Laiklik ve Din
Demokratlığın alamet-i farikası ya da turnusolu, şüphe yok ki daha çok dinlere yönelik yaklaşımda kendini gösterir. Özellikle Türkiye için bunu söylemek, “kaziye-i muhkeme” hükmünü taşımaktadır. Siyasi sistemin demokratikleşmesini istemediği halde kendisini demokrasi havarisi göstermeye çalışanlar, mesele dine ve dindarlara dayandığında, her zaman şöyle manipülasyonlara müracaat etmektedirler: “Demokrasi kurallar rejimidir”. “Demokrasinin olmazsa olmaz şartı, laikliktir”. “Laiklik, demokrasinin temel dayanağıdır”. “Laiklik yoksa demokrasi de yoktur”. “Kamusal alan devletin alanıdır”. “Kamu görevlisi olmak istiyorsanız sadece bizim kılık-kıyafetimizle görünebilirsiniz”. “Özel alanınıza kimse karışıyor mu?”… Bu ifadeler belli ölçülerde doğru değer taşımakta iseler de ifadeleri seslendirenlerin muradı, katiyen demokrasi ve laiklik değildir.
Şöyle ki: Demokrasi, dindar ya da değil, bütün yurttaşların hukuken eşitliğini vurgular. Etnisitesi şu veya bu, herkesin yasa karşısında eşit olduğunu belirtir. Kamusal hizmet almanın da kamusal hizmet vermenin de kimsenin tekelinde bulunmadığını söyler. Yönetici ya da yönetilen, imtiyazlı olunamayacağını hatırlatır. Üniformalı yahut üniformasız, kimsenin kimse üzerinde tahakküm kuramayacağını tasdik eder. Muayyen sürelerle yinelenen seçimlerde iş başına gelen her hükümeti (partiyi), insan haklarına aykırı olmamak kaydıyla her şeye muktedir kılar. Evrensel hukuk dışında, hükümetin üstünde hiçbir güç tanımaz. Hükümete, birilerinin ya da bazı kurumların, şunları, şunları yapamazsın demelerine izin vermez… Acaba sözde demokrasi havarilerinin muradı bunlar mıdır?
Demokrasi elbette kurallar ve kaideler rejimidir ama o kuralları ve kaideleri halk adına seçilmişler, (atanmışlar, mütekaitler veya zenginler değil) yani meclis koyar. Meclisin üstünde bir onama makamı dahi olmamalıdır. Unutulmamalı ki anti-demokratik yönetimlerin de kuralları vardır. Mesele kuralların varlığı değil, kuralların halkın rızasına dayanıp dayanmadığıdır. Laiklik, demokrasinin temel dayanağıdır ama toplum farklılıklardan, yani bin bir çeşit inanç gruplarından (elbette grup olma zorunluluğu da yoktur) ibaretse. Homojen bir topluluğa, kendileri din endeksli bir hukuksal model istedikleri halde, dışardan birilerinin, siz ille de laikliği benimsemelisiniz demesinin anlamı var mı? Böyle bir topluluk, eşitlik temelinde örgütlenemez mi? Mesela İslam, “Arap olanın Acem olana üstünlüğü yoktur” diyemez mi? İslam geleneğine ait olan, “Allah’ın hukuku, kulların hukukunu tazammun eder” kaidesi, insanların eşitliğini ve temel haklarının gözetilmesinin ehemmiyetini vurgulamıyor mu? Homojen toplulukların siyasal form olarak demokrasiyi benimsemelerinin önünde ne gibi bir engel vardır? Oysaki “laiklik, homojen olmayan, çeşitliliklerden müteşekkil olan toplumlarda demokrasinin temel dayanağıdır” ve orada laiklik yoksa demokrasi de yok olur. Toplum farklı inançları barındırıyorsa doğaldır ki öyle bir yapıda düzeni sağlayacak tek şey, farklılıklara eşit mesafede duran akıl temelli hukuktur. Laiklik denilen şey de zaten budur.
Kamusal alan kamuya, halka aidiyet anlamında devletin alanıdır ama o devlet herkesin devleti olup, eşitliğe aykırı bir biçimde kimseye “sen burada bulunamazsın” diyemez. Kamu görevlisi olmak için belirli alanlarda kılık-kıyafet düzenlemesi yapılabilir ama bu düzenleme birilerine imtiyaz getiremez. Mesela, kimyasal zehirli gaz ortamında veya disiplin ya da hiyerarşinin çok çok önemli olduğu askeriyede muayyen bir kıyafet belki gereklidir ama bürokrasinin şu yahut bu alanında niçin gerekli olsun? Böyle bir iddiada bulunmak, Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm ye” fıkrası kadar komiktir. Özel alanlara karışılmaz ama bu bir lütuf değil, bir mecburiyettir. Kamusal alan müşterek alan olduğundan herkes birbirinin eşitidir ve herkesi bağlayan müşterek hukuktan ötürü aykırı davrananlara karışılabilir. Halbuki özel alan müşterek bir alan olmadığından, hiç kimse bir diğerinin özelinde onun eşiti değildir ve ona kendi alanında müdahale edilemez.
Laikliği “sözde” savunanlara yahut da hakikaten de bilmeyenlere şayet anlatmak gerekirse terimin anavatanına, laikliği demokrasiyle bağdaştırma noktasında her zaman kötüörnek olmuş olan Fransa’ya bakmak herhalde yeterli olacaktır: Doğrusunu söylemek gerekirse “laicite” (laiklik) terimi Batı’da, Fransa dışında herhangi bir ülkede bilinmez. Bilenler de yalnızca Fransız siyasetinden haberdar olanlardır. Terimin orijinali Fransızca “laity” terimi olup, geleneksel dönemde Katolik ruhban sınıfına (clergy) mensup olmayan insanlar için kullanılmıştır. Fransız Devrimi sonrası terimin bu anlamı değişmiş ve devletin yürütme, yasama ve yargı organlarının dinden bağımsız hale gelmesi, kiliseden ayrışması anlamını kazanmıştır. Yani, laiklik terimi, Fransa’da ve Fransızca konuşulan diğer ülkelerde yaygın olarak “kilise” ve “devlet”in ayrışmasını ifade etmek üzere kullanılır. Yönetim ve yönetsel işler üzerinde dinlerin; din ve dinî işler üzerinde de yönetimlerin belirleyici etkisinin olmaması kastedilir. Kavram, sekülarizm ile doğrudan bağlantılı ise de bunun manası siyasetin dinî inançlara yönelik düşmanca bir tutumu benimsemesi de değildir. Şayet devlet kendisini agnostisizme (Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu bilinemez tavrı) ya da ateizme (Tanrı’yı inkâr tavrı) endekslerse o taktirde de laiklik prensibine aykırı davranmış olur. Laiklik, dinlerin ve dinî organizasyonların kamuya yönelik gündemlerinden ve rekabetlerinden devleti koruduğu gibi; dinleri de siyasîçekişme ve ihtilaflardan korur. Terimin bugünkü geçerli anlamı, dinin varoluşözgürlüğünü ima ederse de bu, din için özel bir statü anlamını da taşımaz. Diğer aktiviteler gibi dinî aktiviteler de akıl temelli sivil hukukun (civil law) üstünde olmayıp, hukuka uygun olmak zorundadır. Laik bir sistemde devlet, icraatında herhangi bir dinî doktrine göre pozisyon almaktan sakınır ise de din mensuplarının dinî pratiklerini de dikkate almak durumundadır. Devlet, kamu düzenini bozmadığı taktirde dinî organizasyonlara da dindar insanlara da karışmaz. Ancak, laik bir sistemde bireyler, herhangi bir kamu görevini ifa ettiklerinde, herkese karşı tarafsız hizmet vermek zorundadırlar. Elbette ki bireyler, dinî anlayışları tarafından herhangi bir siyasal ya da sosyal pozisyon almaya motive edilebilecekleri gibi ideolojik yaklaşımları tarafından da motive edilebilirler. Laik sistem için önemli olan, kamu hizmetinde tarafsızlık ilkesine uymaktır.
Öte yandan, laiklik ve laikçilik (“laicite” ve “laicism”) kavramları bazen farklı anlamlarda da kullanılır. Geleneksel dönemde Fransa’da kilise ve devlet birbiriyle ilişkiliyken bu kavramlar çok da ön planda değildi. Devrimle birlikte on dokuzuncu yüzyıl sonuna kadar Hıristiyanlık karşıtı (Dechristianization) hareketler yaşanınca, bu kavramlar da sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Aslında maksat daha çok Anti-Katolisizm anlamında kilise karşıtlığıydı (anti-clerical) ve onu da devlet organize ediyordu. İşte bu dönemdeki din karşıtı hareketler daha çok laikçilik (“laicism”) olarak adlandırılır. I. ve II. Dünya Savaşı zarfında durum değişmiştir. Özellikle 1945 sonrası“Hıristiyan-Demokrat” partilerin kuruluşu, devlet ve din ilişkilerini daha barışçı bir forma sokmuş ve laikçilik (“laicism”) yerini laikliğe (“laicite”) bırakmıştır. Artık devlet, din karşıtlığı değil, dinler arasında tarafsız hakem rolüüstlenmektedir.
Maalesef, Türkiye Cumhuriyeti 1950’ye kadar, Fransa’nın erken dönem formu “laicism”i benimsemiştir. O da devlet ve dinin ayrışması değil; İslam’ın toplum ve siyaset üzerindeki geleneksel etkisine karşı devletin kavgasıdır. Devlet, dinî azınlıkları görmezlikten gelirken, İslam’ı egemenliği altına almaya kalkışmıştır. Türkiye’deki “sözde demokrasi” ve “sözde laiklik” havarilerinin (aslında onlar oligarşiyi savunmaktadırlar) yapmak istedikleri şey de demokrasi ve laikliği istemek değil, demokratikleşmesini ve laikleşmesini istemedikleri halktan kopuk devletin bu yanlış girişimine yardımcı olmaktır. Endişeniz olmasın, bunlar nafile çabalardır. Gerçek demokrasi ve gerçek laiklik Türkiye’ye de gelecektir.
Bu yazı
Güncel Yazılar kategorisine gönderilmiş.
Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.