İslam düşüncesinde, insan hürriyetiyle ilgili yapılan tartışmalarda, serbest seçimi reddederek bireysel fiillerin asıl nedeninin ilahî taktir (kader) olduğunu ileri süren “kelam” ekolü Cebriye’nin temel anlayışışudur: Her şeyi bilen ve her şeyi yaratan yegâne fail, Tanrı, yarattıklarında kendisine benzer hiçbir özellik bulunmayan, mutlak güç sahibi bir varlıktır. Mutlak güç sahibi yalnızca o olduğu için, yaratılan varlıklarda herhangi bir iş yapma iktidarının bulunmaması gerekir. Bu yüzden insanlar, eylemlerini iradî olarak değil, mecburen gerçekleştirirler. Onlara nispet edilen eylemlerde kendilerinin herhangi bir katkıları yoktur. Mesela nasıl ki nesnel olaylar mecazî anlamda nesnelere nispet edilerek “ağaçlar meyve verdi”, “gün doğdu”, “taş yuvarlandı” ve saire denir; insanî olaylar da aynen öyledir. Nesneler gibi insanlar da cebredilmişlerdir. Dolayısıyla suç da ceza da iyilik de kötülük de ilahi taktirin sonucudur.
VIII. Yüzyıl itibarıyla İslam dünyasına intikal eden Antik Yunan felsefesinin tesirleri sonucu bu tür tartışmalar Müslümanların gündemine girmiştir. O tarihe kadar hayatlarını yalnızca dinî nasslar çerçevesinde tanzim eden Müslümanlar, fetihlerle birlikte sınırları genişleyip farklı dinî ve kültürel pratiklerle karşılaşınca, varlığa ve hayata yönelik inanç temelli bilgilerini rasyonalize etme zorunluluğunu hissetmişlerdir. Ortaya çıkan ilk sorular “vahiy” ve “kader” meseleleriyle alakalıdır. Vahiy ne kadar akla uygundur? Kader, hürriyet ve sorumlulukla ne kadar bağdaşır? İrade serbestisi bakımından Kur’an, Tanrının mutlaklığı ve her şeyi bilen bir varlık olduğu hususunda çok kesin hükümler içerir. Her şey ona malumdur ve onun tarafından idare edilir. Buna insan eylemleri ve eylemlere yönelik mükafat ve cezalar da dahildir: “Yeryüzünde yahut kendi öz canınızda uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki yaratılmadan önce bir kitapta bulunmasın” (57 / 22). “Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta zaptetmişizdir” (36 / 12). “Ve dileseydik herkesi doğru yola sevk ederdik ve fakat benden şu söz çıkmıştı, mukadderdir bu: elbette cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağım” (32 / 13). Kur’an’da geçen bu tür ifadelere rağmen, ahlakî hareket tarzı muayyen bir mesuliyeti gerektirir ve netice olarak hürriyet meselesi insana ait bir muamma olarak kalır. İlk Müslümanlar, ahlakî mesuliyetler ve Tanrının mutlak taktiri arasındaki “çelişki”yi henüz çözümlemiş değillerdi. Onların perspektifinden Tanrı, istediği gibi hareket eden, doğru ve yanlışın mutlak ölçüsü olarak görülüyordu. Antik Yunan felsefesinin tesirleriyle birlikte, işte bu nevi problemlerin mantıkî sonuçları tartışmaya açılacaktır. Bir tarafta serbest iradenin savunucuları, diğer tarafta ise determinizmin ve fatalizmin savunucuları yer almaktadır. Bu çerçevede Yunan felsefesi öncelikle “kelam”üzerinde etkisini göstermiştir. Bu etki, kelamın dinî nassları desteklemek maksadıyla rasyonel kanıtlar aramaya çalışmasından ileri geliyordu. Mutezileden başlamak üzere Eşariler de Maturidiler de bu yolu izlemişlerdir.
Müslümanlar arasında cebriyeciliği savunan ilk kişinin Ca’d b. Dirhem (Ö. 741) olduğu bazı tarihçiler tarafından ileri sürülüyor ise de bilinen asıl temsilci Cehm b. Saffan’dır (Ö. 754). Cebriye ekolü, temsilcisine atfen “Cehmiyye” diye de adlandırılır. Cehm b. Saffan’ın, cebriliği temellendirirken kullandığı argümanlar şu şekildedir:
1-Tanrının mutlak güç sahibi ve her türlü acziyetten uzak olduğunu tasdik için insanların cebir altında bulunduğunu kabul etmek zorunludur. Eğer bu kabul edilmezse olayların Tanrıyla birlikte başka bir yaratıcısının da bulunduğu ve o yaratıcının da dilerse bir şeyi yapacağı, dilemezse yapmayacağı söylenmiş olur ki bu Tanrıya ortak koşmaktır. Oysa ki Tanrının ortağı yoktur.
2-İnsan herhangi bir eylemde bulunduğunda, mantıken bu eylem ya sadece Tanrının taktiriyle ya sadece insanın kendi gücüyle yahut da her ikisinin ortaklaşa katkılarıyla meydana gelir. Eğer eylemin yalnızca Tanrının taktiriyle meydana geldiği kabul edilirse “cebriye” doğru demektir. Öte yandan, eğer eylem sadece insan tarafından gerçekleştirilmiştir, denirse bazışeylerin Tanrının taktirinden hariç tutulması söz konusu olur. Böyle bir durumda da Tanrı her şeye kadir sayılmazken, insan, yaratıcısının muktedir olmadığı bir kısım işlere muktedir sayılır. Halbuki yaratılanın yaratandan herhangi bir yönü itibarıyla üstünlüğü imkansızdır. Şayet eylem Tanrı ile insanın müşterek katkılarıyla gerçekleşir denirse o taktirde de Tanrı’ya ortak koşulmuş olur ki bu da muhaldir.
3- İnsan eylemlerinin faili olsaydı, kötülüğün veya suçun kasten işlenmesi icap ederdi. Çünkü kasıt, isteyerek yapmak demektir ve sonuçta cezayı haklı kılar. Oysa ki akıl sahibi bir insan kendi aleyhine davranmaz. Bu nedenle insan, eylemlerinin gerçek faili olamayacağı gibi, herhangi bir eylemi kendi isteğiyle gerçekleştiriyor da sayılamaz. Dolayısıyla kötülük de suç da ceza da ilahi taktire tabidir.
4- Tanrının bilgisinin ezeli ve ebedi olması demek, insanlara yönelik bilgisinin, onların her türlü eyleminden önce olması demektir. Ezeli ve ebedi bilginin varlığı, onun kapsadığı eylemin gerçekleşmesini zorunlu kılar. Aksi taktirde ezeli ve ebedi olan tanrısal bilginin değişmesi gerekirdi. Oysa ki ezeli ve ebedi olan şeyler değişmezler. Bu da eylemlerin önceden nasıl yazılmışlarsa öyle gerçekleşmek mecburiyetinde olduğunu gösterir.
5- Nesnel dünya ne ölçüde Tanrının koymuş olduğu doğa yasalarına (sünnetullah) ve onların determinasyonuna bağlıysa insan ve insanî dünya da o ölçüde bağlıdır. Bu sebeple insanlarda irade serbestisi tasavvur edilemez. Çünkü irade serbestisi bu nevi yasalara aykırıdır. Zaten doğa yasaları (sünnetullah) değiştirilemez ve hiçbir şey onlara aykırı da olamaz. Aslında insandan sadır olan her eylem, nedenler zincirinin bir halkasıdır. Muayyen eylemlerden herhangi birinin gerçekleştirilmesi, nedenlerden hangilerinin baskın çıkacağına bağlıdır. Mesela, insanın bir şeyi ziyadesiyle arzu etmesi nasıl bir sevk-i tabiinin (motivasyon) sonucuysa gerçekleştirdiği eylemler de öyledir. Dolayısıyla insan için hürriyet ve serbest seçim söz konusu olmayıp, ilahi taktir ve cebir söz konusudur.
Cebriye ekolünün insan hürriyetiyle ilgili bu anlayışı, İslam düşünürleri arasında pek kabul görmemiş, hatta muteber karşılanmayıp, ona yönelik reddiyeler de yazılmaya çalışılmıştır. Bunlara göre, insanların serbest iradeye sahip oluşları, doğa kanunlarını (sünnetullah) asla ihlal etmez. Serbest irade de bu kanunlar gibi insanlık alemi için gereklidir. Doğal kanunlar aynı neticeleri meydana getiriyor ise de bu kanunlar üzerine insanî iradenin tesiriyle başka neticelerin meydana gelmesi de mümkündür. Bunda çelişik bir durum yoktur. Haddizatında doğal kanunların değişmezliği de tartışmaya açıktır. Ayrıca insanlardaki sevk-i tabiilerin zorunlu olması, eylemleri zorunlu kılmaz. İnsan daima arzuladığışeyleri seçmez, bazen arzulamadığışeyleri de seçer. Hatta canlılardan hayvanlarda bile bir nevi irade serbestisi vardır. Onlar da hayatlarını idame için gayret sarf etmekte, yine hayatlarını korumak için mücadele etmektedirler. Aynı durumun, akıl sahibi insanlarda apaçık geçerli olduğunu görmemek mümkün değildir.
Esasen, Ortodoks (Sünni) İslamî anlayış açısından, her insan dünyaya hür olarak gelir. Hürriyet, şüphesiz sorumlulukla birlikte vardır. Hiç kimse meşru bir gerekçe olmaksızın başkalarının hürriyetine saldırıda bulunamaz. İnsanlar hür oldukları için, kendilerine dünyevî ve uhrevî bir takım vazifeler de yüklenmiştir. Bu vazifeler, yine onların menfaatine yöneliktir. Herkes kendi eylemine bağlı olarak ceza veya mükafatla karşılaşır. Hiçbir mecburi eylem, ceza veya mükafatı haklı kılmaz. Hatta cebir, sorumluluğu ortadan da kaldırır. İnsanların uyumak, uyanmak, hazmetmek, soluk almak, ve benzeri gibi doğal eylemlerini yaratan nasıl Tanrıysa elbette ki şuurlu, hür eylemlerini yaratan da Tanrıdır. Ancak bu yaratış insanların iradesi üzerine vaki olur. Her insan, mümkün fiillerden herhangi birini tercih ederek, iradesini dilerse iyilik için, dilerse kötülük için kullanmaya muktedirdir. Tanrının o fiili yaratması, insanın irade ve tercihinden sonradır. Tanrının, insanlar tarafından işlenecek fiilleri önceden bilmesinden kasıt, rollerin önceden yazılmış ve nasıl yazıldıysa öyle oynanacağı anlamında değil, nasıl oynanacaksa öyle yazılmış olduğu anlamındadır. Bu ise bir cebir değildir. Şayet bir varlığa Tanrı deniliyorsa bu, onun hem her şeyi önceden biliyor olmasının zorunluluğundan hem de yine onun mutlak adil olmasının zorunluluğundandır. İnsanları bir takım şeylere cebreden ve aynı zamanda onları sorumlu tutan bir varlık, adil olamayacağı gibi, olayları vukuundan önce bilemeyen bir varlığa Tanrı da denilemez. Şüphesiz Tanrı, bu tür niteliklerden uzak olmalıdır. Aslında sorumluluktan söz edilebilmesi için insan eylemlerinin bir nedene yahut nedenler zincirine dayandığını, dolayısıyla belli ölçüde determine olduklarını inkâra gerek yoktur. İnsan hem bağımlı hem de bağımsız bir varlıktır. İnsan, doğa yasalarına elbette ki bağımlıdır, fakat bu onun, şu ya da bu eylemi tercihte de bağımlı olduğu anlamını taşımamaktadır. Hürriyet dendiğinde genellikle “herhangi bir dış zorlama olmadan hareket etmek” akla gelmektedir. İnsanın, kendi tercih ve tayin etmiş olduğu nedenlere bağlı olarak eylemde bulunması hürriyete engel olmadığı gibi, gerçekleştirdiği eylemleri Tanrının önceden bilmesi de engel değildir.
İnsan hürriyetiyle ilgili olan bu problem, Ortaçağ Hıristiyan-Batı dünyasında da benzer şekilde tartışma konusu olmuştur. Katolik Kilisesi’nin iki güçlü tarikatı olan Fransiskenler ve Dominikenlerin esas ayrılık noktaları da bu meseleyle alakalıdır. Dominikenler, ilahi taktirin havariliğini yaparlarken, Fransiskenler irade serbestisinin havariliğini yapıyorlardı. Dominikenler ferdî hürriyeti ilahi taktire feda ederek, Tanrıyı yücelttiklerini düşünürlerken; Fransiskenler, ferdî hürriyeti savunarak, Tanrının yüceliğini koruduklarını iddia ediyorlardı. İlahî bilginin ilahî irade üzerindeki üstünlüğünü kabul eden Dominiken determinizm, insanî iradeyi mutlak bilginin boyunduruğu altına sokarak, ferde, iradesinin hiçliğini göstermeyi hedeflerken; Fransiskenler, ilahî iradenin ilahî bilgiye üstünlüğünü savunarak hem Tanrıya atfedilen determinizmin hem de ilahî bilginin determine ettiği insanî irade anlayışının yanlışlığını göstermeye çalışıyorlardı. Çünkü onlara göre adalet başka tülü temellendirilemez. Tanrı hür olduğu gibi insan da hürdür. Protestanlığın kurucusu M. Luther açısından ise “başka türlü davranabilirdim”şeklinde anlaşılan bir hürriyet, insanlar için söz konusu değildir. Elbette ki iyilik yapan da kötülük yapan da iradesini kullanarak yapar, ancak insanın iradesi bir binek hayvanı gibidir, onu Tanrı da sürer, şeytan da. Biniciyi seçmekse insanın elinde değildir.
Denilebilir ki insan hürriyetinin temellendirilmesi meselesinde, hangi din söz konusu olursa olsun, dinî perspektiften hareketle temellendirme yapmak çok da kolay değildir. Tanrının gelecekte vaki olacak olan olayları bilmesi konusu, gerçekten de teizmin izahı en zor problemidir. Cebrî ya da deterministik görüşler, semavî olduğuna inanılan dinlerde muteber karşılanmamış ve mensupları arasında yaygın kabul görmemiş ise de iddialarına ilzam edici cevap hususunda da oldukça zorluk çekilmiştir. Din eleştirisi yapan pozitivistlerin en önemli kaynaklarını da cebrî veya fatalist ekollerin bu görüşleri oluşturmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki cebrî veya fatalist anlayışlar insanlarda ne mesuliyet duygusunu ne erdemliliği ne çalışma şevkini ne de ahlakî taktir fikrini bırakır. Böyle bir düşünce çerçevesinde toplumsal düzen oluşturulamayacağı da apaçıktır.