İnsanların hayatlarını kolaylıkla sürdürebilmeleri, şüphesiz işbirliğini ve işbölümünü gerektirir. Siyaset filozoflarının insanı tanımlarken kullanmış oldukları“zoon politikon” (siyasal-politik canlı) ya da “sociable” (toplumsal) varlık tabirleri, özellikle bu duruma işaret eder. Yine siyaset filozoflarının “toplum, insanların iyi niteliklerinin sonucu; devlet de kötü niteliklerinin”, derken kastettikleri, birlikte yaşamanın insanlar açısından doğal bir zorunluluk olduğudur. Elbette ki işbirliği ve işbölümü belirli vasıflar çerçevesinde cereyan eder. Öte yandan, söz konusu işbirliğinin ve işbölümünün siyasal modellere, rejimlere göre şekillendiği de bir gerçektir. Yönetim biçimi adaletsiz bir krallık ve ya diktatörlük yahut da oligarşi ise halkın kahir ekseriyeti, küçücük bir zümre için çalışır, didinir, üretir ama kendi ürettiğinden istifade bile edemez. Böylesi yönetimlerde halk, kendilerini “doğal-niteliksel üstün” gören idarecilerin kölesi durumundadır. Halkın, idareciler için çalışmaları, idarecilere göre “doğal bir zorunluluk”tur. Tabiatıyla bu nevi sistemlerde halktan birilerinin idareci olmaları mümkün görülmediği gibi, halktan birilerinin idarecilerle eşit niteliklere sahip olmaları da mümkün görülmez. Çünkü yöneticilik, yalnızca “doğal-niteliksel üstün” olanlara münhasırdır. Bu türlü siyasal yapılar, hiçbir rasyonel temele dayanmazlar. Dayanakları, “doğal-niteliksel üstünlük” vehminden, zannından ibarettir. Muhakkak ki bu vehmin ve bu zannın çoğu, belki de tamamı batıldır. İnsanlar akıllarını kullanmaya başladıkları, kendi akıllarını kılavuz edindikleri ve akıl dışılıkları reddetmeyi becerdikleri taktirde krallıkların, diktatörlüklerin ve oligarşilerin sonu gelmiş demektir.
Batı toplumlarının siyasi tarihinden haberdar olanlar pekâla biliriler ki Batı’da “halkın hükümeti, halk tarafından ve halk için” denilen demokratik-cumhuriyetçi hukuk devletleri, insanların, sözde “halkı düşünen” krallardan, diktatörlerden, oligarklardan bağımsız olarak kendi akıllarını kullanmaya başlamaları, kendi akıllarını kılavuz edinmeleri ve akıl dışılıkları reddetmeyi becermeleriyle kurulmuştur. İnsanların “doğal-niteliksel eşit” kabulü temelinde ihdas edilen “demokratik-cumhuriyetçi hukuk devleti” modelinde işbirliği ve işbölümü ise sadece ve sadece “liyakat” ve “ehliyet” ekseninde cereyan eder. Bir sistemde insanların kamu görevi üstlenmelerinde “liyakat” ve “ehliyet” ölçülerinin dışında, başka ölçüler aranıyorsa o sistemin adı“demokratik-cumhuriyetçi hukuk devleti” olarak konulamaz.
Bütün eksiğine ve gediğine rağmen; yine de “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” iddiası taşıyan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, acaba bu işbirliği ve işbölümü hususunda, daha doğrusu insanların kamu görevi üstlenmeleri konusunda, mevzuatı yönünden neyi ölçü almaktadır? Söz konusu mevzuat, uygulamalar açısından da acaba gerçekten “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” ilkelerine uygun mudur? Şayet uygun değilse yapılması gereken uygun hale getirmek midir, yoksa manipülasyonlarla ve sofistike mantık oyunlarıyla uygunmuş gibi göstermek midir? Açıktır ki manipülasyonlar ve sofistike mantık oyunları bir sistemin devamını ilelebet sağlayamayacaktır. Varlığını sürdürmek isteyen her sistem, meşru olmak zorundadır ve meşruiyetin yegâne kaynağı da elbette ki evrensel insan hakları ve halktır. Kaldı ki manipülasyonlar ve sofistike mantık oyunları, hakikati ifade eden bilgi karşısında tutunamaz.
Gelelim Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kamu görevi üstlenme konusundaki mevzuatına: 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, devlet memurluğuna alınma ile ilgili maddesinde “genel ve özel şartlar” başlığı altında şu ifadelere yer vermektedir:
A) Genel Şartlar:
1- T.C. vatandaşı olmak, 2- Bu kanunun 40 ve 41’inci maddelerindeki şartları taşımak, 3- Kamu haklarından mahrum bulunmamak, 4- Taksirli suçlar hariç olmak üzere, 6 aydan fazla hapis cezası ile ve yüz kızartıcı suçlardan…hükümlü bulunmamak…5- Askerlik durumu müsait olmak, 6- Görevini yapmasını engelleyecek özrü bulunmamak.
B) Özel Şartlar:
1- Hizmet göreceği sınıf için belirtilen öğretim ve eğitim kurumlarının birinden diploma almış olmak, 2- Kurumların özel kanun ve diğer mevzuatında aranan diğer şartları taşımak.
Kanunda ifade edilen bu genel ve özel şartların nasıl uygulanacağı, adı geçen kanunun “genel hükümler” başlığı altında “Liyakat” fıkrasıyla açıklığa kavuşturulmuştur ve ibare şöyledir: “Devlet, kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini, liyakat sistemine dayandırır ve bu sistemin eşit imkânlarla uygulanmasında memurlarını güvenliğe sahip kılar.” Kabul etmek gerekir ki bugün itibarıyla da yürürlükte bulunan yukarıdaki maddeler, “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”nin teorik formuna pek de aykırı bir hüküm içermemektedir. Ancak uygulamalar dikkate alındığında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” olduğunu söylemek, hayli tartışmalı olacaktır. Mesela; türban ya da başörtüsü takan insanların kamu görevinden menedilmeleri kabul edilemez olduğu gibi, kültürel haklarından mahrum bırakılan Kürt kökenli insanların menedilmeleri de kabul edilemez. Liyakat ve ehliyet harici seçim kriterleri gözetmek, gayri ahlaki ve gayri insanidir. Açıktır ki böylesi yaklaşımların hiçbirisi “demokratik-cumhuriyetçi, laik, sosyal, hukuk devleti” ile bağdaştırılamaz. Unutulmamalıdır ki “demokratik-cumhuriyetçi, laik, sosyal, hukuk devleti”nin temel parametresi “hukukî eşitlik”tir.