Parti devleti; ülke yönetimiyle özdeşleşen bir siyasi partinin tek başına yürütme, yasama ve yargı organlarını domine ettiği yani baskı altına alıp tahakküm kurduğu rejimlere verilen isimdir. Modern dikta rejimlerine özgü olan bu yönetim biçimi; muhaliflerini yok etmekle ve halkı politik alanın dışına itmekle maruf klasik örneklerinin aksine, meşruiyeti milli irade normuna endeksleme efsanesini korumaya gayret ederek, manipülatif plebisiter seçim yöntemleriyle halkın onayını almaya büyük önem atfeder. Parti devleti; otoriter ve totaliter bir ideolojiye dayanır ve o ideolojinin gereklerine göre yeni bir toplum modeli oluşturmayı hedefler. Bu hedefe ulaşabilmek için de toplumsal hayatı kontrol altında bulundurma hakkını kendinde görür. Her türlü sosyo-ekonomik faaliyete müdahale eder. Kültürel entegrasyonu ve homojeniteyi sağlayabilmek için eğitim-öğretim kurumlarını ve enformasyon araçlarını tekelinde tutar. Tüm bunları yaparken de muayyen bir hayat tarzını yaratmak üzere, muasır medeniyet seviyesine yükselme ve iktisadî kalkınma gayesini gerçekleştirmeye çalıştığı propagandasını yapar. Parti devleti; zaman zaman çok-partili sistem uygulamalarına görünüşte izin verse de bu, formel bir uygulamadan öteye geçmez. Mutlak üstünlüğü bulunan parti dışındaki uydu partiler gerçek anlamda muhalefet partileri değildir ve egemen partiye karşı rekabet etmeleri de imkânsızdır. Bir anlamda dominant partinin müttefikleri olarak onun yanında yer alır ve muhtemel toplumsal ihtilafların çözümünde ona destek olurlar. Parti devleti; toplumsal bölünmeler karşısında güdülen politikalar açısından dışlayıcı (exclusionary) tutum takınabileceği gibi, devrimci (revolutionary) tutum da takınabilir. Dışlayıcı tutum; toplumdaki bölünmeleri kabul edip, partiyi kendi tabanlarını seferber etme aracı haline getirerek siyaset tekelini elinde tutar, muhalif karşı grubunsa siyasal etkenliğini yasaklama ya da sınırlama yöntemiyle devlete katılmalarını engeller. Devrimci tutum ise toplumdaki muhalif gruba yönelik eritme ya da özümleme yolunu tercih ederek, uzun vadede bölünmeyi ortadan kaldırmaya, sınıfsal çeşitliliği yok etmeye çalışır. Yaygın olan tarihî tecrübe daha ziyade dışlayıcı tutumdur. Parti devletinin hegemonyası elbette sür-git devam edemez. Sosyo-ekonomik değişmeler şöyle ya da böyle mevcut oligarşik düzeni bozar. Tek-parti monopolünden yarışmacılığa geçme temayülü belirir. Bu temayülün belirmesinde; iktidar seçkinlerinin çıkar çatışmalarına düşmeleri kadar, siyasetten dışlanan dezavantajlı grupların bir biçimde güçlenmesi ve beynelmilel faktörler de etkili olmaktadır elbette. Gelişen bu şartlar karşısında parti devleti ya dış faktörlere direnip, iktidar seçkinlerinin anlaşmazlığı ve dışlanan, dezavantajlı grupların hoşnutsuzluğu krizlere yol açmasın diye baskılarını artırarak kışla düzeni uygulamasına geçer ya da toplumsal değişimi yavaşlatarak mukadder transformasyona uğrayıp, dönüşüme ayak uydurarak, ömrünü uzatmaya, hayatta kalmaya çabalar.[1]
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923-1950 dönemindeki tek-parti (CHP) yönetiminin, muhaliflerine karşı dışlayıcı (exclusionary) tutum takınan diktatöryal bir parti devleti pratiği olduğu şüphesizdir. Devlet; görünüşte çağdaş siyasal örgütlenme modeli olan cumhuriyet formunda örgütlenmiş ise de yürütme, yasama, yargı ayrımının esamesi dahi bulunmadığı gibi, sistem dışı bırakılan muhalif toplum kesimleri (Müslüman Türkler ve Kürtler) bakımından, katılımı, sınırlamanın çok ötesinde, onlara karşı daima yasaklayıcı bir tavır takınmıştır. Siyasal meşruiyetini, gerçekte icbar ile halka onaylatmış, ancak seçim yoluyla iktidar olunuyor görüntüsü vermekten de geri durmamıştır. Plebisiter seçimlere mahsus, seçilenlerin de seçenlerin de listesinin tek-parti (CHP) tarafından belirlendiği iki dereceli sözde seçim pratiği dört yılda bir olmak üzere (1923, 1927, 1931, 1935, 1939, 1943) düzenli bir şekilde tekrarlanmıştır. Seçim dönemine girildiğinde CHP tarafından önce illerin çıkaracağı milletvekili sayısı ve ikinci seçmen (müntehib-i sani) sayısı belirlenir ve listeler tanzim edilirdi… Genel oy manipülasyonlarıyla birinci seçmenler (müntehib-i evvel) iki haftalık süre zarfında ikinci seçmenleri (müntehib-i sani) seçer, seçilen bu ikinci seçmenler de CHP milletvekili adaylarına rey verirlerdi… Milletvekili olmak isteyenler CHP’ye müracaat edebilirdi ancak listede kimin yer alacağına parti divanı daha doğrusu hem partinin hem de dikta rejiminin başkanı olan kişi (ATATÜRK, İNÖNÜ) karar verirdi… Seçimlerde sayım; genel oy hakkının öngördüğü ilke üzerine “gizli oy, açık tasnif” olarak değil, “açık oy gizli tasnif” esasına göre yapılırdı… Bu seçim görünümlü mizansen, tek-parti diktatörlüğü süresince resmi seçim sistemi olarak uygulanmıştır… Mizansen bu ya “iki dereceli seçim sistemi”; halkın doğrudan milletvekili seçebilecek olgunlukta olmamasından ve serbest bırakıldığı taktirde hata yapma, yanlış kişiyi seçme ihtimalinin yüksekliğinden bahisle savunulurdu (Olsa, dükkân sizin ?!)… Bu sebepten ötürü evvela “genel oy” kisvesi altında birinci seçmenler (müntehib-i evvel) tarafından ikinci seçmenler (müntehib-i sani) seçilir; ardından da sayıları sınırlı ikinci seçmenler (müntehib-i sani), CHP milletvekillerini seçerdi… Hemen her seçimden sonra da “Sandık Alayı” adı verilen törenler düzenlenir, oy sandıkları bayraklar, halılar, dallar ve çiçeklerle süslenir, “Hakimiyet Milletindir.” yazılı pankartlar taşınır, okul çocukları, esnaf cemiyetleri, vs. düğün yaparcasına caddelerde dolaştırılır ve parti devletine, dikta rejimine methiyeler dizilirdi… İşbu seçim sistemi; plebisiter seçim sisteminin “ideal” örneğidir. Plebisiter seçim; belli bir dönemde iktidarı fiilen ellerinde bulunduranların, seçimlerde seçtirmek istedikleri listeyi ya da hazırladıkları yasal düzenlemeleri bir tartışma ortamı yaratmaksızın, blok halinde ‘evet’ ya da ‘hayır’ ile sonuçlanabilecek bir halkoylamasına sunmalarıdır. Plebisiter seçim; halkın rızasına dayanmayan, anti-demokratik bir usuldür. Diktatöryal yöneticilerin kendilerine, halk nezdinde meşruiyet kazandırmak için başvurdukları bir onaylattırma yöntemidir. Yani dikta heveslilerinin kendilerine karşı çıkabilecek hiçbir muhalif olmadan ve rakiplerine propaganda özgürlüğü tanımadan, iktidarlarını halka onaylattırmalarıdır. Demokrasi platformundaki Sezarizm’in bir oyunu, muhalefetsiz, rakipsiz bir yarıştır. Tabiatıyla halk edilgendir; karar alma sürecinin sadece neticesine konu mankeni olarak katılan figüran topluluğudur.[2]
Tek-parti dönemi seçimlerinin sakil bir tiyatro örneği olduğunu; CHP Genel Sekreterliği’nin seçim öncesi valiliklere ve il parti başkanlıklarına gönderdiği “Müntehib-i sani Yoklama Talimatnamesi”, zeka özürlü insanların dahi anlayabilecekleri açıklıkta ortaya koymaktadır: “1- İntihap yoklama talimatnamesinin ikinci maddesi mucibince, Mebus intihabına esas olan müntehib-i sani seçimlerinde yoklama yapmak mecburidir… Talimatnamede yalnız müntehib-i sani intihapları için yapılan yoklamalara mahsus olmak üzere Parti, vilayet idare heyetlerine yoklama neticelerini gösteren listeler üzerinde lüzum gördükleri değişiklikleri yapma salahiyeti vermiştir. Mebus intihabı gibi hayati ehemmiyeti haiz olan bir intihaba esas teşkil eden müntehib-i sani intihabının neticesinden mesul olan vilayet idare heyetlerinin bu işe mahsus salahiyetlerini artırmak ve yoklama listelerinde itimada layık görmedikleri herhangi bir şahsı değiştirerek yerine itimada layık bir zatı koyabilmeleri temin edilmektedir. 2- Müntehib-i sani intihabının Mebus intihabı üzerindeki tesiri mutlak ve malum olduğuna göre, yoklamalarda müntehib-i sani olarak seçilecek arkadaşların behemehâl Partili olması, Parti prensiplerine sadık ve Parti disiplinine riayetkâr olması şarttır. Teşkilatımızda faal vazife almış ve bu sebeple tecrübe edinmiş arkadaşlara müntehib-i sani yoklamalarında geniş bir surette yer verilmelidir.” (Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterliğinin Parti Teşkilatına Umumi Tebligatı, İkinci-kanun 1939’dan 30 Haziran 1939 Tarihine Kadar, Cilt 14, Büro I. Zerbamat Basımevi, Ankara, 1940).[3] İşte bu sakil tiyatrodan ötürü, CHP parti devleti rejimi uzun yıllar istedikleri vekilleri istedikleri yerden seçtirmeyi başarmıştır?! Böylesi bir dikta rejiminin uzun süre devam etmesinin arka planında yatan asıl faktörse muasır medeniyet seviyesi diye lanse edilen Batılı hayat tarzını yani İslam’a karşı Batılılaşma tercihini gerçekleştirmeye matuf icraatların [Hilâfetin Kaldırılması (1924), Şeriyye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması (1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Şapka Kanunu (1925), Harf Devrimi (1928), Dil Devrimi (1932), Ezan Yasağı (1932), Türk Müziği Yasağı (1934), Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (1934), vd.] sayesinde devşirilen uluslararası ortamın duygudaş, sorgulamayan ve ilgisiz varlığı ve yönetici mevkiindeki asker-sivil bürokrat seçkinler arasında bulunan yüksek seviyedeki örgütlüoligarşi birliğinin, dağınık köylü kitleler karşısındaki üstünlüğüdür… Bahsi geçen bu örgütlü oligarşi; ticaret ve sanayi girişimlerine atıldıkları ölçüde devletle alakalı işlere girmiş ve yasal ya da çalıntı kamu parasını sermaye diye kullanıp, siyasal pozisyonları kendileri açısından atlama taşı olarak kullanmışlardır… 14 Mayıs 1950 itibarıyla çok partili hayata geçişte, devletçilik ilkesinin tartışma odağı olması da zaten parti devleti eliyle yaratılan bu örgütlü oligarşi, iş adamları sınıfının bürokratik denetimden sıyrılma isteğiyle alakalıdır…
CHP parti devleti; sosyo-ekonomik değişimlere bağlı olarak, ömrünün sonlarına doğru, köy kökenli girişimci orta sınıfın doğması ve kendisini bu yeni sınıfla özdeşleştiren Demokrat Parti’nin ortaya çıkması karşısında, üç muhtemel pozisyondan birini seçmek zorunda kalmıştır… Muhtemel pozisyonlardan birincisi baskıydı ama baskı hem ekonomik gelişmeye zararlı hem de ülkenin İkinci Dünya Savaşı sonrası müttefiklerin egemenliğindeki uluslararası düzen içerisindeki kuşkulu durumu açısından tehlikeliydi… İkincisi; Demokrat Parti tabanını oluşturan yeni sınıfı kapsayıp, özümsemekti ama bu da iktidar politikasında büyük değişiklikler yapılmasını gerektirirdi… Üçüncüsü de iç ve dış baskılara boyun eğip, çok partili sistem için izin vermekti… CHP parti devleti; iktidarının devrilemeyeceği düşüncesiyle, savaşın galibi Batılı devletlerin siyasal modeline uymak ve bu vesileyle de Birleşmiş Milletler teşkilatına kabul edilebilmek için üçüncü pozisyonu takındıysa da maalesef (?!) hesabı yanlış çıktı… İkinci Dünya Savaşının getirdiği ekonomik, sosyal ve siyasal zorlamaların sonucu büyük değişiklik gereksinimi hissedilmeye başlanınca, ATATÜRK sonrası CHP parti devletinin milli şefi İNÖNÜ; Türkiye’nin tek-partili devlet sistemini dönüştürmeyi ve çok partili sisteme geçmeyi bu nedenle kabul etmiştir… Zira savaşın galibi Batı bloku ülkeler, çok partili rejimi özgürlüklerin garantisi sayıyordu ve İNÖNÜ de onların hoşuna gidecek icraatlarla o blokta yer edinmek arzusundaydı… Bu niyetle erkene çekilen 1946 seçimleri, henüz bütün illerde örgütlenmesini tamamlayamamış olan muhalefetin tüm karşı koymalarına rağmen zamanından bir sene önce 21 Temmuz 1946 günü üç partinin katılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Seçim sonuçları açık oy, gizli tasnif yöntemine göre sayıldığı için netice oldukça tartışmalı çıkmıştır. Buna göre; CHP 397, DP 61 Bağımsız 7 olmak üzere toplam 465 milletvekili seçilmiştir. 1946 seçimleriyle ilgili dikkate alınması gereken husus, iktidar partisi CHP’nin seçime dair tüm ayak oyunlarına karşılık, henüz yeni kurulmuş olan muhalefetin meclise hiç de küçümsenmeyecek sayıda milletvekili soktuğudur. Durum her ne kadar böyle ise de Demokrat Parti, seçimler konusundaki itirazlarının dikkate alınmaması nedeniyle, 1946 seçim sonuçlarına ve uygulanan yasanın anti-demokratikliğine karşı protesto olarak, 1950 seçimlerine kadarki hiçbir mahalli ve ara seçime katılmama kararı almıştır. Bu süre zarfında yoğun dış baskılara maruz kala CHP, Şubat 1950’de seçim kanununda değişikliğe gitmiştir. Çıkarılan kanuna göre: “Milletvekili seçimi tek dereceli ve çoğunluk yöntemine göre, genel, eşit, serbest, gizli oylamayla yapılacak; oyların sayılması ve tasnifi halka açık ve yargı denetimine tabi olacaktır.” Yeni yasa çerçevesinde yapılan 14 Mayıs 1950 seçimleri, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk serbest seçimi olup Demokrat Parti’nin zaferiyle neticelenmiştir… Yani çok partili sistem ve serbest seçimler tek-parti diktatörlüğü CHP parti devletinin sonunu getirmiştir… Seçime katılım oranı hayli yüksektir. Yüzde 89,3 katılımın olduğu seçimlerde Demokrat Parti büyük bir çoğunluk kazanmış ve yirmi yedi yıldır iktidarda bulunan Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı sona ermiştir… Oy dağılımı da şu şekilde gerçekleşmiştir: Demokrat Parti 420, Cumhuriyet Halk Partisi 63, Millet Partisi 1, Bağımsızlar 3… Böylelikle toplamda 487 milletvekili TBMM’ye girmeye hak kazanmıştır. Genel seçimlerden hemen sonra yapılan mahalli seçimlerde de yine Demokrat Parti; 600′ü aşkın belediyeden 560′ını kazanarak, CHP’yi yerelde de hezimete uğratmıştır.[4] Açıktır ki tek-parti diktatörlüğü CHP’si hiçbir zaman halkın rızası ile iktidar olmamış, daima iktidarı gasp etmiş, cebir ve hile ile kendisini halkın rızasıyla güya seçiliyor şeklinde göstermiştir… 14 Mayıs 1950 tarihinde ilk kez yapılan tek dereceli serbest seçim, halkın rızasıyla Demokrat Parti’yi iktidar, CHP’yi de iktidardan alaşağı etmiştir… Böylelikle de Türkiye’de yaşanan ilk, parti devleti seçim mağlubiyetigerçekleşmiştir… Mağlubiyetin sebebi açıktır: Adında cumhuriyet kelimesi bulunan ATATÜRK’ün ve İNÖNÜ’nün CHP’si hiçbir zaman cumhuriyet rejimini, Avrupa standartlarındaki gibi, yurttaşların eşitliği eksenindeki siyasal organizasyon olarak görmemiş, cumhuriyet kavramını manipüle edip, dikta rejimi tesis etmiştir. Dolayısıyla da hiçbir zaman halkın rızası dahilinde iktidar olmamıştır. Parti umdelerindeki altı kavram sadece ve sadece dikta rejimini, Batı blokunun egemen olduğu uluslararası platformlarda ve maarif iddialarına rağmen eğitim-öğretim faaliyetlerinden uzak tutulan halk nezdinde meşru göstermek için yürütülen algı operasyonları çerçevesinde, manipülasyon aracı fonksiyonunu ifa etmiştir. Zira, ATATÜRK’ün ve İNÖNÜ’nün CHP’sinin altı oku gerçekte şudur: Cumhuriyetçilik; eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon değil, tekparti diktatörlüğüdür. Halkçılık; halkın rızası değil, oligarşik seçkinciliktir. Milliyetçilik; milletinin değerlerini ve kültürünü savunmak değil, etnik farklılıkları yok edip, tekil etnisite dayatan faşizmdir. Laiklik; muhtelif inançlara karşı eşit mesafede durmak değil, İslam düşmanlığı’dır. Devletçilik; sivil toplumun yetersiz kaldığı yerde halk adına ekonomiye destek çıkmak değil, korporatizmdir. İnkılapçılık; özgürlük, eşitlik ve ekonomik refaha yönelik değişim değil Batıcılık dayatmasıdır… Oysaki Avrupa standartlarında gerçek cumhuriyet; ülkede yaşayan “herkes için özgürlük, herkes için fırsat eşitliği, herkes için hukukî eşitlik ve herkes için ekonomik refah” temin eden rejimdir…
Parti devleti uygulaması şüphesiz yalnızca 1923-1950 dönemine hasredilemez… Malum; 15 Temmuz 2016tarihinde adına “Yurtta Sulh Konseyi” diyen, ne idüğü belirsiz bir askeri cunta tarafından, halkın seçtiği meşru iktidara “DARBE” girişiminde bulunulunca; AKP, kalkışmanın faillerinin, “ATATÜRKÇÜ OLİGARŞİ”ye karşı on-on beş yıllık kendi stratejik ortağı GÜLEN CEMAATİ olduğunu söylemiş ve onları PDY, FETÖ şeklinde isimlendirerek, mevcut müesses nizamı HAŞHAŞİ taktikleriyle ele geçirmeye çalıştıklarından bahisle, PDY, FETÖ’ye yönelik, Türkiye adına “ikinci kurtuluş mücadelesi” başlattığını belirterek, sistem değişikliği talebinde bulunmuştu… AKP’ninCumhurbaşkanlığı Sistemi tam da bu değişim talebinin ürünüdür. Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın ifadeleriyle kalkışma, “Allah’ın lütfu” olmuş ve durum, sistem değişikliğine vesile kılınmıştır. Bu vesile ile 16 Nisan 2017tarihinde Türkiye, 14 Mayıs 1950 sonrası kurulan Demokratik Parlamenter Sistemi bırakıp, AKP’nin teklif ettiği Cumhurbaşkanlığı Sistemi rejimini oylamak üzere referanduma gitmiştir. Referandum sonuçları birbirine çok yakın çıkmış, “EVET” oylarının oranı yüzde 51,41; “HAYIR” oylarının oranı da yüzde 48,59 olmuş ve değişiklik 2019’da yürürlüğe girmek kaydıyla kabul edilmiştir… İşte AKP’nin teklif ettiği Cumhurbaşkanlığı Sisteminin yürürlüğe girdiği tarih, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ikinci parti devleti dönemi olmuştur… AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi, 1923-1950 tek-parti diktatörlüğü dönemindeki manipülatif sistem gibi yürütme, yasama, yargı erklerinin “tekel”de toplandığı bir “kuvvetler birliği” sistemidir.[5] Her iki sistemde de tek kişilik yürütme makamı Cumhurbaşkanlığı’nın karşısında yasama organının da yargı organının da bağımsızlığı yoktur. Tabiatıyla AKP’nin yeni sisteminde de hem yasama hem yargı esas itibarıyla Cumhurbaşkanı tarafından şekillendirilmektedir. Yasamanın da Yargının da Cumhurbaşkanlığı karşısında herhangi bir kontrol-denge fonksiyonu bulunmamaktadır. Görünüşte çok partili bir sistem mevcut olsa da devlet imkânlarıyla medya ve enformasyon tekelini uhdesinde tutan AKP karşısında muhalefetin halka ulaşma şansı hayli sınırlıdır. Bu sebeple de genel seçimlerde AKP algı oyunlarıyla, yirmi yıldır birinci parti çıkmayı ve yasama organını domine etmeyi başarmıştır. Milletvekilliğini parti liderine borçlu olan kişiler, kendilerini seçen halkın değil, onları milletvekilliği listelerine yazan liderlerinin güdümündedir… Elbette ki milletvekili listelerinin CHP’nin tek-adamı ya da AKP’nin tek-adamı tarafından yapılması arasında herhangi bir mahiyet farkı yoktur… Yine, geçmişteki gibi, bütün idarî mekanizmayı tek başına kontrol eden Cumhurbaşkanı, atama yöntemiyle adlî mekanizmayı da kontrol etmektedir. Adalet Bakanı’nı atayan Cumhurbaşkanı, ülkedeki adlî mekanizmanın kontrol merkezi olan Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun üyelerini de esasta atamaktadır. Adalet Bakanı ve Kurulun 5 üyesi, yani 6 üye doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Meclisteki 6 üye seçimi ise çoğunlukta olan iktidar partisine endekslidir. Cumhurbaşkanı seçimiyle Parlamento seçiminin birlikte yapılacak olmasının doğal sonucu Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı tarafından teşkil edilmesidir. Benzer bir durum Anayasa Mahkemesi için de geçerlidir. Binaenaleyh, Anayasa Mahkemesi on beş üyeden oluşur, Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş üyelik için gösterecekleri üçer aday içinden; en az ikisi hukukçu olmak üzere üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından seçer (Değişik: 16/4/2017-6771/16 md.)… Geriye kalan üç üyeyi ise TBMM; iki üyeyi Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri üç aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer (Değişik: 16/4/2017-6771/16 md.)… TBMM’de kontrol iktidar partisi AKP’nin elinde olduğuna göre, bu da demektir ki Anayasa Mahkemesi de Cumhurbaşkanı tarafından şekillendirilmektedir… Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi de kağıt üzerinde iddia edildiği üzere pek fazla bağımsız olamamaktadır… Anayasa Mahkemesinin, Cumhurbaşkanlığı makamı karşısında herhangi bir kontrol-denge fonksiyonunun bulunmadığını gösteren apaçık delil, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden Hatay milletvekili seçilen tutuklu Can ATALAY hakkında vermiş olduğu hak ihlali (2023/53898-25/10/2023) kararını, karar hoşuna gitmediği için uygulattırmamasıdır… Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Madde 153’te; “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” şekilde beyan edilmekte ise de AKP parti devletinin egemen olduğu bugünün Türkiye’sinde geçerliliğinin bulunmadığı da maalesef açıktır… Bu durumun gerçek sebebi de şüphe yok ki AKP cumhurbaşkanlığı sisteminin bir parti devleti rejimine dönüşmüş olmasıdır… Haddizatında, Cumhurbaşkanı ERDOĞAN; sistem değişikliğine yönelik referandum sürecinde propaganda yaparken, “ATATÜRK olsaydı evet derdi.”, ifadelerini kullandığında; elbette doğru söylüyordu çünkü AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Sistemi, tam anlamıyla işletilecek olursa son kertede ATATÜRK döneminin adı cumhuriyet olan “Tek-parti Diktatörlüğü” ile aynileşecektir… Bilenlerin malumudur; ATATÜRK, hayatı boyunca demokratik hukuk devletinin olmazsa olmaz şartı “kuvvetler ayrımı” prensibinin daima karşısında yer almıştır… Binaenaleyh Cumhurbaşkanlığı Sisteminin yürürlüğe girmesiyle ATATÜRK döneminin “TEK-ADAM” rejimine geri dönüldüğü izahtan varestedir… Garip olan şu ki iktidar öncesi hayatları boyunca ATATÜRK döneminin “TEK-ADAM” rejimine sövüp sayan AKP’nin “İslamcı” hiçbir mensubu, gidişatın yanlışlığını, “duygusal nedenler” gerekçesiyle olmalı, bugüne kadar dile getirememiştir… Hani ya haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandı? Hani ya masiyette itaat yoktu? Maalesef AKP’nin “İslamcı” mensupları, kendilerini İslam’a nispet etseler de ne yönetici pozisyonunda bulunanları; Halife Ebu Bekir gibi; “Ben, en faziletliniz olmadığım halde üzerinize yönetici tayin edildim; mâruf üzere gidersem bana itaat ediniz; eğer bir hata yaparsam, bana itaat etmeniz gerekmez.” diyebilmekte; ne de yönetilen pozisyonunda bulunanları; Halife Ömer’in; “Bir hata yaptığımda beni nasıl düzeltirsiniz?”, sualine, “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz Ey Ömer.”, diyen Sahabe gibi cevap verebilmekte… Acaba neden? Acaba sebep, iktidarın nimetlerinin insanları nifak ve şikak ehline dönüştürmesi olabilir mi?!
1923-1950 CHP parti devleti hegemonyası nasıl sür-git devam edememişse AKP’nin cumhurbaşkanlığı sistemi denilen parti devleti hegemonyası da elbette sür-git devam edemez. Sosyo-ekonomik değişmeler şöyle ya da böyle AKP’nin yarattığı oligarşik düzeni de bozacaktır. AKP’nin kerameti kendinden menkul seçkin oligarşisinin çıkar çatışmaları yaşadıkları; yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara karşıtlığın son bulduğu; devlet hazinesinin ve halkın vergilerinin kur korumalı mevduat hesabı adı altında (2024 rakamlarıyla yaklaşık 1 Milyar TL) bir avuç zengine aktarıldığı, kamu malları üzerinden lüküs hayat yaşama (Hangi mütedeyyin insan BEYTÜLMÂL’dan milyonlarca DOLAR harcayarak kendisine SARAYLAR yaptırabilir? Hangi mütedeyyin insan binlerce DOLAR harcayarak İsviçre-Rolex marka saat takabilir, Maldivler’e tatile gidebilir, Monaco Yacht Club’da ıstakoz yiyebilir?) pervasızlığının sergilendiği bir vasatta değişim, rasyonel gerekçelerle olmasa da insiyakî gerekçelerle olacaktır elbette… Cehalet üzerinden meşruiyet devşirilebilir ise de açlık üzerinden meşruiyet devşirilemez… Cahil insanları, durumlarının aslında iyi olduğu yalanıyla aldatabilirsiniz ama aç insanları aslında tok oldukları yalanıyla aldatamazsınız… Belli ki aldatarak seçim kazanma döneminin de sonuna gelinmiştir… 31 Mart 2024 mahallî seçimleriyle AKP parti devleti rejiminin de son bulacağının ayak sesleri duyulmuştur… 3 Kasım 2002’den beri girdiği her seçimde, CEHAPE ZİHNİYETİ öcüsü üzerinden, ölümü gösterip sıtmaya razı ederek, (CHP parti devleti, tek-parti diktatörlüğü döneminde insanlığı öldürüyordu ya hani…) insanların reyini almayı başaran AKP, ilk kez aynı yöntemle çoğunluğun reyini almayı başaramamış ve parti devleti olmasına rağmen mağlup olmuştur… Başarısızlığının asıl sebebi, yarattığı AKP oligarşisi dışındaki insanları açlığa mahkum etmesidir… Cumhurbaşkanı ERDOĞAN’ın “çay-simit” hesabı[6] kriter alındığında, beş kişilik bir ailenin bugünün ekonomik şartlarında 10 Bin TL’ye geçinebilmesinin imkânı var mıdır? Mesela; en kötü evlerin dahi kirasının 10 Bin TL’nin üzerinde olduğu İSTANBUL’da beş kişilik bir aile, 10 Bin TL emekli maaşıyla hayatta kalabilir mi? Hani ya inandığınızı iddia ettiğiniz İslam’ın Peygamberi “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” demişti? Acaba “Yolsuzluk, hırsızlık değildir.” fetvasını veren AKP’nin meşhur fetva emini, sözü edilen hadis hakkında nasıl bir tevil yapmıştır? Belki de şöyle demiştir: AKP oligarşisi artık saraylarda yaşıyor, İsviçre-Rolex marka saat takıyor, Maldivler’e tatile gidiyor, Monaco Yacht Club’da ıstakoz yiyiyor ve bütün komşuların da ekonomik şartları aşağı yukarı aynı… Yani AKP oligarşisi tok, komşular arasında aç bulunmamaktadır?! Aç olanlar bizden değildir?! Akidemiz artık ellere talkın, bize salkımdır?!
Hülasa, 31 Mart 2024 mahallî seçimleri AKP parti devleti rejiminin mağlubiyetiyle sonuçlanmış ise de seçimin galibi CHP için galibiyet, mutlak bir başarı olarak nitelendirilemez… Çünkü CHP hâlâ tek-parti diktatörlüğü döneminin prangalarından kurtulabilmiş değildir… Galibiyeti onuncu yıl marşı ya da andımız nutuklarıyla kutlamaya çalışan GÜRUH, galibiyeti getiren asıl faktörün, Müslüman halkın dilini konuşan Ekrem İMAMOĞLU ve Mansur YAVAŞ’ın gayreti olduğunun, maalesef hâlâ farkına varamamıştır… CHP; Müslüman halkın dilini konuşan Ekrem İMAMOĞLU ve Mansur YAVAŞ sayesinde tarihinde ilk kez halkın rızasını kazanmış ise de halkın dili mevcut CHP’de henüz hakim değildir… Şayet CHP, yakaladığı başarının kalıcı olmasını istiyorsa Avrupa standartlarındaki siyasî partiler gibi; halkın rızasını, fırsat eşitliğini ve yoksul-dezavantajlı kesimlerle dayanışmayı behemehal benimseyip, gerçek bir sosyal demokrat parti olmalıdır…
[1] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi, Cem Yayınevi, İstanbul, 1992.
[2] Kemal Gözler, “Referandum mu, Plebisit mi?”, www.anayasa.gen.tr
[3] Mehmet Ö. Alkan, “Milli Şef’li Tek-Parti Döneminde Seçimler”, Prof. Dr. Bülent Tanör Armağanı, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2006.
[4] Sonnur Bakır-Semra Küçükoğlu-Sevgi Pehlivan, Seçim Sistemleri ve Türkiye’deki Uygulamalar, TBMM Basımevi, Ankara, 1982.
[5] http://erdoganmustafa.org/
[6] https://www.youtube.com/watch?v=Xc_cIHXmLSo