafından desteklenen sosyal sigorta modelinin asıl hedefi, yardımlar vasıtasıyla insanların devlete olan sadakatini pekiştirmek, devlete olan sadakati ödüllendirmek, belli ölçülerde bu sadık grubun yüksek sosyal statüler edinmesini sağlamaktır. Bu yüzdendir ki muhafazakâr demokrat iktidarlarda muayyen değerlere sahip kişiler sosyal politikalardan yararlanırken, diğerleri dezavantajlı konumdadır. Bunun sebebi de şüphesiz muhafazakâr refah devletinin muayyen değerler eksenindeki organizasyonudur. Aristokrat Şansölye Bismarck‘ın da sonraki dönem muhafazakâr demokrat partilerin de öncelikli hedefi hep bu bu olmuştur. Almanya, Avusturya, İtalya ve Fransa gibi ülkeler şöyle ya da böyle muhafazakâr refah devletinin örnekleridir… Sosyal demokrat rejimlere gelince; sosyal haklara dair evrensellik ilkesinin tüm sınıfları kapsayacak şekilde genişletildiği ve bu hakların meta (alınır satılır mal) olmaktan çıkarıldığı “sosyal devlet” modeli, İskandinav ülkelerde (İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya) uygulanan siyasal formdur. Bu formdaki refah devletinin bir mantığının olduğunu söylemek gerekirse, bu mantığın tazminat ve telafi prensibi olduğunu söylemek mümkündür.[3] Sosyal demokratlar; yalnızca asgarî ihtiyaçların giderilmesinde eşitliği değil, en yüksek standartlarda eşitliği teşvik eden, sınıflar arasındaki ayrıma tolerans göstermek yerine toplumsal bütünlüğü savunan ve devlet-piyasa kutuplaşmasını ortadan kaldırmayı hedefleyen refah devletini öngörürler. İnsanların sadece yardıma ihtiyaç duyduklarında desteklenmelerini değil, aynı zamanda onların toplumdaki fırsatlarını eşitlemeyi de geye edinirler. Refahın adil dağılımını yalnızca performansa endekslemezler. İhtiyaçların ve fırsat eşitliğinin de dikkate alınmasını şart koşarlar. Özellikle sosyo-ekonomik sistemin, herkesin aynı fırsatlardan yararlanmasını sağlayacak şekilde tasarlanmasını savunurlar. Sosyal demokrasi için belki de en önemli siyasal unsur fırsat eşitliği ilkesine riayet edilmesidir. Bunun ayrıntılı izahı; müreffeh durumda yaşayanların faydalandığı imkânların niteliğine, dezavantajlıların da erişiminin garanti edilmesi ve sosyal eşitliğin sağlanmasıdır. Bu formülizasyonda ana hedef, eşitliğe dair metadan arındırıcı ve evrenselci programın, farklılaşmış beklentilere göre uyarlanması yönünde total bir karışımın gerçekleştirilmesidir. Böylelikle kol işçilerine, maaşlı beyaz yakalı çalışanlara veya memurlara yönelik, kazançlara göre derecelendirilen yardımlar, tüm katmanların tek bir evrensel sigorta sistemi altında birleştirilmesiyle aynı haklara dönüşecektir. Zira herkesin faydası diğerlerinin faydasına bağlıdır ve herkes imkânına göre genel refah için ödeme yapmalıdır anlayışı esastır. Sosyal demokrat refah devletlerinde vergiler yüksektir, ancak herkese tanınan birçok hak vardır ve bu sayede de zengin-yoksul arasındaki fark oldukça düşüktür. Haklar çalışma performansından çok, kanıtlanabilir ihtiyaçlara bağlıdır. Devlet katkısı insanların iş kaybını önlemede hayli etkilidir. Bu da yoksulluk oranını azaltmaktadır. Sosyal demokrat rejimin belki de en belirgin özelliği, refah ve çalışmayı birleştirmesidir. Dahası rejim, tam istihdam garantisine gerçekten kararlıdır. Elbette bu da en iyi ihtimalle çoğu insanın çalıştığı ve mümkün olan en az kişinin sosyal transferlerden geçindiği durumlarda gerçekleştirilebilir. Kısacası sosyal demokrat tasarım; piyasayı dışlayan ve refah devleti lehine evrensel bir dayanışma inşa etmeye çalışan yeni bir modeldir. Bu yeni model; açıktır ki liberalizm ile sosyalizmin tuhaf bir birleşimidir. Sosyal demokrasi en başta devlet anlayışı açısından hem liberalizmden hem de sosyalizmden ayrılmaktadır. Liberalizm için devlet, piyasaya müdahalesi istenmeyen bir “bekçi”, sosyalizm içinse “egemen sınıfın baskı aracı” iken; sosyal demokrasi için toplumun sosyal eşitlik ve sosyal adalet yönünde değişimini sağlayacak olan önemli bir aktördür.[4] Sosyal demokrasinin parlamenter reformasyon ilkesini liberalizm ve sosyalizme yönelik baskın bir stratejisi olarak benimsemesi iki argümana dayanır. Birincisi, sosyal politika yalnızca özgürleştirici değil aynı zamanda ekonomik verimliliğin de ön şartıdır. İkincisi işçilerin (dezavantajlıların) vatandaşlar olarak etkin bir şekilde siyasete katılım fırsatı bulmaları eğitime, sosyal kaynaklara ve sağlık imkânlarına kavuşmalarının en kolay yoludur. Sosyal demokrat stratejinin belki de en güzel yönü, sosyal politikanın aynı zamanda iktidarın seferber edilmesiyle sonuçlanmasıdır. Yani parlamenter sınıf seferberliği; özgürlük, eşitlik, dayanışma ve sosyal adalet ideallerinin gerçekleştirilmesinin temel patikasıdır. Şüphesiz bu sayede sosyal demokrat refah devleti; yoksulluğu, işsizliği ve ücret bağımlılığını ortadan kaldırarak siyasî kapasiteleri artırarak, yurttaşlar arasındaki siyasî birliğin önünde engel olan toplumsal bölünmeleri azaltacaktır. Haddizatında Avrupa’daki sosyal devletuygulamalarının neredeyse tamamı, bünyesinde hem muhafazakâr hem liberal hem de sosyal demokrat güdüleri birlikte barındırır demek, pek de yanlış olmasa gerektir. İskandinav ülkeleri (İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya) ağırlıklı olarak sosyal demokrat olsalar da muhafazakâr ve liberal unsurlardan da arınmış değillerdir.[5]
Yirminci yüzyılın ikinci yarısı sonrası gelişmeler dikkate alınırsa sosyal devlet; esas itibarıyla liberal demokrasinin kendi içerisinde gerçekleştirdiği değişimi ifade eder. Bu değişim, yapısal unsurlardan ziyade liberal demokrasinin vaad ettiği temel-doğal hakların realize edilebilmesi için devlete yüklenilen sosyo-ekonomik vazifelere karşılıktır. Bu vazifeler; Avrupa ülkelerinde anayasalara da girmiş olan, dezavantajlı kesimlere yönelik asgari geçim temini, iş güvenliği, barınma imkânı, sıhhî bakım ve ücretsiz eğitim fırsatı gibi pozitif hakları kapsar. Sosyal devletin öngördüğü bu çözüm; liberal hukuk devletinin adalet ilkesine sosyal eklemeler yapar. Şöyle ki liberal demokrasi; herkes için negatif özgürlük (örneğin, bedensel dokunulmazlık hakkı) denilen devletin keyfi müdahalelerinden masuniyeti güvence altına alarak, bireylerin engellemelerden bağımsızlığını ve mülkiyet teminatını gözetirken; sosyal devlet onlara ilaveten devletin alacağı tedbirler vasıtasıyla bireyin özgürlüğünü mümkün kılan pozitif özgürlük (örneğin, parasız eğitim) hakkını güvence altına alıp, pratikte sisteme katılımı ve ekonomik hasıladan pay almayı mümkün kılar. Yani sosyal devlet; bireyi devletin keyfi müdahalelerinden koruyan negatif özgürlüğün ve bireyin kendi istek ve arzuları doğrultusunda yaşamasını fiilen mümkün kılan pozitif özgürlüğün birlikte hedeflenmesini ve gerçekleştirilmesini öngörür. Mesela; bir insan eğer formel olarak geçerli ve uygulamada etkili bir eğitim hakkına sahip değilse toplumsal hayata katılımı mümkün kılan bir altyapıdan yararlanamıyorsa ve mevcut imkânlarının kısıtlılığından ötürü eğitim hakkından faydalanamıyorsa düşüncesini özgürce ifade etmeye yönelik negatif özgürlük hakkını da kullanamayacak ve negatif özgürlük hakkı göz boyamadan ibaret kalacaktır. Negatif özgürlük haklarının herkes için etkili olması, ancak “imkân sağlayıcı” yani pozitif özgürlük haklarının tanınmasıyla kabildir. Formel olarak tanınan özgürlük hakları, herkes tarafından, devlete karşı bir hak olarak talep edilemiyor ve gerçekleştirilemiyorsa kıymeti yoktur. Açıktır ki mülkiyetin, kural olarak devlet üzerinden örgütlenen bir yeniden dağıtımı olmaksızın, herkes için özgürlük haklarının hayata geçirilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla pozitif ve negatif özgürlük haklarının her insan için uygulanabilirliğini sağlamak, devlete bir takım sorumluluklar yükler. Bu sorumluluklar yerine getirilmediği taktirdeyse özgürlük, eşitlik, adalet ve refah gibi değerlerin realizasyonundan söz etmek maalesef anlamsızdır.[6]Bu açıdan bakıldığında sosyal devlet; insan onurunu güvenceye kavuşturabilmek maksadıyla adaleti, düzeltici adalete ilaveten dağıtıcı adalet; eşitliği, orantılı eşitliğe ilaveten fırsat eşitliği ve özgürlüğü de negatif özgürlüğe ilaveten pozitif özgürlük çerçevesinde pratiğe aktaran devlet demektir. Dağıtıcı adalet; temel ihtiyaçların makul, ortalama ya da asgari ölçüde karşılanmasına yöneliktir. Temel ihtiyaçların neler olduğu sorusunun mevcut toplumsal şartlara göre cevaplandırılması gerektiği de açıktır. Mesela; 60’lı yıllara kadar telefon, televizyon ve internet bağlantısı gibi şeyler temel bir ihtiyaç değilken; günümüzde temel ihtiyaç maddeleri olarak kabul edilmektedir. Fırsat eşitliği ilkesinde hedeflenense genel olarak varlık ve kaynakların dağılımından ziyade, fırsatların eşit dağılımıdır. Başka bir ifadeyle; yola çıkış şartlarının eşit olmasıdır. Fırsat eşitliği sağlandıktan sonra ortaya çıkan gelir, statü ve diğer şeylerin dağılımındaki eşitsizlikler bir ölçüde adil karşılanabilir. Mesela; eşit olmayan hayat şartları, bireysel tercihlere dayandıkları durumlarda, devletin müdahalesi alelıtlak zorunlu değildir. Ancak adalet; devletin yalnızca bir kerelik müdahalesini gerektirmeyip, ayakta tutulabilmesi için sürekli düzeltmeler yapılmasını da zorunlu kılabilir. Özellikle müdahale edilmesi gereken eşitsizlikler; doğuştan sahip olunan yeteneklerin farklılığından, ebeveynin sahip olduğu farklı imkânlardan, cinsiyete özgü rol dağılımlarından ya da farklı eğitim ve meslek eğitimi tarzlarından kaynaklanan eşitsizliklerdir. Öte yandan kabul etmek gerekir ki devletin bu tür müdahaleleri akla yakın görünse bile uygulamada eşitsizliğin haklı ve haksız nedenleri arasında keskin bir sınır çizmek yine de pek kolay olmamaktadır. Binaenaleyh fırsat eşitliği “mutlak eşitlik” temini olarak da görülmemelidir. Belki de kabul edilmesi gereken ölçü, asgari hayat standartlarının dezavantajlı kesimlere yönelik de sağlanması için devlet tarafından adil başlangıç şartlarının mümkün hale getirilmesidir.[7] Sosyal devlet (refah devleti); uygulamalarının malî bir çıkmazla karşı karşıya olduğu, ekonomik ve sosyal başarısının azaldığı ve gelişiminin bir takım kültürel değişimler tarafından engellendiği söylenerek yirminci yüzyılın son çeyreğinde krize girdiği[8] ileri sürülse de diğer sistemlerle yapılan mukayeseli değerlendirmelerin bu yargıyı doğruladığını söylemek oldukça zordur. Şüphesiz sosyal devlet, bir yeryüzü cenneti değildir. Mesele; bireysel varoluşu çürüten beş büyük toplumsal kötülüğe (five giants: want, idleness, squalor, ignorance, disease) şayet çare aranıyorsa bu çarenin mevcut siyasal sistemlerden hangisi tarafından daha ziyade üretilebilir olduğunu görmektir. Gerçek şu ki insanlığın bugüne kadar tecrübe ettiği aristokratik, liberal ve kollektivist siyasal sistemler içerisinde büyük ölçüde bu çareyi üreten ve asgarî seviyede de olsa dezavantajlı kesimleri de kapsayacak ölçülerde onurlu hayatı mümkün kılan; bunu sağlayabilmek için de adaleti, düzeltici adalete ilaveten dağıtıcı adalet; eşitliği, orantılı eşitliğe ilaveten fırsat eşitliği ve özgürlüğü de negatif özgürlüğe ilaveten pozitif özgürlük çerçevesinde uygulayan yani liberal demokrasiyi sosyal demokrasiyle tamamlayan sosyal devlettir. Sosyal devleti tercih etmekse elbette sadece ve sadece rasyonalite ve empati ilkesini içeren etikle kabildir…
Acaba, Türkiye Cumhuriyeti devleti; toplumsal çoğunluk lehine, özellikle kahir ekseriyatı oluşturan dezavantajlı yurttaşlar lehine, insana yaraşır hayat standartları anlamında özgürlük, eşitlik ve ekonomik refahı, kamu kaynaklarının adil dağılımı ve fırsat eşitliği gibi ilkelere istinaden, asgarî şartlarda da olsa temin etmek üzere tasarlanmış bir “sosyal devlet” modeli midir? Acaba, Türkiye Cumhuriyeti devletinin “sosyal devlet” olduğundan bahsedilebilir mi? Her ne kadar teşkilat-ı esasiye kanunu ikinci maddesinde cumhuriyetin nitelikleri bahsinde “Türkiye Cumhuriyeti; toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” ifadelerine yer verilmiş ise de çelişkiler yumağından ibaret bu ifadelerin asıl maksadının halkı manipüle etmek olduğu açıktır. Atatürk milliyetçiliği; evrensel, doğal eşitlik ilkesinin mi yoksa fırsat eşitliği ilkesinin mi gereğidir? Hani, “milliyetçi sol” iddialarda bulunulsa ve Türk milliyetçiliğine bağlılık denilse belki sofistike bir mantıkla sosyal devlete kapı aralanabilir ama o da yok?! Atatürk milliyetçiliği denilen siyaset anlayışının nasıl bir şey olduğunu, Atatürk’ün yakın arkadaşlarından dönemin Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili ve partinin resmi organı Hakimiyet-i Milliye (Ulus) gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay; 1931’de kaleme aldığı “Faşist Roma Kemalist Tiran” başlıklı kitabında şöyle değerlendiriyor: “Biz ne komünistiz ne faşistiz, Kemalistiz. Bizim Rusya’da ve İtalya’da sevdiğimiz şey, bizim işimize yarayacak ihtilalci terbiye ve inkişaf metotlarıdır… Faşizmle sosyalizmi ayıran farklar gaye değil, hareket tarzı farklarıdır… Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı içinse Faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir…”[9] Falih Rıfkı Atay’ın bu tanımlamasına rağmen, Atatürk milliyetçiliğinden bir sosyal devlet hatta bir sosyal demokrasi çıkarmak nasıl bir “zeka” ile kabildir?
Atatürk milliyetçiliğinin; Batı sermayeciliği ve onun yerli temsilcileri ekseninde cereyan eden ithal, ikâme kapitalist-korporatist mülkiyet düzeninde anlamlı bir değişikliği öngörmediği, Prof. Dr. Mete TUNÇAY tarafından şöyle tadad edilmektedir: “Atatürk; vefatından bir buçuk yıl öncesine değin, bütün Türkiye’nin en büyük toprak sahiplerinden ve zenginlerinden biriydi. Bu servet ona miras kalmamış, aylıklarından artırmasıyla da oluşmamıştır. Bilinen iki kaynak; Kurtuluş Savaşı yıllarında Hint Hilafet Komitesi’nin Ankara’ya yolladığı 600 000 liraya yakın yardımla, daha ileriki yıllarda eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın T.C. Uyrukluğuna geçerken CHP’ye bağışladığı 900 000 TL dolaylarındaki paradır. Atatürk; ömrünün sonlarında bu serveti hazineye, belediyelere ve geliri Türk Tarih ve Türk Dil Kurumuna verilmek üzere devletle özdeş saydığı CHP’ye bağışlamıştır. Atatürk’ün malvarlığının –devredilmeleri dolayısıyla bildiğimiz- öğeleri şunlardır:
- Reisicumhur Atatürk’ün tasarruflarında bulunan bütün çiftliklerini Hazineye ihda buyurduklarına dair, 12 Haziran 1937 tarihli Başvekâlet tezkeresine ekli mektuptaki liste: 1- Ankara, Yalova, Silifke, Dörtyol ve Tarsus’taki çiftliklerinin 150 000 dönümü aşkın, değerli toprakları. 2- Bunlardaki sayıları 50’yi geçen türlü binalar. 3- Bira, Malt, Buz, Soda, Gazoz, Deri, Tarım Araçları, Yoğurt, Şarap, Un, Çeltik, Peynir, Yağ fabrika ve imalat haneleri. 4- Demirbaşlarıyla birlikte çeşitli tesisler. 5- İyi cinslerinden, yaklaşık 13 000 koyun, 450 sığır, 70 at, 60 eşek, 2500 tavuk. 6- Traktörler, Harman Araçları, Biçerdöverler, Deniz Motoru, Kamyon ve Kamyonetler, Binek Otomobilleri, At Arabaları. Dönemin Başbakanı bunların değerinin –o zamanki parayla “milyonları ifade eden bir servet halinde” olduğunu söylemiştir. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 5, Sene 2, İctimai 75. (12. 6. 1937), Celse 1; Cilt 19, s. 266-76 (Bu armağanlar bugünkü Devlet Üretme Çiftliklerine aktarılmıştır.)…
- Atatürk, 2 Şubat 1938’de Bursa Kaplıcaları’ndaki 34 830 Liralık hissesini ve otel bahçesine bitişik köşkü Bursa Belediyesi’ne; 11 Mayıs 1938’de de Ankara’daki Hipodrom ve Stadyum civarındaki arsalarla çarşı içerisindeki bir oteli ve altındaki dükkânları Ankara Belediyesi’ne; aynı gün Ulus Basımevi ile bir arsayı CHP’ye bağışlamıştır (Mazhar Leventoğlu, Atatürk’ün Vasiyeti, İstanbul, 1968, s. 19).
- 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesinde, Atatürk (a) nakit parasının, (b) hisse senetlerinin, (c) Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarının, kuru mülkiyetini (?) bazı özel koşullarla CHP’ye bırakmıştır. Anlaşıldığına göre; vefatında (a) üç ayrı hesaptaki nakit parası, 1.5 Milyon TL dolaylarındadır; (b) 300 000 liralığı kurucu, 1 300 000 liralığı normal olmak üzere, yine 1.5 Milyon lirayı aşkın değerde İş Bankası hisse senetlerinden başka, 125 tane kurucu, 25 000 tane de normal Maden Kömürü TAŞ. hisse senedi vardır; (c) Çankaya’daki malı mülkü ise eski Cumhurbaşkanlığı köşkü, arsası ve müştemilatıyla içindeki eşyalar olmalı.
- İl Özel İdaresinin ona armağan ettiği Trabzon’daki Köşk gibi, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde (şimdi müzeye çevrilmiş) evleri vb. bulunmaktadır.
Bütün bu malvarlığı için; dönemin Başbakanı’nın 12 Haziran 1937’de Meclis kürsüsünden söylediği gibi, “Senelerden beri şahsi tasarrufu ve bilhassa şahsi emeği ile vücuda getirildiği,” herhalde kolay kolay savunulamaz. O dönemde, Atatürk böyle has çiftlikler vb. kurarken; öteki devlet büyükleri de derece derece, benzeri yollarla “metruk”tan, “mahlul”dan, “ihda”dan kendilerine servet yapmışlardır.”[10]
Atatürk milliyetçiliği denilen uygulamaların tezahürü, ölçüsüz servet sahipliğinin sosyal devlet ya da sosyal demokrat anlayışıyla bağdaştırılamayacağını, CHP ideolojisinin ilk günlerdeki yayın organı Kadro Dergisi’nin kurucularından yazar ve CHP milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu da şöyle anlatıyor: “İktisadi ve sınai gelişme hareketimiz öylesine irrasyonel, öylesine başıbozuk bir tarzda kalmış ve araya işten anlamaz ya da kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmez komisyoncu, anaforcu bir takım tufeyli unsurların karışımıyla kurulan fabrikalar, yapılan tesisler o kadar pahalıya mal olmuştu ki uzun bir süre millet bunların yalnız yükünü hissetmekle kalmıştı. Bu şark vari iş ve teşebbüs hareketleri böyle alıp yürürken, öte yandan halk ise ne şekerin tadını tadabilmekte ne de sırtını bir yünlü kumaş parçasıyla örtebilmekte idi.”[11] Bugünün CHP’si iktidar alternatifi olmak istiyorsa şayet, 1920-1950 yıllarındaki “halkın rızasına dayanmaksızın iktidarı ele geçirme” yöntemlerinden ve sözde sosyal devlet, sözde sosyal demokrat prangalarından kurtulmalı ve Avrupa tarzı, halkın rızasına dayanarak iktidara gelmeyi hedefleyen, bunun için de kamu kaynaklarının adil dağılımı ve fırsat eşitliği gibi ilkeleri savunan gerçek bir sosyal demokrat parti olmalıdır. Aksi taktirde, büyük çoğunluğu “yoksul” ve şöyle ya da böyle hâlâ “dindar” olan bu toplumdan eski CHP gibi, yeni CHP de kabul görmeyecektir…
Atatürk milliyetçiliği denilen “değişmez ve değiştirilemez” totaliter-diktatöryal düşünce; Türkiye’de gerçek sosyal demokrat refah devletinin oluşumuna ne kadar engelse, gerçek muhafazakâr demokrat refah devletinin oluşumuna da o kadar engeldir… Devletin anayasa, yasa, yönetmelik, vb. kabilinden normatif tüm kılcal damarlarına dehşetengiz nüfuzu, muhafazakâr demokrat iddiasıyla kurulmuş olan bugünün iktidarı AKP’yi de isteyerek ya da istemeyerek Atatürk milliyetçisi gibi davranmak mecburiyetinde bırakmaktadır… 2001 yılı kuruluş aşamasında yazılan parti iç tüzüğü her ne kadar “AKP; insanın, insanca yaşamasının yöntemi olan sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesine özel önem verir.”[12] dese de yirmi küsur yıllık iktidarı bu iddiayı pek de doğrular mahiyette değildir. AKP usulü başkanlık sistemi, “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” tahkim edilinceye dek, sosyal devleti andırır tarzda ufak-tefek icraatlarda bulunulduğu kabul edilebilir ise de “emretme yetkisi” tekeline kavuşunca yegâne akidenin “iktidarın bekası için her yol mubahtır” anlayışına evirildiği inkâr edilemez. Cumhurbaşkanlığı Sistemi” ile birlikte, 2001 tüzüğünde yazılı olan “hukukun üstünlüğü ilkesi”, “bireyin temel hak ve özgürlükleri”, “çoğulcu ve katılımcı demokrasi”, “ayrımcılığın reddi”, gibi prensipler maalesef rafa kaldırılmış; sosyal devlet yönetimiyle hiçbir alakası bulunmayan “kuvvetler birliği” rejimini intaç eden, gayrı resmi “Tek Adam” yönetimi tesis edilmiştir. Bugün dahi sürdürülen yoksul ailelere yönelik yardımlar, yaşlılara verilen maaşlar, vs. vs. sadece ve sadece seçmen devşirmek ve sadık tebaa oluşturmak maksadına matuftur… AKP icraatlarının; toplumun kahir ekseriyatını oluşturan yoksul, dezavantajlı yurttaşlar lehine, insana yaraşır hayat standartları anlamında özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah temin etmekle hiçbir bağlantısı yoktur. İcraatlarında kamu kaynaklarının adil dağılımı ve fırsat eşitliği ilkelerine riayetle sosyal devlet anlayışının hayata geçirilmesi gibi bir maksatlarının bulunmadığının apaçık delili, devletin yegâne geliri olan vergileri, kamu bütçesinin yaklaşık beşte birini, yasallık görünümü altında DÖVİZE ENDEKSLİ, KUR KORUMALI MEVDUAT HESABI uygulamalarıyla FAİZCİ bir avuç zengine aktarmalarıdır. Boş vakitlerinde cami cemaatlerine “FAİZ haramdır.” naraları atan dindar görünümlü suî ulemanın, AKP’nin KKM uygulamalarına “HİBE” diyerek meşruiyet kılıfı giydirmeleri ise olsa olsa KARL MARKS’ın onlara biçtiği gizli vazifeyi deruhte etmek içindir?!
Özetlemek gerekirse; “çağdaş (contemporary) siyasal sistem” refah devleti (welfare state), sosyal devlet idealinin hedeflediği asıl şey; kamu kaynaklarının adil dağılımı ve fırsat eşitliği gibi ilkelere istinaden, toplumun kahir ekseriyatını oluşturan dezavantajlı yurttaşlar lehine asgarî şartlarda da olsa insana yaraşır hayat standartları anlamında özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah temin etmek ve bireysel varoluşu çürüten beş büyük toplumsal kötülüğü (yoksulluk, işsizlik, sefalet, cehalet, hastalık) ortadan kaldırılmaktır. Buna erişmenin yoluysa sadece ve sadece rasyonalite ve empati ilkesini içeren ahlak anlayışını benimsemektir. Avrupa’da birçok ülkede gerçekleşen bu idealin, Türkiye’de de realizasyonunu istemek, acaba aklın, mantığın ve ahlakın gereği değil midir?
[1] Iain Begg, Fabian Mushövel and Robin Niblett, The Welfare State in Europe, Europe Programme | Chatham House (London) 2015.
[2] The Welfare State, Published by Friedrich-Ebert-Stiftung, English Edition, September 2021.
[3] Niklas Luhman, Refah Devletlerinin Siyaset Teorisi, Çev., M. Beyaztaş, Bakış Yay., İstanbul, 2002.
[4] Meryem Koray, “Sosyal Devlet – Refah Toplumu”, Sosyal Demokrasi Notları, Kalkedon Yay., İstanbul, 2013.
[5] Gosta Esping-Andersen, The Three Worlds of Welfare Capitalism, Polity Press, Cambridge, 1990.
[6] Tobias Gombert_vd., Sosyal Demokrasinin Temelleri, Çev., R. Hallaç, Friedrich Ebert V., İstanbul, 2010.
[7] Alexander Petring_vd.; Sosyal Devlet ve Sosyal Demokrasi, Çev., R. Hallaç, Friedrich Ebert V., İstanbul, 2013.
[8] Pierre Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, Çev., B. Şahinli, Dost Yay., Ankara, 2004.
[9] Falih Rıfkı Atay, Faşist Roma Kemalist Tiran, Hakimiyeti Milliye Matbaası, Ankara, 1931.
[10] Mete Tunçay, Eleştirel Tarih Yazıları, Liberte Yay., Ankara, 2005.
[11] İdris Küçükömer, Batılılaşma & Düzenin Yabancılaşması, Profil Yay., İstanbul, 2010.
[12] https://www.akparti.org.tr/parti/parti-tuzugu/