Modern karşılığıyla parlamenter sistem; yasama organı mecliste en fazla temsile sahip parti liderinin hükümet başkanı (başbakan) olarak atanıp, hükümeti kurmakla görevlendirildiği ve güven oylaması neticesinde teşkil edilen kabinenin de (bakanlar kurulu) yasama organı parlamentoya karşı sorumlu tutulduğu demokratik yönetim formudur. Sistemin tarihî arka planını; ülkesini mutlak monarşi ile yöneten İngiltere Kralı 3. Henry‘ye karşı meşrutî monarşi isteğiyle başkaldıran ve Baronlar Savaşı diye bilinen harbi organize eden, Fransız kökenli İngiliz asilzadesi Leicester Kontu (1208 – 1265) Simon de Montfort’ın kraliyet güçlerine karşı galibiyetinin ardından 1258 ve 1265 tarihlerinde fiilî hükümdar sıfatıyla şekillendirdiği Oxford Parlamentosu’nun, Kral Henry‘nin sınırsız yetkilerini elinden alan ve sıradan insanları temsilci seçen icraatları oluşturduğu için İngiliz Parlamentosu, sıklıkla “Parlamentoların Annesi” olarak anılır. Parlamento; kavramın etimolojisine uygun olarak, ülke siyasetine dair meselelerin konuşulduğu, tartışıldığı yerdir. Orijininde “parliament” kelimesi; manastırlarda rahipler arasındaki akşam yemeği sonrası yapılan teolojik tartışmaları, konuşmaları tanımlamak üzere kullanılırken, on üçüncü yüz yıl itibarıyla piskoposlar, kontlar ve baronlar arasındaki siyasal konsey toplantıları için kullanılmıştır. On dördüncü yüzyıl başlarındaysa manevi ve dünyevi lordlar (Lords) arasında bir mecliste, generaller ve burjuvalar (Commons) arasında başka bir mecliste tartışmaların yürütülmesi uygulaması gelişmiştir. Bugün halâ var olan kral ve manevi konsey ile Lordlar kamarası (House of Lords) ve Avam kamarası (House of Commons) pratiği o günlerden kalmadır. Parlamento; toplantıları on yedinci yüzyılda üçer yıllık arayla zorunlu hale getirilince önce profesyonel temsilciler sınıfı ortaya çıkmış, sonra da örgütlü muhalefet doğmuştur. Dahası parlamento, İngiliz İçsavaşı (1642-1651) sırasında krala karşı devrimci bir organ ve direnişin merkezi haline dönüşmüştür. Restorasyon Döneminde (1660-1688), sonraki siyasi partilerin ataları olan Whig ve Tory fraksiyonları oluşmuş; Muhteşem Devrim (Glorious Revolution) 1688-1689 ertesindeyse parlamenter egemenlik ilkesi ve kabine üyelerinin Avam Kamarası üyeleri arasından seçilmesi prensibi benimsenmiştir. On yedinci yüzyılın sonlarına doğruysa monarşinin gücü azalmış ve Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası arasındaki ilişki Avam Kamarası lehine değişmiştir. 1911 ve 1949 Parlamento Yasalarıyla da Lordlar Kamarası’nın aşağı statüsü resmen kurumsallaştırılmış ve herhangi bir kanun tasarısını reddetme yetkisi yasaklanmıştır. 1990′lardan itibaren de kalıtsal ayrıcalıklar ciddi şekilde azaltılarak sistem tam demokratik hale getirilmiştir.[1] Tarihte görülen siyasal sistemler içerisinde; uyruklarına daha ziyade özgürlük, daha ziyade eşitlik ve daha ziyade ekonomik refah temin edebilen yönetim formunun zaman içerisinde olgunlaşan parlamenter sistem yahut da onun çağdaş formu hukuk devleti olduğunu söylemek pek de yanlış olmasa gerektir…
Acaba “İslamî Şûra Yönetimi”, demokratik parlamenter bir sistem midir? Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisine göre; “şûra” (الشورى), Müslüman yöneticilerin ve özellikle devlet başkanının görev alanlarına giren işler hususunda hem ilgililerle müşavere edip, onların temayüllerini göz önünde bulundurmasını hem de danışma kurulu anlamındaki yapıyı tanımlar. Kur’an’da Şûra suresi otuz sekizinci ayette geçen “Onların işleri, aralarında şûra iledir.” beyanı ve Âl-i İmrân suresi yüz elli dokuzuncu ayette geçen “Ey Peygamber, yapılacak işler hususunda onlarla müşavere et.” beyanı bu duruma işaret eder. Ancak, İslâm tarihi boyunca meşveret usulü şöyle ya da böyle devlet idaresinde işletilmeye çalışılmış ise de meşveret heyeti üyeliği, genellikle yönetim merkezlerinde bulunan çok az sayıdaki insanın iştirakinden ibaret kalmıştır. Mesela; Emeviler’le başlayan süreçte şûra; toplumun önde gelen insanları olarak idareciler, ordu kumandanları ve ilim adamlarından meydana gelen üç sınıfın temsilcileriyle sınırlıdır. İktidarı, Emevîler’den devralan Abbasîler devrinde ve Müslüman olduktan kısa bir süre sonra İslâm dünyasında hâkimiyeti üstlenen Türkler zamanında da şûra fikri korunmuş fakat meşveret heyetine kimlerin katılacağı hususu daima müphem bırakılmıştır. Belki de bunun temel sebebi şûraya iştirak hususunda Kur’an’da ve Sünnet’te özel bir düzenlemenin bulunmamasıdır.[2] Mamafih, klasik fıkıh doktrinindeki devlet başkanının kimler tarafından seçileceği sorunu tartışılırken kullanılan ehlü’l-hal ve’l-akd (أهل الحلّ و العقد) tabirinin, şöyle ya da böyle konuyla ilişkili olduğu pekâlâ söylenebilir. Devlet başkanını seçmek ve gerektiğinde azletmekle yetkili olan heyet anlamında ehlü’l-hal ve’l-akd tabirinin ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemektedir. Terkibin; halifenin iş başına getiriliş usulü ve meşruiyeti konularının Şii ve Sünni alimler arasında tartışılmasıyla literatüre girdiği kabûl edilmektedir. Şiilerin nassa dayalı imamet görüşüne karşılık; Sünniler, halifenin seçim yoluyla iş başına gelmesi fikrini ileri sürmüş ve devlet başkanını ehlü’l-hal ve’l-akd denilen grubun belirlemesi gerektiğini savunmuştur. Bahis mevzuu heyetin kaç kişiden ibaret olacağı tartışmalı ise de ülkenin genelinden veya sadece hilâfet merkezinden seçilmesi ve onların da halifeyi seçmesi gerektiği yönündeki iki temel görüş ön plana çıkmıştır. Ehlü’l-hal ve’l-akd grubuna girecek olan kişilerde ne gibi özelliklerin aranacağı hususu da yoğun tartışmalara vesile olmuştur. Yaygın kabul, ehlü’l-hal ve’l-akd grubuna girebilmek için ictihad derecesinde bir ilmin gerekliliğidir. Zira iki ekol açısından da ümmetin hayatıyla ilgili meseleler; cahil kitlelere, avamın reyine terk edilemez. Ehlü’l-hal ve’l-akdin sayısı ve nitelikleri konusundaki görüş ayrılıklarında, bu görüşlere mesnet teşkil eden dört halife döneminin kısa sürmesi ve icraatlarının farklı şekillerde yorumlanması da ulemanın içinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartların ve mevcut siyasî yapıyı eleştirme veya meşru gösterme gayretlerinin de etkisi olmuştur. Açıktır ki mutlakıyet ve saltanat usulünün hâkim olduğu dönemlerde, ulemanın halifeyi ehlü’l-hal ve’l-akdin seçmesi yönünde görüş beyan etmesi, siyasî iktidarın gücünü sınırlama yönünde atılmış önemli bir adım olduğu gibi gerektiğinde azletme yetkisinin savunulması da hukuk devletinin gerçekleşmesi yolunda çok önemli bir adımdır. Ne var ki dört başı mamur bir şûra doktrininin geliştirilememesi ve kurumsallaştırılamaması nedeniyle tarihte meşruiyet gerekçeleriyle ehlü’l-hal ve’l-akdin azli yoluyla değiştirilmiş herhangi bir halifeye de rastlanmamaktadır.[3] Belki de bu durumun gerçek nedeni klasik fıkıh ekolündeki “Şûrada ortaya çıkan kararlar; çoğunlukla, hatta ittifakla alınmış olsa bile yine de devlet başkanı için bağlayıcı değildir.” şeklinde ifadesini bulan genel yaklaşımdır.
İslamî Şûra tartışmalarında; Osmanlı-Türk toplumundaki Batılılaşma (modernleşme) hareketlerine bağlı olarak, Tanzimat yılları itibarıyla, devlet yönetiminde Batılı siyasal sistemlerdeki kuvvetler ayrımı ilkesini andırır tarzda bir evirilmenin yavaş yavaş da olsa tezahür ettiğini söylemek mümkündür. Evirilmenin motivasyonunu belirleyen faktör, şüphesiz Batı karşısındaki mağlubiyetlerdir. Devletin varlığını tehdit eden mağlubiyetlerin sebep olduğu sorunların çözümünde, sorumluluğu paylaşıp, geniş bir mutabakata dayandırarak halkın gözünde meşrulaştırma düşüncesi, siyasal yapıda meclis-i has, meşveret-i havas, meclis-i şûra, meclis-i umumi gibi çeşitli danışma heyetlerinin teşkilini sağlamıştır. Bu meclisler önemli devlet işlerini görüşmek, savaşa veya barışa karar vermek yahut antlaşmalar yapmak üzere zaman zaman toplanırdı. İstişareye katılacak kişiler ve görüşülecek hususlar padişahın emri üzerine önceden belirlenirdi. Meclislerin aldığı kararlar mazbata haline getirilip saraya sunulur ve padişah da genellikle alınan kararlara uyardı. Sultan II. Mahmut, 1830’lu yıllarda devletin merkezî yapısında gerçekleştirdiği reformlarla, söz konusu meclislerde alt kademelerdeki yöneticilerin de kararlarda yer almasını sağlamış ve Avrupaî bir kabine sistemi görüntüsü oluşturmaya çalışmıştır. Bu vesileyle geleneksel meclis-i meşveret yapısından “meclis-i vükelâ”ya yani Batı tarzı modern hükümet yapısına tedricî bir geçiş yaşanmıştır.[4] Şûra tartışmalarının Batı tarzı bir siyasal modele doğru evirilmesi maalesef beraberinde bir takım sorunları da getirmiştir. Tanzimat yıllarında yürütülen siyasal reform hareketleri ne yazık ki toplumda bir ikilem doğurmuş ve geleneksel yapıya karşı yönetim kesiminde bir yabancılaşma yaratmıştır. Bu durum; nüfusun Müslüman kesimi üzerinde güçlü bir kültürel kırılmaya yol açmış ve bu kırılma vasıtasıyla yönetici elit, düşünce ve davranışlarında keskin bir şekilde farklılaştığından, yönetilen halkla paylaştıkları ileri sürülen din, dil ve adetlere rağmen, aralarında pek de fazla müşterek yön görünmez olmuştur.[5] Öyle ki Tanzimatçı elitlere göre İslam, esasta ferdi bir anlayış olup, herkes için kendi hususi mabedinde yaşanacak özel bir hayattan ibarettir yani din bir vicdan meselesidir, sosyal bir mahiyeti yoktur; dolayısıyla devlet, dinî hususlarda tarafsız kalmalı, tebaa da artık aynı siyasî ideolojiye mensup bir toplum biçimine dönüşmelidir. Osmanlıcılık denilen bu yeni ideoloji, Sultan II. Mahmut’un “Ben tebaamdaki edyan farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim”[6] şeklindeki meşhur sözüyle Tanzimat’ın resmi ideolojisine haline gelmiştir. Yönetici elit üzerindeki Batının üstünlüğü fikri, Tanzimat ve Islahat Fermanı ile ne kadar pekişmişse de Müslüman tebaaya çok fazla sirayet etmemiş, siyasal sorunlara çözüm olarak halk arasında, özellikle genç aydınlarda aksülamel tarzında İslam’a yeniden dönüş fikri belirmiştir. Temsilcileri de Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi şahısların mensubu oldukları Yeni Osmanlılar Cemiyeti‘dir. Yeni Osmanlılar, Tanzimat hareketlerine İslam hukuku dışında yeni bir hukuk sistemi getirilmeye çalışıldığı için karşı çıkmıştır.[7] Tanzimat idaresinin hem iç hem de dış siyasette ülke zararına olduğuna inanan Yeni Osmanlılar, Padişahı ve Babıali icraatlarını kontrol edecek bir meclisin kurulması gerektiğini savunuyorlardı ki bu da Meşrutiyet idaresidir. Meşrutiyet idealinin yegâne dayanağı da halkı Babıali’ye karşı harekete geçirecek tek unsur olan konuştuğu dil İslam’dır.[8] Siyasal sorunlara çözüm olarak İslam’a yeniden dönüşü savunan bu insanlara göre; İslâm hükümetleri, hükûmet-i mukayyede niteliği taşır ve emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker ilkesi çerçevesinde şeriatın çizdiği sınırların dışına çıkılmasını önler. Dört Halife sonrası İslam dünyasında ortaya çıkan saltanat rejimleri, İslam’ın özüne uygun düşmeyen hükümet modelleridir. Osmanlı’nın Batı karşısındaki mağlubiyetlerine de İslam dünyasının sorunlarına da çare İslamî öze yeniden dönüştür. Kurulması gereken siyasal sistem de şeriata istinat eden, mahza adalet ve meşveretten ibaret olan Meşrutiyet sistemidir.[9] Teorik arka planını Yeni Osmanlılar’ın hazırladığı Meşrutiyet sistemi, İslamî temellere istinat edip etmediği tartışmalı da olsa 23 Aralık 1876’da yürürlüğe giren Kânûn-ı Esâsî ile birlikte nihayet ilan edilmiştir. Kânûn-ı Esâsî’nin ilanı, Osmanlı’da Birinci Meşrutiyet dönemi olarak adlandırılır. Haddizatında, Meşrutiyet’in, Batı tarzı modern hükümet yapısına geçiş olduğunu söylemek de elbette mümkündür. Kânûn-ı Esâsî’nin öngördüğü Meclis-i Mebusan ve Meclis-i A‘yân’dan oluşan Meclis-i Umûmî’nin, İngiliz parlamenter sistemini çağrıştırdığı açıktır. Kânûn-ı Esâsî’ye göre: Mebusları halk değil daha önce halkın seçmiş olduğu vilâyet, sancak ve kaza idare meclisi üyeleri seçer. Mebusan sayısı; sekseni Müslüman, ellisi Gayrimüslim olmak üzere toplam 130 kişidir. Mebuslar; mecliste padişaha ve vatana sadık kalacaklarına ve Kânûn-ı Esâsî hükümlerine uyacaklarına dair yemin ederek göreve başlar. Meclisin esas görevi kanun yapmak ve yıllık bütçe kanununu inceleyip kabul etmektir. Mecliste kabul edilen tasarı, üyeleri padişah tarafından atanan Meclis-i A‘yân’a gönderilir, burada görüşülüp onaylandıktan sonra da padişahın tasdikiyle kanunlaşır. Reddedilen tasarılar, o yıl içinde tekrar meclis gündemine getirilemez. Padişahın atamasıyla kurulan hükümet; meclise karşı değil padişaha karşı sorumludur. Ancak herhangi bir mebus, hükümet üyelerinden biri hakkında şikâyette bulunur ve meclisin üçte iki çoğunluğu şikâyeti haklı bulursa o vekil Divan-ı Ali’ye gönderilebilir. Ayrıca hükümetle meclis arasında bir anlaşmazlık çıkar ve iki taraf da görüşlerinde ısrar ederse padişah, yeniden seçim yapılmak üzere meclisi feshedebilir veya hükümeti değiştirebilir. Hükümet, meclisin kapalı olduğu dönemlerde Meclis-i Mebusan’ın toplanmasına kadar geçerli olmak üzere gerektiğinde geçici kanunlar çıkarabilir. Hükümet üyeleri istediklerinde Meclis-i Umûmî’nin her iki kanadındaki toplantılara katılabilir. Buna mukabil Meclis-i Meb‘ûsanda çoğunlukla alacağı bir kararla hükümet üyelerini çağırıp icraatlarıyla ilgili izahat isteyebilir… Bu minval üzere kurulan Meclis-i Umûmî’nin açılış töreni 19 Mart 1877’de Sultan II. Abdülhamid, devlet erkânı, ruhanî liderler ve yabancı misyon şeflerinin katılımıyla Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda yapılır. Meclisin çalışma şekli ve kuralları 20 Eylül 1877 tarihli bir iç tüzükle belirlenir. Buna göre başkanlık divanı; başkan, başkan vekili, iki kâtip üye ve iki idare memurundan oluşacak, padişah, başkan ve vekilini üyeler arasından bir yıllığına atayacaktır. Başkanın görevi müzakereleri yönetmek, iç tüzüğü uygulamak, düzeni ve emniyeti sağlamaktır. Birinci Meşrutiyet dönemi Meclis-i Umûmî’si; Meclis-i A‘yân ve Meclis-i Meb‘ûsan, 19 Mart – 28 Haziran 1877 ve 13 Aralık 1877 – 14 Şubat 1878 tarihleri arasında iki devre halinde yaklaşık beş ay kadar faaliyet gösterdikten sonra Osmanlı-Rus Harbi’nin (93 Harbi) başlaması nedeniyle Sultan II. Abdülhamid tarafından, 13 Şubat 1878 tarihinde Kânûn-ı Esâsî’nin kendisine verdiği yetkiye istinaden süresiz olarak tatil edilmiştir… Yeniden açılması ise yaklaşık otuz yıl süren İstibdat Dönemi sonrası, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilânı üzerine gerçekleşebilmiştir… İkinci Meşrutiyet döneminde Kânûn-ı Esâsî’ye; meclisten güven-oyu alamayan hükümetin görevden düşürülmesi yönündeki düzenlemenin ve tahta çıkan padişahın Meclis-i Umûmî’de şeriata ve Kânûn-ı Esâsî hükümlerine uyacağına ve vatana-millete sadık kalacağına dair yemin metninin eklenmesi Avrupa tarzı parlamenter monarşi ve hukuk devleti yönünde atılan önemli adımlardır.[10] Birinci Meşrutiyet dönemindeki, Meşrutiyetin İslamî ilkelere dayandığına dair Yeni Osmanlılar tarafından yapılan savunmanın benzerini; İkinci Meşrutiyet yıllarında da yine İslamcı aydınlar ve ulemadan bazı insanlar yapmıştır. Dönemin İslam alimlerinden Bediüzzaman’a göre; Meşrutiyet; hâkimiyet-i milliye, mahza adalet ve meşveretten ibaret olup şeriata istinat eder. Şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti yoktur. “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.”, Hadis-i şerifinin de işaret ettiği gibi; şeriatın âleme gönderiliş gayesi istibdadı ve zalimane tahakkümü ortadan kaldırmaktır. Şeriatın meslek-i hakikisi de Meşrutiyettir. Fakat bir millet cehaletle kendi hukukunu bilmezse ehl-i hamiyet idareciyi dahi müstebit eder. Meşrutiyet-i meşruanın birinci kapısı, ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi de terk-i sefahattir. Meşrutiyet; meşru çerçevede yürütülmezse idare istibdada dönüşür. İdareciler, peygamberin emrine itaat edip, onun yolunda giderse halifedir ve itaat farzdır. Ancak peygambere tâbi olmayıp, zulmederse o idareci padişah da olsa hayduttur. Meşrutiyet’te kuvvet, kanundadır. Anlamı, “Kudret ve izzet sahibi olan yalnızca Allah’tır.” (Hac Suresi: 40.) ayetinin hâkim ve âmir-i vicdan olduğudur. Bu da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm ve din-i İslâm namıyla mümkündür. Alem-i İslam’ın istikbalde terakkisinin ana kapısı meşrutiyet-i meşrua ve meşru dairedeki hürriyet; taht ve baht-ı İslam’ın anahtarı da meşrutiyetteki şûradır.[11]Bediüzzaman; II. Meşrutiyet döneminde Meclis-i Umûmî’nin yeniden açılışından sonra mebuslara yaptığı bir konuşmada da şu hususlara işaret eder: “Cumhuriyet ve demokrat manasındaki meşrutiyeti ve kanun-u esasiye denilen adalet ve meşvereti ve kanunda cem’i kuvveti temin eden, evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten kurtaran ve istikbal ve ahiretimizi tekeffül eden ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan tahlis eden ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden ve umumî ezhanı manyetizmalandıran ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren ve bizi muaheze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı ammeyi tevlid eden ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiyi, sırr-ı i’caza binaen bir zaman-ı kasırda tayyettiren ve Arap ve Turan ve İran ve Samileri tevhid ederek az zaman içinde bize bir büyük kıymet verdiren ve şahs-ı manevi-i hükûmeti Müslüman gösteren ve Kanun-u Esasî’nin ruhunu ve bizi hıns-ı yeminden kurtaran ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidelerini tekzib eden, Hâtem-ül Enbiya ve şeriatının ebedî olduğunu tasdik ettiren ve muharib-i medeniyet olan ve anarşiliğe yol açan dinsizliğe karşı set çeken ve zulmet-i tebayün-ü efkâr ve teşettüt-ü ârâyı safha-i nuranîsi ile ortadan kaldıran ve umum ulema ve vaizleri ittihad ve saadet-i millete ve icraat-ı hükûmeti meşruta-i meşruaya hâdim eden ve adalet-i mahza gereği anasır-ı Gayrımüslimeyi daha ziyade te’lif ve rabteden ve en cebîn ve âmi adamı en cesur ve en has adam gibi hiss-i hakikî-i terakki ile ve fedakârlık ve hubb-u vatanla mütehassis eden ve insanları sefahet ve israfattan ve havaic-i gayr-ı zaruriyeden halâs eden ve muhafaza-i ahiretle beraber imar-ı dünya etmekle sa’ye gayret veren ve hayat-ı medeniye olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını öğreten ve bizi icma-i ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren ve hüsn-ü niyete binaen amalinizi ibadete çeviren ve üç yüz milyon Müslümanın hayat-ı maneviyesine sû-i kasttan ve cinayetten tahlis eden ol Kur’an-ı Mukaddes’in düsturları ünvanıyla Meşrutiyeti gösterseniz ve hükümlerinize mehaz edinseniz ve düsturlarını tatbik etseniz, acaba bu kadar fevaidi ile beraber ne gibi bir şey kaybedeceksiniz? Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telâkki ve telkin etmek gerekir. İnsanlar hür olmalıdırlar ama her halükârda abdullahtırlar. Her şey serbest denilerek gayrı meşru işlere kalkışmak, insan için senet ve özür olamaz. Hürriyet, adab-ı şeriatla kayıtlıdır. Zira ittifak hüdadadır, heva ve heveste değildir. Aksi taktirde istibdat daima hükümferma olacaktır.”[12] Ne yazık ki Bediüzzaman’ın “Cem’i kuvvetimle bütün âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki umum İslam’ın saadetinin fecr-i sadığı gelmiştir. Faraza, şu devletin yarı milleti pahasına da verilseydi gene erzan ve zulmetle beraber yansa idi gene ucuz” dediği Meşrutiyet, onu sukut-u hayale uğratmıştır. İktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkası öyle bir tahakküm ve istibdat uygulamıştır ki Sultan II. Abdülhamid’in sözde istibdadını herkes mumla aramıştır. Bu sebeple gerçekleşen 31 Mart Olayları neticesinde; Meşrutiyet’in üçüncü günü Sultanahmet Meydanı’ndaki mitingde ve daha sonra da İttihat ve Terakki Fırkası’nın ileri gelenleriyle birlikte gittiği Selanik’te, Selânik Meydanı‘nda bir Meşrutiyet müdafii olarak halka hitap eden Bediüzzaman, Meşrutiyet karşıtlığıyla suçlanarak tutuklanmış ve Divan-ı Harp’te yargılanmıştır.
Literal-kitabî anlamıyla Kur’anî İslam’ın muhataplarına herhangi bir siyasal form önermediği açıktır… Ancak, Aristoteles’in ifadeleriyle eşyanın doğal düzeninde yeri olan formların tatbikatına yönelik meşveret heyeti manasında şûra ve meşveret usulü teklif ettiği de açıktır. Daha doğrusu emrettiği şüphesizdir. Şûra suresi otuz sekizinci ayette geçen “Onların işleri, aralarında şûra iledir.” beyanı ve Âl-i İmrân suresi yüz elli dokuzuncu ayette geçen “Ey Peygamber, yapılacak işler hususunda onlarla müşavere et.” beyanı bu durumun muvazzah delilidir. Ne var ki İslam’ın tarihî tecrübesinde bu emre riayet edildiğini söylemek çok da kolay değildir. Dahası iktidardan beslenen hem klasik ulemanın suî taifesi hem de modern ulemanın suî taifesi, “Şûrada ortaya çıkan kararlar; çoğunlukla, hatta ittifakla alınmış olsa bile yine de devlet başkanı için bağlayıcı değildir.” hezeyanıyla bir taraftan Kur’an’ın sarih hükmünü iptale bir taraftan da şöyle ya da böyle kendisini İslam’a nispet eden cahil-avam tabakasının samimi duygularını iğfale kalkışmışlardır. Bundan ötürüdür ki İslam ülkelerinde; klasik dönemlerde saltanat rejimleri, modern dönemlerde de tek-adam (monokrasi) rejimleri egemen olmuştur. Dolayısıyla da İslam dünyasında, Batı’da yaratılan parlamenter sistem ya da hukuk devleti ölçeklerinde kahir ekseriyet için özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah gerçekleştirilememiştir. Keşke sadece literal-kitabî teoriden ibaret kalan İslamî şûra yönetimi; Avrupaî tarzda demokratik parlamenter bir hukuk devleti pratiğine dönüşebilseydi de Müslümanlar da olabildiğince özgür, olabildiğince eşit ve olabildiğince müreffeh bir hayat yaşasaydı… Müslümanların entelektüel seviyesine nispetle böyle bir temennide bulunmak çok mu hayalî?!
[1] https://www.britannica.com/topic/Parliament
[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/sura
[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/ehlul-hal-vel-akd
[4] https://islamansiklopedisi.org.tr/meclis-i-mesveret
[5] Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, İmge Kitabevi, Ankara, 2002.
[6] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Matbaa-i Kader, İstanbul, 1327.
[7] İhsan Sungu, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat I. Maarif Matbaası, İstanbul, 1940.
[8] Mümtazer Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yay., İstanbul, 1991.
[9] https://islamansiklopedisi.org.tr/mesrutiyet
[10] https://islamansiklopedisi.org.tr/meclis-i-mebusan
[11] Bediüzzaman, Asar-ı Bediiyye, Elmas Neşriyat, İstanbul, 2004.
[12] Bediüzzaman, Asar-ı Bediiyye, Elmas Neşriyat, İstanbul, 2004.