Aristokrasi

Aristokrasi, Yunanca bir kelime olup, “en iyilerin yönetimi” anlamını taşımaktadır. Kelimenin ilk kullanımına da Yunan siyaset felsefesi kitaplarında rastlanır.En iyi” ifadesinden kasıt, miras yoluyla ya da emekle edinilmiş mülkiyet sahipliği yahut da olabildiğince çok zenginlik değil, bilgelik ve erdemliliktir. Bu anlamıyla aristokrasi deyiminin, her ne kadar belli ölçülerde varlıklı olmayı da içeriyorsa bile, 18. yüzyıl itibarıyla ortaya çıkan “burjuva” sınıfını karşılamak üzere, istihza yollu kullanılan baca aristokrasisi veya “nouveaux riches” (sonradan görmeler) deyimleriyle ilgisi yoktur. Aristokraside vurgu daha çok zihnî, entelektüel üstünlüğedir. Bu farka Aristoteles, Politika adlı eserinde şöyle işaret etmektedir: “Aristokrasi, pek yerinde olarak ‘en iyilerin egemenliği demektir, fakat doğrusu bu adı yalnız erdemce mutlak olarak en iyi olanlardan oluşan egemenliğe vermek gerekir. Herhangi bir yetkin devletteki, rast gele bir ölçüte oranla tanımlanan iyi adam ve iyi yurttaştan oluşana değil. Ancak mutlak erdem ölçüt alınırsa bir devlette iyi adam ve iyi yurttaş bir ve aynı olabilir. Öteki örneklerde iyi adamlar ancak kendi toplum biçimlerine oranla iyidirler. Yani bu söz, görevlilerin servete değil, liyakate göre seçildikleri bir anayasayı anlatır. 

Batıda aristokrasi üzerine politik konsept, Platon’un Devlet (Cumhuriyet) adlı eserindeki formülasyonundan hareketle türetilir. Siyaset felsefesinin ilk örneği olan bu kitapta Platon, “Devletin olması gereken formu nedir?” ve “Kim ya da kimler yönetmelidir?” sorularını cevaplandırırken şunları söyler: Beşçeşit devlet şekli ve buna bağlı olarak dizayn edilen, beşçeşit insan hali vardır. Birincisi; en iyilerin yönettiği ideal devlet. Ona iki ad verilebilir: Baştakilerden biri ötekilerden üstünse, monarşi; baştakiler birbirine eşitse aristokrasi. Bu ikisi aynı yola çıkar. Çünkü baştakiler çok da olsa tek de olsa aynı ilkelere, bilgelik ve erdemliliğe tabidirler. İkincisi; timokrasi ya da timarşi. Şan ve şerefin her şeyin üstünde tutulduğu devlet. Üçüncüsü; oligarşi. Zenginlerin iktidarda olduğu devlet. Dördüncüsü; demokrasi. Yoksulların, halk çoğunluğunun iktidarı. Beşincisi de tiranlık ya da diktatörlük. Zorbaların devleti. Platon’a göre, Tanrı, insanları yaratırken kiminin mayasına altın, kiminin gümüş, kiminin de demir ve tunç katmıştır. Mayasında altın olan yönetici, gümüş olan koruyucu, demir ve tunç olansa üretici olmalıdır. Doğaları farklı olan insanlardan kimi şu işe kimi de bu işe daha yatkındır. Her insan yaradılışına uygun işle uğraşmalıdır. Çünkü doğru olan, adil olan budur. Arada bir altından gümüş, gümüşten demir, demirden de altın, doğabilir. Yöneticiler bunu iyi araştırmalı ve herkesi ona göre işe koymalıdır. Mayasında demir veya tunç olanların yönetimi ele geçirmesi durumunda kaos, kargaşa ve devletin çöküşü mukadderdir.

Platon, Tanrıya atfedilen bu masalın, yalan da olsa “pembe bir yalan” olduğunu belirterek insanları buna inandırmanın herkesin yararına olacağını vurgular. Bu pembe yalana inandırmanın, yani aristokrat insanı, bilgili ve erdemli insanı yetiştirmenin yegâne yolu da devletin kontrolündeki eğitimdir. Platon eğitim derken de daha çok fertleri bir takım değerlerle donatmayı kasteder. Temel değerlerse şunlardır: Ölçülülük, yiğitlik, bilgelik, doğruluk. Ölçülülük; isteklerin, arzuların dizginlenmesi, aklın kontrolüne sokulması. Yiğitlik, düşmanla savaşabilmek. Doğruluk, herkesin kendi işini yapması. Bu değerlerin en önemlisi şüphesiz bilgeliktir. Çünkü insanlar, bilgileriyle doğru karar verirler. Platon, sözü edilen değerlerin hem fertler, hem de devlet için geçerli olduğunu söyler. Zira, insanın doğasında var olan arzulayan, öfkelenen, akleden yönler, devletteki üç sınıfa karşılık gelirler. Bu üç sınıf da üreticiler, koruyucular ve yöneticilerdir. İnsanın akleden yönü, diğer yönlerinden nasıl üstünse devlette de yöneticiler, diğer sınıflardan öyle üstündür. Arzu ve öfkelenen yönün, aklın kontrolünde olması ne kadar gerekli ve doğalsa devlette de diğer sınıfların, aklın karşılığı olan bilge ve erdemli yöneticilerin kontrolünde olması o kadar gerekli ve doğaldır. İşte tüm bunların gerçekleştiği devlet, aristokratik devlettir.

Aristoteles de aristokrasiyi “en iyilerin yönetimi” şeklinde tanımlamakta, fakat onu, Platon gibi idealize de etmemektedir. Aristoteles, Platon’u mülkiyet ortaklığı (kadınlar ve çocuklar dahil), homojen toplum (birlikçi devlet) ve bireye devletin determinasyonundan bağımsız pek fazla hareket alanı bırakmayan düşüncelerinden ötürü eleştirerek, onu doğal olmamakla suçlar. Aristoteles’e göre devletin her şeklinde ve yöneticilerin her türünde bir takım eksiklikler bulmak mümkündür. Var sayalım ki egemenlik halkın olsun; halkın sayıçokluğuna dayanarak kararlar alması, zenginlerin malını mülkünü müsadere etmesi adil olabilir mi? Bu işlemin yasal olsa da adil olmadığı açıktır. Adil denecekse zorba tiranın, diktatörün yapacağı her şeye de adil demek gerekir. Çoğunluğun azınlığı zorlaması gibi, tiranın ya da diktatörün iradesi de zor kullanmayı mümkün kılar. Öte yandan, muayyen bir azınlığın ve zenginlerin egemen olması ve halkı soyup sömürmesi de adil olamaz. Adil denilecekse çoğunluğun azınlığa yaptığına da adil denmesi gerekir. En iyilerin (aristokratların) egemen olması da sakıncasız değildir. Yönetimde bulunmak bir erdemse bundan başkalarını yoksun bırakmak erdemli bir tavır olabilir mi? En iyi olduğu söylenen tek kişinin egemen olması da aynı kapıya çıkar. Yöneticilerin sayısı ne kadar azaltılırsa o kadar çok insan yönetim şerefinden uzak tutulmuş olacaktır. Aslında şu da pekalâ ileri sürülebilir ki bir tek insanın her şeyi bildiğinin kabulü, hem irrasyonel, hem irreal, hem de bizatihi kötü ve aptalca bir şeydir. Dolayısıyla, bir toplum, erdemli ve bilge bir krallık ailesini devletin doğal önderleri olarak kabul edecek türden bir toplum ise ona krallık yönetimi; bir toplum, siyasal görevler için gerekli yetenek ve erdeme sahip özgür kimselerce yönetilebilecek türdense ona aristokrasi; son olarak bir toplum, liyakat esasına göre devlet görevlerini dağıtan bir yasa uyarınca yönetebilme ve yönetilebilme yeteneğine sahipse ona da politeia (anayasal cumhuriyet) uygundur.

Aristoteles, bu yönetim formlarını “doğru yönetim olarak adlandırmakta ise de onların umumiyetle gerçekleşemediğini de belirtir. Ona göre bu sorunun çözümüne yönelik en savunulabilir, hatta belki de en doğru karşılığı, iyilerin azınlık olduğu yerde, muayyen bir azınlıktansa çoğunluğun egemen olması gibi görünmektedir. Çünkü, tek tek ele alındığında aralarından hiç biri iyi olmayan çoğunluğun, toplam olarak azınlıktan daha iyi olması mümkündür. İyilik ve zekadan belli bir payı olan birçok kişi bir araya getirilince, tek kişinin iyiliğinden ve zekasından daha üstün olacağı kesindir. Ancak, çoğunluğun iyi azınlığa üstünlüğünün her toplulukta, her zamanda ve zeminde geçerli olacağı da kesin değildir. Fakat belirli bir örnekte, kalabalığın ortaklaşa bilgeliği diğer modellere nispetle yine de kabul edilebilir ve uygulanabilir bir modeldir. Çoğunluğun ortak zekası savunusu, halk belli bir seviyenin altına zorla düşürülmedikçe geçerliliğini her zaman koruyacaktır. Şüphesiz, Aristoteles’in bu ifadelerinden bir demokrasi savunusu yaptığı sonucu çıkarılamaz. Bir idealden bahsedilecekse onun için de geçerli olan yönetim; ortak yararı gözeten, “altın orta”ya, bilginin aristokrasisine ve anayasal egemenliğe dayanan aristokrasidir.

Aristokrasi tanımlarının muhtevasında, Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte bir takım değişiklikler gerçekleşmiştir. Doğal farklılık, soy farklılığına indirgenirken; bilgelik ve erdemlilik de rasyonel ve insanî bilgiden çok dinî bilgi özelliği kazanmış ve tanımlar da artık buna göre yapılmıştır. Bu anlayışın tipik örneğini de Ortaçağda, hemen hemen tüm Avrupada, özellikle de İngilterede görmek mümkündür. Bir tarafta monarşinin dayanağını teşkil eden, toprak mülkiyetini elinde tutan soylular (dükler, markiler, kontlar, vikontlar, baronlar) ve rahiplerden oluşan aristokrasi; diğer tarafta da toprak işçileri, köylüler. Bu uygulamada, daha önce Platon’un da belirttiği gibi, monarşi ve aristokrasi aynı anlamı taşımaktadır. Tarihsel olarak da zaten aristokrasiler genellikle, monarşik yapı içerisinde soyluluk ve toprak mülkiyeti üzerine dayanmışlardır. Aristokrasilerin sonunu getiren 1789 Fransız Devrimi’ne kadar Avrupa’daki örnekleri daha çok bu şekildedir. Bu tarz uygulamanın savunusunu da yine bir İngiliz olan Sir Robert Filmer, Patriarcha adlı eserinde yapmaktadır. Düşüncelerini Kitab-ı Mukaddes’e dayandırmaya çalışan Filmer’e göre, devlet bir ailedir ve kral da ailenin babasıdır. Babaya itaat nasıl tanrısal bir sorumluluksa krala itaat de öyledir. Toplumların yöneticileri konumunda bulunan fertler, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark olan Adem’in varisleridir. Yöneticilik, ilahi ve doğal bir hak olarak Tanrı tarafından bazı insanlara bahşedilmiştir. Yani, insanların bir kısmı yönetici olmak, bir kısmı da yönetilmek üzere yaratılmışlardır. Bu tanrısal bir seçimdir. Yöneticilerin doğal hakları haricinde, insanların doğal haklarından bahsedilemez. Dolayısıyla yönetilenler özgür olarak doğmazlar. Yönetilenler, yöneticilerin köleleridir. Onlar için hayat ve kölelik birlikte başlar. Bu durum hiçbir zaman değiştirilemez. Filmer’in yönetilenlerin köleliğinden bahsederken kastettiği şey, insanların anne ve babaya bağımlı olarak dünyaya gelmelerinden ötürü tezahür eden velayet ve vesayet türü, kabilinden ilişkilerdir. Babanın çocuklar üzerindeki otoritesi, babalık hakkından kaynaklanır. Babalık otoritesinin ilkin Adem’e verilmiş olması, babalık hakkından ileri gelmektedir. Adem ve onun “patriyarşisi bütün insanlığı kapsamaktadır. Onun varisleri olan yöneticilerin bu yüzden mutlak yargı hakkı vardır. Yöneticilerin gücü, Tanrının kanunudur. Bu kanun ikinci dereceden bir kanun değildir. Ailenin babası aileyi ikinci dereceden kanunlarla yönetmez. Onun iradesi Tanrıdan kaynaklanır. Bu nedenle krallar her türlü dünyevi kanunun üstündedir. Ebeveynin çocukları üzerindeki otoritesi nasıl sınırlandırılamazsa yöneticilerinki de öyle sınırlandırılamaz. Filmer’in temellendirmeleri daha çok monarşi şeklinde ise de  bu yaklaşımın dönemin aristokratik yapısını muhafazayı hedeflediğini belirtmek de mümkündür. Çünkü bu uygulamada monark, soylular içerisinde “prima inter pares” (eşitler arasında birinci) konumundadır. Bu anlayışa göre yönetim, soyluluğu kabul edilen hanedanlar arasında el değiştirebileceği gibi, yeryüzündeki bütün krallıklar da bu nedenden ötürü meşrudur.

Modernleşmeyle birlikte aristokrasi kavramı, tekrar klasik Antikite de olduğu gibi rasyonel ve seküler bir içerik kazanmıştır. Özellikle pozitivistler tarafından savunulan bu form, pozitif bilginin ve bilginlerin egemen olması gerektiğini ileri sürer. Bu anlamda bir aristokrasi, şüphe yok ki Platon ve Aristoteles’in kastettiği tarzda “mutlak erdem” denilen şeyi ya da soyluluk ve toprak mülkiyetini baz almamaktadır. Çünkü pozitivist bir bakış açısıyla “erdem”, “değer gibi kavramlar, içi boş spekülatif kavramlardır. Bilginin aristokrasisi, artık Antik Yunandaki felsefî bilginin ya da Hıristiyan Ortaçağındaki dinî bilginin aristokrasisi değil; doğaya ve topluma egemen olmayı sağlayacak olan pozitif bilginin aristokrasisidir. Bilgi, erdemin değil; kuvvetin ve egemenliğin vasıtasıdır. Egemen olmayı sağlayacak olan bilgiye kimler sahipse aristokratlar da onlardır.

Özetlemek gerekirse; kriterleri tarihsel ve toplumsal şartlara bağlı olarak değişse de aristokrasi, esasen insanların eşitsizliğini savunan bir siyasal formun ifadesidir. Soyluluk ilkesine dayanan monarşiler de diktatöryal cumhuriyetler (Roma, vd.) de teokrasiler (Hindistan’daki Brahman kast sistemleri, vd) de pozitivist veya faşist cumhuriyetler de aristokrasi anlayışının izlerini taşırlar.

Bu yazı Hukuk, Siyaset, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.