Medeniyetlerin muharrik gücünün ne olup ne olmadığının irdelenerek, İslam medeniyeti hakkında bir değer hükmü biçiminde kullanılan “geri kalmışlık” ifadesinin sorgulanmaya çalışılacağı bu yazıda, başlık için kullanılan kelimelerin üçünün de Türkçe olmaması muhatap okuyucu tarafından, muhtemelen garip karşılanacaktır. Ancak, aşağıda bunun sebepleri izah edilince, herhalde bize hak verilecektir.
Dilimizde, siyasal, sosyal ve ekonomik açıdan tekamül etmiş, üst seviyede bir yaşam biçimini tanımlamak üzere kullanılan medeniyet kavramının, Batı dillerinin çoğundaki karşılığı “sivilizasyon”dur. Bu kavram, Batı literatüründe ilk kez Fransız ekonomist Marki de Mirabeau tarafından 1756 yılında kullanılmıştır.[1] Anlaşılacağıüzere bu tarih, Batı dünyasında, daha önce hiçbir yerde örneği görülmeyen yepyeni bir yaşam biçiminin, modernitenin temel dinamiklerinin ya da parametrelerinin oluşmaya başladığı 18. Yüzyıldır. İşte, bugün ülkemiz de dahil, Batılı olmayan hemen her yerde, üst seviyede bir yaşam biçimini tanımlamak ve hedeflemek üzere kullanılan medeniyet kavramının muhteviyatını, 18. Yüzyılda kullanılmaya başlanan sivilizasyon kavramının ihtiva ettiği anlam belirlediği için, konu başlığımızı o yönde isimlendirdik.
Şimdi burada tabii olarak akla bir takım sorular gelecektir: Acaba sivilizasyon kavramı niçin başka bir yüzyılda değil de 18. Yüzyılda icat edilmiştir? 18. Yüzyılı diğer dönemlerden ayırt eden özellikler nelerdir? 18. Yüzyılda, daha önce Batı yaşam biçimini tanımlayan ya da belirleyen ne gibi şeyler değişmeğe yüz tutmuştur? Şüphesiz, bu sorulara verilecek olan cevaplar, sivilizasyon kavramının muhteviyatını da ortaya çıkaracaktır.
Üst seviyede bir yaşam biçimini karşılamak üzere kullanılan medeniyet kavramı, elbette ki sadece Batı sivilizasyonuna, Batı yaşam biçimine izafe edilmemektedir. Batının yanında, bir İslam, bir Hint, bir Çin, bir İran, bir Yunan, bir Roma yaşam biçimini karşılamak üzere de “medeniyet” kavramı kullanılmaktadır. Farklı farklı medeniyetlerden bahsedilmesi de bunların her birini diğerinden ayırt eden, farklı varlık, bilgi, değer, insan, siyaset, ekonomi, vb., gibi anlayışlara sahip olmaları, farklı parametreler üzerine kurulmuş olmaları sebebiyledir. Ancak, Batı sivilizasyonunun öyle bir özelliği vardır ki işte bu özellik, Batı medeniyeti dediğimiz ve 18. Yüzyıldan itibaren oluşmaya başlayan Batı yaşam biçimini diğerlerinden tamamen farklı bir kategoriye sokmamıza sebep olmaktadır. O özellik de Batı medeniyetinin din-dışı bir “entelektüalizm” temeline bina edilmiş olmasıdır. Batı medeniyeti dışında kalan diğer medeniyetler her ne kadar siyasal, sosyal ve ekonomik tezahürleri itibariyle birbirlerinden farklılaşıyor iseler de bütün bu medeniyetlerin, Batı medeniyetinden farklı olarak, hemen her türlü yapılanmada dini düşünceyi nihai belirleyici unsur olarak kabul ettikleri de bir gerçektir. İşte bu gerçekten ötürüdür ki bugün, Batı medeniyetinin yaşandığı toplumlara modern toplum, diğer medeniyetlerin yaşandığı toplumlara da geleneksel toplum denilmektedir. Yani, Batı medeniyetini daha doğrusu Batı sivilizasyonunu diğer medeniyetlerden ayıran en temel özellik, Batıda siyasal, sosyal ya da ekonomik her türlü yaşam biçimine yönelik yapılanmada nihai determinasyon ilkesi olarak, din faktörünün görülmemesidir. Alman sosyolog Max Weber, sivilizasyonun oluşumunda Protestan din anlayışının önemli bir faktör olduğunu her ne kadar söylüyor ise de “mekanik temele dayanan kapitalizmin artık bu desteğe ihtiyacı yoktur”[2] diyerek oluşum sürecini tamamlayan sivilizasyonda o anlayışın tarihe itildiğini de itiraf etmektedir.
Sivilizasyon kavramı gibi, dinin yaşam biçiminin nihai belirleyici unsuru olarak görülmemesi düşüncesi de ilk kez 18. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu iki olayın çakışması, bize hem sivilizasyonun ne olduğu hususunda hem sivilizasyon sürecinin başladığı 18. Yüzyılın temel özelliklerinin neler olduğu hususunda hem de bu sürecin yaşanmaya başladığı Batı yaşam biçiminde nelerin değiştiği hususunda gerekli ipuçlarını vermektedir. 18. Yüzyılın bir diğer adı da “Aydınlanma Çağı“dır. Çağa adını veren Aydınlanmanın ne olduğunun tespiti, sivilizasyonun muhteviyatının tespitini daha da kolaylaştıracaktır.
Aydınlanma Çağı’nın en önemli düşünürlerinden Alman filozof İmmanuel Kant‘ın ifadeleriyle aydınlanma: “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Aklını, kendin kullanma cesaretini göster, sözü imdi Aydınlanmanın parolasıdır.”
“Doğa insanları yabancı bir yönlendirilmeğe bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir. Bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini, lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler (vasi, vali) insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarınıönce sersemleştirip, aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar, sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeğe kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekte büyük sayılmaz. Çünkü, birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeği öğreneceklerdir. Ne var ki bu türden bir örnek, insanıürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için neredeyse ikinci bir tabiat yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür.” …”Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan, çekinmeden kitlelerin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü.”[3]
Kant‘ın ifadelerinden açıkça anlaşılacağı üzere, 18. Yüzyılı diğer dönemlerden ayıran ve onu farklı kılan özellik, onun Aydınlanma Çağı olması, yani aklın her yönüyle ve her bakımdan, çekinmeden kitlelerin önünde, başka hiçbir şeyin kılavuzluğuna başvurmaksızın, özgürce kullanılmasıdır. Bizim, sivilizasyonun dinamosu olarak nitelendirdiğimiz entelektüalizm de işte budur.
Aydınlanma ya da entelektüalizm acaba Batı dünyasında neleri değiştirmişti? Bu sorunun cevabı bize aynı zamanda, köşesi ve bucağıyla sivilizasyonun nasıl bir yaşam biçimine izafe edildiğinin cevabını da verecektir. Tahmin edilebileceği gibi burada aydınlatılmak istenen şey, tipik bir tarihi fenomen olan “insan hayatının anlam ve düzeni”dir. herhangi bir zamanda ve zeminde hayatın düzenini ayarlanmış olan değerler ve formlar canlılıklarını yitirirse tabiatıyla yeni bir düzene kılavuzluk edecek düşünceler aranır. 18. Yüzyılın aydınlanma arayışı da böyle bir düzen arayışıdır. Ortaçağ kilise totalitarizminin bir sonucu olarak Rönesans‘ta ortaya konan “insanın varlığı ve dünyadaki yeri” problemi 18. Yüzyılda en genişölçülerde ele alınarak rasyonel kriterlerle cevaplandırılmaya çalışılınca Batı yaşam biçimi kesin bir biçimde değişmeye başladı. Yüzyılın sonlarına doğru patlayan Fransız İnkılabı bu düşüncelerin siyasal-sosyal alana ilk uyarlamasıdır.[4]
Aydınlanma düşüncesinin temellerinin atıldığı Rönesans döneminde (16. yy.) hakikatin idrakini bireye, iradeye, tecrübeye, akla ve somut tekil realiteye bağlayan nominalist çizgiyi takip eden insan düşüncesi, kendini her türlü tarihi otoriteden yalıtmaya, evren ve hayat üzerindeki görüşlerine yalnızca aklın ve tecrübenin sağladığı doğrularla şekil vermeğe çalışmış ve Ortaçağın hayatı determine eden dinsel şemasını değiştirmeyi denemiş ise de buna sistemli olarak 18. Yüzyılda muvaffak olabilmiştir. Evren ve hayatı kendi aklı ve tecrübeleriyle kavramaya çalışan insan, artık bir bireydir. “Eşref-i mahlukat” olması itibariyle değil, sadece insan olduğu için değerlidir. Yeryüzü, “eşref-i mahlukat”ın geçici mekanı değil, sonsuz olan Güneş Sisteminin bir parçası, bireyin egemen olmasını bekleyen bir esrar yumağıdır. Hakikati kavramanın yolu, kilise öğretilerine yönelmek değil, doğaya ve akla yönelmektir. Aklını kullanan birey, kilisenin ve monarkların tutsağı değil, kendi kendisinin efendisidir. Birey, kilisenin cennetini değil, kendi kuracağı yeryüzü cennetini istemektedir. İnsanlığın tarihi, insanın günah yüzünden düşmesinden başlayarak, Mesih‘in görünüp insana kurtuluş yolunu açtığı ve bu yolun sona ermesine (kıyamet) kadarki bir defalık bir süreç değil, bireye yeryüzü cennetini hazırlayan ve daima ilerleyen bir süreçtir. İşte, Batı‘da tecrübe temelli rasyonel düşüncenin ve onun uyarlandığı yaşam biçiminin ulaştığı bu yeni aşama, yeni bir kavramla karşılanıyordu: “Sivilizasyon”.
Genel hatlarıyla özetleyecek olursak, sivilizasyon kavramı, 18. Yüzyıldan itibaren aydınlanmacı ya da entelektüalist düşünceye dayalı insanın edindiği teknik ve toplumsal becerileri anlatmak için kullanılmaya başlanmış olup, insanın dışsal gelişimini, doğa üzerindeki egemenliğini ve din-dışı ilerlemeyi ifade eder.[5] Siyasal, sosyal ve ekonomik bazda tezahürlerine baktığımızda; rasyonel doğal hukuku savunan birey, yönetme hakkının monarklara Tanrı tarafından bahşedilmediğini artık anlamıştır. Bunun tabii sonucu da Fransız İnkılabında gözlendiği gibi monarşilerden demokrasilere geçiştir. İnsanların eşitliği anlayışına dayanan demokratik yapılanma milli, kitlesel ve resmi eğitimi getirmiş, sosyal statü kazanmanın yolunu -doğru veya yanlış- bireyin eğitimine bağlamıştır. Cenneti yeryüzünde, kendi çabası ile kendi emeğiyle kurmayı hedefleyen birey, artık her şeye seküler bir gözle bakmaktadır. Seküler cennette her türlü zevkin tadılabilmesi için her şeyin mevcut olması gerekeceğinden, her şey icat edilmeli, her şey üretilmelidir. Her şey üretilmeli ki her şey tüketilebilsin. Birey, yaşamak için değil, tüketmek için üretmek zorundadır. İşte, üst seviyeden bir yaşam biçimini ifade eden sivilizasyon, teferruatta farklı farklı yorumlanabilir ise de temelde; demokratikleşme, indüvidüalite, sekülerizasyon ve ekonomik verimlilik gibi unsurları içeren bir yaşam biçimidir.
Şimdi bu noktadan hareketle İslam medeniyetinin “geri kalmış“lığına bakacak olursak, şüphesiz burada kastedilen “geri kalmışlık” bir değer hükmünü ifade etmektedir. Böyle bir hükmün, bir mukayese sonucu ileri sürüldüğü de açıktır. Mukayese edildiği medeniyetin de Batı medeniyeti, yani sivilizasyon olduğu herkesin malumudur. Gerisinde kalınan şey de sivilizasyonun ileri olduğu düşünülen seviyesidir. Ancak, burada sorulması gereken önemli bir soru vardır: Acaba İslam medeniyetinin “geri kalmış“lığını söyleyenler bu ifadeye hangi manayı yüklemektedirler? Ahlaki bir geri kalmışlık veya ilerilik kastediliyor olabilir mi? Bu soruya farklı noktalardan hareketle farklı cevaplar verilebilir ise de Batı medeniyetinin teknolojik, ekonomik ve askeri güç açısından İslam dünyasından çok çok ilerde olduğu muhakkaktır. Hakikat-i halde İslam medeniyetine mensup insanların kendi medeniyetlerinin geri kalmışlığından bahsederken kastettikleri de aslında budur. Gerçi İslam dünyasındaki insan hakları ihlallerinin yoğun bir biçimde yaşandığı gerçeği ahlaki bir gerilik olarak da değerlendirilebilir ise de bu nevi ihlallerin, sivilizasyon sürecine girdikten sonra yaşandığı da bir gerçektir. Kaldı ki Batı dünyasında yaşanan uyuşturucu, AİDS, vb. gibi krizler ahlaki manada bir mukayeseyi gereksiz kılmaktadır. Demek oluyor ki İslam medeniyetinin geri kalmışlığı söz konusu ediliyorsa bundan, esas itibariyle teknolojik, ekonomik ve askeri bir geri kalmışlık kastedilmektedir. Böyle bir geri kalmışlık tanımlamasına da herhalde kimsenin itirazı yoktur.
Meselenin düğümlendiği bu noktada, o kadim soruya gelmiş bulunuyoruz: “İslam dünyası Batı karşısında niçin geri kaldı?” Bu sorunun açık bir biçimde sorulup, cevaplandırılmaya çalışıldığı dönem, İslam dünyası için 19. Yüzyıldır. 20. Yüzyılın sonlarına doğru duruma baktığımızda sorunun net bir biçimde, halen cevaplandırılamadığını söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Elbette ki bu kadim soruyu bir kalemde cevaplandıracağımız iddiasında da değiliz. Yapmak istediğimiz, bu kadim sorunun farklı bir biçimde sorulup sorulmamasının gerekli olup olmadığını sesli olarak düşünmektir. Kanaatimizce bu kadim sorudan önce, şu sorulmalıydı: Acaba İslam medeniyeti sivilizasyonla bağdaşır mı? Bir diğer ifadeyle, acaba İslami ilkelere dayalı bir yaşam biçiminin sivilizasyonu olabilir mi? Soruyu şu şekilde sormak da mümkündür: Acaba İslam medeniyeti, kendi parametleri doğrultusunda teknolojik, ekonomik, askeri bir güç oluşturamaz mıydı?
Şüphe yok ki farklı dilere ait kavramlar başka bir tarihin, yani başka bir algı ve anlam çerçevesinin ürünü olduklarından farklı sosyo-politik ortamlara ithal edildiklerinde uyum sağlamaları güç, bazen de imkansız olmaktadır.[6] Sivilizasyon işte bu kavramlardan biridir. Batı dünyasına ait bir algı ve anlam çerçevesinin ürünü olan sivilizasyon kavramını, İslam dünyasına ithal edip, onun İslam coğrafyasına uyum sağlayabileceğini sanmak, muhali talep etmekle eşdeğerdir. Sivilizasyonun din-dışı temellere dayanan sosyal, siyasal ve ekonomik bir yaşam biçimine karşılık geldiği unutulmazsa bu durum daha iyi anlaşılacaktır. Hem sosyal, hem siyasal, hem de ekonomik bir takım ilkeleri ihtiva eden bir dinin, yani İslamın din-dışılığı normal görmeyeceği açıktır.
Ancak, acaba din-dışı olmak, din karşıtlığı olarak yorumlanmazsa -mesela, varlıkla ilgili, nasıl sorusuna cevap vermeğe çalışan bilimin önermeleri din-dışıdır, fakat din karşıtı değildir- İslam, sivilizasyonun bazı ilkeleriyle uzlaşabilir mi? Mesela İslam, evrenin ve hayatın hakikatinin akılla kavranmasına veya hayatın tanzimine insanın kendi aklı ve tecrübeleriyle karar vermesine yahut insanların hukuki eşitlik temelinde siyasal yapılanmalarına ve yahut da ekonomik verimliliği hedeflemelerine mani midir?
İslam‘ın, din-dünya ayırımı yapmayan tevhid (birlik) temelli bir öğreti olduğu göz önünde tutularak, yukarıdaki sorulara Kur’an ve Kur’an eksenli Sünnet çerçevesinde cevaplar verilecek olursa İslam medeniyetinin, sivilizasyonun din karşıtlığışeklinde tezahür eden ilkelerinin dışında kalan birçok ilkesiyle uzlaşabilir olduğu görülecektir. Şöyle ki İslam, eşyanın olsun, hayatın olsun hemen her türlü hakikatin kavranmasında insanları akla, düşünmeye, muhakeme ve mukayeseye davet etmektedir. “Aklınızı kullanmaz mısınız” mealindeki birçok ayet (2/44, 6/32, 7/26, vd.) bu duruma işaret etmektedir. Dini öğretilerde düşüncenin meşruiyetinin kaynağı her ne kadar bizatihi dinin kendisidir, diye düşünülüyor ise de İslamı diğer dini öğretilerden ayıran temel özellik, onun meşruiyeti aynı zamanda akla ve tecrübeye havale etmesidir. Kur’an‘daki ifadeler bunun apaçık delilidir. Kaldı ki İslam düşüncesinin tarihi tecrübesinde de (tasavvuf hariç) bu ilke daima muhafaza edilmiştir. İslam düşüncesiyle ilgili olarak belirttiğimiz bu anlayış, Ortaçağ Skolastisizminin rasyonalizasyon faaliyetinden tamanen farklıdır. Çünkü skolastisizm dini öğretideki rasyonel olmayan hükümleri rasyonalize etmeğe çalışırken, İslamın tek kaynağı olan kutsal metinler akla ve tecrübeye atıfta bulunmaktadır.
Ahlak ve adalet temelinde bina edilmesi gereken İslami toplumsal-siyasal yapılanmada da durum bundan farklı değildir. “Hiç şüphe yok ki Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor” mealindeki ayetler (4/58, 5/42, vd.) bireysel liyakatin ve hukukun üstün tutulmasının, toplumsal-siyasal düzenin ilkesi olduğunu göstermektedir. Kur’an‘da adaletin gerçekleşmesini sağlayacak kurumsal yapılanmaya yönelik ilkelerden de bahsedilmektedir ki bu ilkeler siyasetin nasıl olması gerektiğine de ışık tutmaktadır: “…bir çok Tanrı mı iyi yoksa kahhar (her şeye hakim) bir tek Allah mı… hüküm yalnızca Allah’ındır. O yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir, işte doğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler.” (12/39-40). Bu meallerden anlaşılacağıüzere İslam siyaset felsefesinde hakimiyet Allah’ındır, ancak bundan anlaşılması gereken manalardan biri de mutlak hikmet sahibi olan ve her şeyi yerli yerinde yapan tek varlığın Allah olduğudur. Hakimiyetin yalnızca ona hasredilmesinin bir sebebi de insanların, hikmetli iş görmeleri mümkün olmayan, Allah’ın dışındaki şeyleri kendilerine Tanrı edinmemelerini ve akla aykırı bir biçimde onlara kulluk etmeğe kalkışmalarınıönlemek içindir. “Hüküm yalnız Allah’ındır” ayetini insanlar hayatlarının tanzimine yönelik, akıllarıyla asla hüküm (kanun) koyamazlar şeklinde anlamak, Allah’tan trafik kurallarını dahi koymasını beklemek gibi bir gülünçlüğe düşürür. Aynı mantıkla, “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (10/68) ayetini de “mülk yalnız Allah’ındır” şeklinde anlamak ve onu insanların mal-mülk edinemeyecekleri şeklinde değerlendirmek de mümkün olur ki bu tür yorumların gülünçlüğü ortadadır. İslam tarihinin en önemli kırılma noktalarından ilki olan, hilafetin saltanata dönüşme olayını sağlayan Muaviye‘ye “hukuku’llah hukuk-u ibadı tazammum eder” diyerek karşıçıkan, Peygamber’in arkadaşlarından Ebuzer-el Gifari hakimiyetin nasıl görülmesi gerektiğini açık bir biçimde izah etmektedir.
İslam‘ın doğrudan doğruya muhatabı birey (fert) olduğu için, hakimiyetin temsili de bireylerden müteşekkil olan topluma (ümmet’e) aittir. Temsilin gerçekleşmesinin yolu da “biat” yani seçimdir. (48/10, 60/12). Temsil makamının (şu’ra-meclis- 42/38) görevi, “hayra çağırmak, ma’rufu emretmek ve münkerden sakındırmak”tır (3/104). İslam eksenli bir siyasal sistemde Gayrimüslimlerin durumunun ne olacağı zihinleri teşviş eden bir sorunmuş gibi düşünülebilir ise de kutsal metinler çerçevesinde mesele değerlendirilecek olursa onun dahi rasyonel bir biçimde halledildiği görülecektir. İslami bakış açısıyla, sosyal, siyasal ve ekonomik pratik anlamında din, “Allah katında gerçek din İslamdır” (3/19) ve “kim İslam’dan başka din ararsa asla ondan kabûl edilmez” (3/85) ancak, Gayrimüslimlerle ilişkiler noktasında “dinde zorlama yoktur” (/256) denilerek İslam dışı unsurlara karşı adil olunması emredilmektedir ki (5/42, 60/8) bu da temel hak ve hürriyetler noktasında insanların eşit olduğu gerçeğini ifade eder.
İslam‘ın dini sabitelerine, ekonomik verimliliğe yönelik engeller var mıdır, diye bakılacak olursa böyle bir şeyi bulmak da mümkün değildir. “Gerçek şu ki insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur “(53/39) ayeti ekonominin temelini “emek” olarak belirlemektedir. Faizin yasaklanması (2/275, vd.) ve zekatın emredilmesi (2/43 vd.) ise sermayenin dolaşımını ve sosyal adaleti hedeflemektedir. Peygamber‘in “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışınız” ve “veren el alan elden üstündür”, şeklindeki sözleri de ahlaka uygun olduğu taktirde ekonomik verimliliğe İslami açıdan bir engel bulunmadığını göstermektedir.
Bütün bu anlatılanların ışığında şöyle bir neticeye ulaşmak, kanaatimizce yanlış olmasa gerektir: İslami parametrelere bağlı kalınarak, din-dışı bir ilerlemeyi ifade eden Batı medeniyetine (sivilizasyon) benzer bir medeniyet kurmak mümkün değildir. Bunun sebebi, İslamın bizatihi bir din olması ve sosyal, siyasal ve ekonomik parametrelere sahip olmasıdır. Ancak, İslam’ın kendi parametreleri doğrultusunda, Batı sivilizasyonuna denk siyasal, sosyal ve ekonomik üst seviyede bir yaşam biçimini kurmak, pekala mümkündür. Çünkü, İslam, ne aklı ve tecrübeyi ne hürriyet ve adaleti, ne seçim ve meclisi (şu’ra) ne de ekonomik verimliliği reddetmektedir. Aksine, tüm bunları emretmektedir.
Gelinen bu noktada o kadim soru yine karşımıza çıkmaktadır: Madem öyleydi de bütün bunlar niçin olmadı ve İslam medeniyeti niçin Batı karşısında bu kadar geri duruma düştü? Kanaatimizce bu soruya İslam‘ın tarihi tecrübesi dikkate alınarak şu şekilde cevap verilebilir: Çünkü, İslam dünyasının insanları böyle bir medeniyeti kurma sürecine tam manasıyla girmeden, İslami parametrelerden uzaklaşmaya başlamışlardır. Şöyle ki, Peygamber‘in ölümünden henüz otuz yıl geçmişti ki hürriyet, adalet ve liyakatten sapılarak, siyasal sistem otoriter ve totaliter saltanata dönüştürüldü. Totaliter ve otoriter sistemler aklın ve tecrübelerin doğrularına müsaade edemeyeceklerinden, hayata ve evrene yönelik hakikati resmileştirdiler. Resmi hakikate rağmen elbette ki evrenin ve hayatın hakikati araştırılamazdı. Yahut da tasavvufun batıni yorumunda olduğu gibi hakikat, akıl dışı alanlarda, gerçek hayatın dışında aranabilirdi. Gerçek hayatın dışında aranan şey de dünyaya ait medeniyete temel olamazdı. Gerçi, belli bir dönemde güçlü bir Osmanlı İslam medeniyeti kurulmuş ise de bunun sebebi, totaliter ve otoriter yaklaşımlardan o süre zarfında uzaklaşılması adalet, hürriyet ve liyakate önem verilmesi yüzündendir. Ne yazık ki bu dönem de uzun sürmemiş, totaliter ve otoriter özellikler kısa sürede geri gelmiş ve istenilen yine gerçekleşememiştir. Halbuki medeniyet, totaliter ve otoriter anlayışların son bulduğu, güvensizlik ve korku üzerine galabe çalındığı, merak ve eleştirinin mevcut olduğu yerde neşv’ü nema bulabilir.[7] Beden gücüne dayanan totaliter ve otoriter sistemler, akıl ve tecrübe temeline dayanan bilginin kuracağı sistemler karşısında günü gelince elbette yenilgiye uğrayacaklardı ve işte İslam medeniyetinin başına gelen de zaten bundan başkası değildir.
[1]Server Tanilli, Uygarlık Tarihi, Cem Yay., İstanbul, 1994, s. 12.
[2] Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev., Z. Arıoba, Hil Yay., İstanbul, 1985, s. 146.
[3]I. Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev., Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1984, ss. 213-215.
[4]M. Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980, s. 325.
[5]Ana Britannica, C. 14, Kültür Maddesi.
[6]M. A. Kılıçbay, Felsefesiz Sanat Oyunsuz Tarih, İmge Kitapevi, Ankara, 1996, s. 183.
[7] Will Durant, Medeniyetin Temelleri, Çev., Nejat Muallimoğlu, Birleşik Yay., İstanbul, 1996, s.13.