Modern-ulus devletlerin günümüzde en fazla eleştiriye tabi tutulan yönü, hiçşüphesiz ulusal, kitlesel ve resmi eğitim veren kurumlarının; yurttaşların çoğu zaman etnik kökene, ırka ya da dine dayanan kendilerine özgü kültürel kimliklerini eşit tanımamaları ve farklılıklarına eşit ölçülerde saygı göstermemeleridir. Modern-ulus devletlerin demokratik bir rejim olma iddiaları dikkate alınırsa ve demokrasinin de ilke olarak her bireyin eşit temsil edilmesine bağlılığı göz önünde tutulursa bu ahlaksal sorun nasıl halledilecektir? Devletin belli başlı kurumları bireylerin özgül kimliklerini eşit tanımadığı zaman, ahlaksal açıdan problem oluşturacak şekilde yurttaşlar arasında ayrımcılık yaparak muayyen kesimleri dışlamış olmaz mı? Kamu kurumlarıözgül kimlikleri eşit tanımayıp, yalnızca sivil hakları ve siyasal hakları öne çıkarırsa farklı kimliklere sahip yurttaşlar eşit olarak tanınıp, eşit olarak temsil edilebilirler mi? Bireylere eşit kişiler olarak saygı göstermek, sivil haklar ve siyasal hakların ötesinde bir takım hakları gerektirmez mi? İnsanlar; Hıristiyan, Yahudi, Müslüman ya da Türk, Kürt yahut da Arap olarak özgül kimlikleriyle, kamusal alanda var olamıyorlarsa sistemin eşitlik temelinde bir siyasal organizasyon olduğu ileri sürülebilir mi?
Bu türden sorulara; tekleştirilmiş bir ulusal kültüre inananların da kültürlerinin izini etnik kimliklerinde arayanların da dinlerini kültürleri olarak görenlerin de vermiş olduğu cevaplar günümüzde artık yeterli bulunmamaktadır. Çünkü bu zeminlerin her birinin; kendince yandaşları ve karşıtları olduğu gibi, farklı içeridekiler ve dışarıdakiler tanımları da vardır. Ayrımcılık; yurttaşlar arasında eşitsizlik anlamına geldiğinden, onunla sivil ve siyasal haklar zemininde mücadele edilebilir. Ancak, müşterek yurttaşlık, müşterek etnik köken ve müşterek din gruplarının farklı sınırları olacağından ve eşitsizliğe karşı mücadelede farklı anlayışlardan faydalanacaklarından, her biri farklı türde eşitliklere ulaşmayı hedeflerler. Şöyle ki sivil-siyasal haklar hareketleri, yabancıları dışlarken; etnik haklar hareketleri, sözde o etnik kökenden olmayanları; dinî haklar hareketleri de o dine mensup olmayanları dışlar. Netice maalesef çözümsüzlüktür (Baumann, 2005: 7-13). Bu türden sorulara günümüzde en makul cevapları liberal demokrasilerin verdiği söylenirse de bu cevapların sorunu hallettiğini kabul etmek de bir hayli zordur. Söz konusu yaklaşıma göre yurttaşların özgürlüğü ve eşitliği onların özgül kültürel kimliklerine değil; sağlık, eğitim, gelir, din ve vicdan özgürlüğü, basın ve örgütlenme özgürlüğü, kamu hizmetlerinde eşitlik, oy verme hakkı, kamu görevlerine atanabilme hakkı gibi “öncelikli çıkarlar” için duyulan temel ihtiyaçlara, yani sivil-siyasal haklara gönderme yapar. Bunlar; bütün insanların etnik, dinî ya da ideolojik niteliklerine bakmaksızın paylaştıkları çıkarlarıdır. Bu nedenle devlet; insanlara özgür ve eşit yurttaşlar olarak muamele ederken, onların özgül kültürel kimliklerini tanımak zorunda değildir. Aslında tanımaması daha doğrudur. Bu yaklaşım açıktır ki eşitlik meselesinin realizasyonunun yalnızca bir boyutunu oluşturmaktadır. Geleneğe karşı ilk kez Batı’da inşa edilen modern-ulus devlet sisteminin istikrarını hedefleyen liberal demokrasi teorisyenleri, Katolik-Protestan çatışmasınıönlemek üzere tasarlanan, kiliseyle devletin ayrılmasına dayanan dinsel hoşgörünün, etnik-kültürel farklılıklarla baş etmek için de bir model oluşturduğunu düşünmüşlerdir. Bu anlayışa göre, Hıristiyanlığın farklı yorumları gibi etnik kimlikler de insanların özel hayatlarında ifade etmekte özgür oldukları, ancak devleti ilgilendirmeyen bir şeydir. Devlet insanların kültürel bağlılıklarını ifade etmelerine karşıçıkmaz ise de bu gibi ifadeleri beslemez de. Devletin tavrı daha çok “iyi niyetli ihmal”dir. Devlet, dinin farklı yorumlarını istikrar için nasıl iyi niyetle görmezden geliyorsa (böyle bir şey nasıl mümkün oluyorsa) etnik-kültürel yahut da dinî farklılıkları da aynışekilde iyi niyetle görmezden gelecektir. Şüphesiz böyle bir yaklaşım tarzı; zımnen etnik-kültürel veya dinsel ya da ideolojik bir toplumsal homojeniteyi öngörmektedir. Oysaki realite hiç de böyle değildir. Bugün çoğu ülke; etnik-kültürel veya dinsel ya da ideolojik bakımdan hayli çeşitlilik göstermektedir. En son verilere göre; dünyadaki iki yüze yakın bağımsız devlet, bünyesinde altı yüz çeşit dili ve beş bin çeşit etnik grubu barındırmaktadır. Çok az ülkede, yurttaşların aynı dili konuştukları, aynı inanç ya da ideolojiyi paylaştıkları ve aynı etnik gruba ait oldukları söylenebilir. Tabiatıyla bu çeşitlilik önemli ve potansiyel olarak ayrılıkçı bir dizi sorunu da beraberinde getirmektedir. Azınlıklar ve dil hakları, bölgesel-yerel özerklik, siyasi temsil, eğitim-öğretim müfredatının belirlenmesi, göç ve yurttaşlığa kabûl politikaları gibi meselelerde, hatta ulusal marş ya da resmi tatiller gibi sembollerde dahi sıklıkla bir takım problemler yaşanmaktadır. Bu meselelere ahlakî olarak savunulabilir ve siyasi olarak geçerli cevaplar bulmak, günümüz liberal demokrasilerinin karşısına dikilen en ciddi problemdir. Bu problemlerin, liberal demokrasilerin inşasında, geleneksel aristokrasiye karşı ileri sürülen “insan haklarıöğretisi”çerçevesinde çözülemediği de açıktır. Resmi dil nasıl tespit edilecektir? Etnik gruplar, kamu ya da özel okullarında anadilde eğitim yapabilirler mi? Yönetsel veya idarî birimler etnik yapılar çerçevesinde yerelleştirilebilir mi? Siyasi mevkiler etnik oran ilkesine göre dağıtılabilir mi? Azınlıkların entegrasyon sorumlulukları ne kadardır? Liberal demokrasilerin meşruiyet zeminini oluşturan “insan hakları öğretisi”bu sorunlara çözüm üretmek bir tarafa, genellikle bu sorunları görmezden gelmektedir. Şöyle ki: Herkesin yurttaşlığa hakkı olması, her yurttaşın eşit haklardan faydalandığı anlamına gelmez. Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı olması, her bireyin bunlarıözgürce yaşayabildiğini göstermez. İfade özgürlüğünün varlığı, uygun dil politikasının ne olacağına ilişkin bir şey söylemez. Seçme ve seçilme hakkı, politik sınırların nasıl çizilmesi gerektiğini anlatmaz. Herkesin yönetime katılma hakkının olması, bunun realize edilebilir olduğuna delil teşkil etmez. Herkesin eğitim hakkına sahip olması, her dille eğitim yapılabileceğini ifade etmez. Görünen o ki bu sorunlar, her devlet içerisinde, çoğunlukçu-egemen karar alma süreçlerine terk edilmiştir. Netice ise kültürel azınlıkların, egemen-çoğunluğun insafına bırakılması nedeniyle etnik-kültürel çatışmaların şiddetlenmesinden başka bir şey değildir. Bu sorunlara hakkaniyetli bir çözüm bulmak için besbelli ki liberal “insan haklarıöğretisi”ne eklenmesi gereken hususlar vardır (Kymlicka, 1998: 25-31). Ne yazık ki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi yayınlandığı 1948 tarihinden bugüne, pratikte bir iyi niyet bildirgesi olmaktan öteye geçememiş, yasal bağlayıcılığı bulunmayan bir ahlakî fikirler demetinden ibaret kalmıştır.
Esasen; liberal demokrasileri farklı siyasal yönlere çeken iki farklı bakış açısı mevcuttur. Daha doğrusu genel olarak insanların eşitliğine inanan ve liberal demokratik toplumlarda eksik biçimde kurumlaşmış, tek bir evrenselci ilke vardır. O da “Bütün insanlara özgür ve eşit varlıklar olarak davranılır.” ifadesidir. Bu ifadenin mantıklı görünen ve tarihte etkili olmuş iki yorumu vardır. İlkine göre; çoğulcu bir toplumun üyesi olan yurttaşların taşıdıkları farklı ve çoğu zaman da çatışan düşünceleri nedeniyle siyasal yalnızlık kaçınılmazdır. Bu bakış açısının örneği, kiliseyle devletin ayrılması yolundaki Amerikan doktrinidir. Burada devlet, bütün yurttaşlarının dinsel özgürlüklerini korumakla kalmaz, kendi kurumlarının herhangi birinin özgül dinsel bir gelenekle özdeşleşmesinden de olabildiğince kaçınır. İkinci yoruma gelince; bu bakış açısı, kamu politikalarının sonuçları ya da gerekçelendirilmeleri için tarafsızlıkta ısrar etmez. Daha çok, kamu kurumlarının, özgül kültürel değerlerin gelişimine üçşarta bağlı olarak yardım etmesine izin verir. 1- Tüm yurttaşların konuşma, düşünme, din ve örgütlenme hakları dahil, temel hakları korunmalıdır. 2- Hiç kimse kamu kurumlarınca temsil edilen kültürel değerleri kabul etmesi için yönlendirilemez ve zorlanamaz. 3- Kültürel seçimleri yapan kamu görevlileri ve kurumları, yalnızca ilke açısından değil, uygulamada da demokratik olarak denetlenebilir olmalıdır. Bu bakış açısının paradigmasını da ABD’de eğitime yapılan demokratik yardımlar ve eğitim üzerindeki denetim oluşturur. Amerika’da yansızlık gerektirmekten uzak olan bu eğitim siyaseti, vicdan özgürlüğü ve kilise-devlet ayrılığı gibi temel haklara tecavüz etmedikleri sürece yerel toplulukları, okulları kısmen özgül kültürel sembollerini oluşturmaya teşvik etmektedir. Şüphesiz bu iki yaklaşımdan ikincisi, birincisine nispetle daha demokratiktir. Bu yorum, din gibi konularda devletin yansızlığınıönermekle birlikte; çokkültürlü bir yapıda yurttaşların temel haklarına saygı gösterdikleri sürece, eğitim gibi alanlarda kurumların yansızlığını gerekli görmez. Zira; özgür ve eşit varlıklar olma onuru, liberal demokratik kurumların baskıcılıktan ve ayrımcılıktan uzak, tartışmaya açık olmalarını gerektirir. Bu ilkeleştirilmiş sınırlamalar, kamu kurumlarına temsil ettikleri insanların özgül kültürel kimliklerini tanıma imkanı sağlar. Bu sonuç, liberal demokrasiyi hem evrensel hakların korunması hem de özgül kültürlerin kamuca tanınması bakımından daha iyi bir yönetim biçimine dönüştürür. Açıktır ki saygı duyulacak farklılıklar üzerinde tartışma arzusu ve becerisi, demokratik siyasi idealin en önemli parçasıdır. Tüm insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunan çokkültürlü toplumlar ve topluluklar, akılcı entelektüel, siyasal ve kültürel farklılıklara karşılıklı saygı duyma temeline dayanırlar. Çokkültürcülüğün ahlak açısından taşıdığı umut, bu erdemlerin tartışmalarla ortaya çıkarılmasında yatmaktadır.
Liberal demokratik devletler; kitle kültürlerinin karışmasına karşı, dezavantajlı gruplara özgül kültürlerini korumada yardımcı olma sorumluluklarını günümüzde artık kabul etmiş durumdadırlar. Kamu kurumlarının kültürel özellikleri görmezden gelmesi yerine, farklı grupların üyelerini tanıması ve onlara eşit davranması, çokkültürlülüğün benimsenmesi anlamını taşımaktadır. Çokkültürlülüğün benimsenmesi; ulus-devletin inşa ettiği yurttaşlık kimliğini kapsamlı evrensel bir kimlik olarak görmemek demektir. Zira insanlar eşsizdir ve kendi kendilerini oluşturan yaratıcı bireylerdir. Ayrıca insanlar, kültür taşıyıcısıdırlar ve oluşturdukları kültürler geçmişteki ve şimdiki kimliklerine bağlı olarak farklılık gösterir. Şüphesiz bireysel kimlikler diğer insanlarla kurulan ilişkilere cevap biçiminde diyalojik olarak yaratılır; ancak, kültürel kimliğin devletçe tanınması, kimliklerin diğer yurttaşlarla paylaşılan yönleri hakkında kamunun önünde fikir alış verişinde bulunmaları için imkan tanıyan politikaların varlığını gerektirir. Özgül kimlikleri tanıyan bir toplum, müzakereci, demokratik ve çokkültürlü bir toplum olacaktır. Çokkültürlü bir yapıda; insan onuru idealiyle canlanan eşit tanınma talebi, hem bireylerin insan olarak temel haklarının korunmasına hem de bireylerin özgül kültürel gruplara üye olmaktan doğan özgül ihtiyaçlarının tanınmasına yardımcı olacaktır. Kültürel özgüllüğün siyasal açıdan tanınması yolundaki bu gereklilik, bireyler tarafından değerli bulunan kültürleri ve kültürel bağlamları bu bireylerin temel hakları arasında sayan evrenselcilikle de uyumludur (Gutmann, 1996: 24-41).
Çokkültürlü bir toplumsal yapıda eğitimin nasıl olması gerektiği konusuna gelince; madem ki hem tekleştirilmiş bir ulusal kültüre inananların, hem kültürlerinin izini etnik kimliklerinde arayanların, hem de dinlerini kültürleri olarak görenlerin anlayışları yeterli bulunmamaktadır; o halde öncelikle yapılması gereken çoğulculuğu bir veri olarak kabul etmektir. Çoğulculuğun kabulü; eğitimi, bir prototipe, bir modele göre yetişkinler üretmek biçiminden çıkarıp, insanlardaki özgünlüğü engelleyen şeyleri ortadan kaldırmayı, fertlere kendi tekil kimliklerine göre var olma şansını tanıyacaktır. Tabiatıyla burada öncelikle ilgilenilen şey, ulus-devletin istikrarı ve ekonomik verimlilik değil, bireysel özerkliğin arttırılmasıdır (Spring, 1991: 24). Özerklik düşüncesi, bireylerin kendi özgül kimliklerine sahip olmalarını, kendi inanç ve eylemleri üzerindeki denetimlerini ifade eder. Kendi özgül kimliğine sahip olma ve kendi inanç ve eylemleri üzerinde denetim anlayışı, ulus-devlete ait siyasal ve ekonomik yapıların içselleştirilmiş otoritelerinin tahakkümlerinden kurtulmayı sağlayacak bir eğitim yöntemi bulmaya yönelik olduğu gibi; aynı zamanda ulusal, kitlesel ve resmi eğitim vererek homojen bir kültür inşa etmeye çalışan okul anlayışının ortadan kaldırılmasına da yöneliktir. Çünkü ulusal, kitlesel ve resmi eğitim vererek homojen bir kültür inşa etmeye çalışan okul anlayışı, ne olunması gerektiğine dair bir ideal dayatan, özgül kimliklerine rağmen fertleri muayyen bir bilgi için kullanan dogmatik bir anlayışı temsil etmektedir. Özgül kimliklere sahip fertlerin öğrenmek istediklerini öğrenmekte özgür bırakılmaları için; ulusal, kitlesel ve resmi eğitim veren okulun müdahalesinin olmaması bir zorunluluktur. Mesela; çoğulcu yapıyı dikkate almayan; ulusal, kitlesel ve resmi eğitim veren okuldaki törenler, sınıfta tahakküm etkenleri olarak felakete yol açmakta ve eşitsizliğin çoğalmasında hayati bir şart biçiminde kendini göstermektedir. Böylesi öğretim modelleri, genellikle ulusal ya da etnik kalıpların bilinçsizce, törensel formda yeniden olumlanması ve sınıfsal bölünmelerin günlük olarak yeniden üretilmesi ve doğrulanması anlamına gelmektedir. Türkiye genelinde, ilköğretim okullarında okutulan “ulusal ant” bunun tipik bir uygulamasıdır. Ulusal, kitlesel ve resmi eğitim vererek homojen bir kültür inşa etmeye çalışan okuldaki kılık kıyafet yönetmeliği de yine tahakkümün ve eşitsizliğin bir başka yönünü yansıtmaktadır. Giyim yönetmeliklerinin maksadı nedir? Öyle görünüyor ki bu tip uygulamalar sayesinde okulda öğrencilerin benimseyeceği umulan bir kimlik yaratılmaya çalışılmaktadır. Açıktır ki öğrencilerin bu uygulamalara karşı göstereceği direncin seviyesi, onların kendi özgül kimlik algılamalarıyla okulun zorla kabul ettirdiği arasında bir çatışmaya sebebiyet vermektedir. Öte yandan, çocukların eğitimini etkileyebilecek artalan farkları, özgül kimliklere uygun olmayan ve özgül kimliklere açık olmayan bir ders programı, fertlere destek vermeyen ya da ayrımcılık yapan bir çevre, eksiksiz öğretim ve adaletsiz kaynaklar gibi okuldan kaynaklanan etkenlerle kesiştiği zaman, toplumsal fark eğitimde dezavantaja dönüşmektedir. Oysa; sosyal adalet ilkesi, sözü edilen hususlarda eşit olmayanlara, daha doğrusu farklı olanlara farklı olmayan bir biçimde davranma politikalarıyla tutarlı hareket etmeye çalışarak, eğitimde dezavantajın üstesinden gelmeyi gerektirir. Söz konusu dezavantajlara karşı, öğrencilerin eğitim açısından zenginleştirici çevreye ya da en az kısıtlayıcıçevreye yerleştirilmelerinin sağlanmasını hedefler. Bu sağlandığı taktirde azınlık kültürüne mensup öğrencilerle çoğunluk kültürüne mensup öğrenciler arasındaki eğitime yönelik artalan farkları giderilmiş, en azından giderilmeye çalışılmış olacaktır. Şüphesiz burada kastedilen öğrenciler arasında ekonomik eşitliğin yaratılması değil, farklı kültürlere mensup öğrencilerin eğitimleriyle ilgili ayrımcılığa maruz kalmalarınıönlemektir (Haynes, 2002: 98-106).
Çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıda devletin fonksiyonlarına gelince; böyle bir yapıda devlet, sadece spontane düzeni muhafaza için değil, belli ölçülerde sosyal adaleti gerçekleştirmek için de tavzif edilmiş olacağından eğitim; doğal olarak tüm farklılıkları dikkate alacak şekilde kurumsallaştırılacaktır. Sosyal adalete yer verilmiş olması, elbette spontane düzenin muhafazasına yöneliktir; fakat vurgulamak gerekir ki sosyal adalet çerçevesinde öngörülen eğitimde fırsat eşitliği gibi hususlar, devletin, mevcut spontane düzeni ortadan kaldırarak yerine suni bir düzeni yerleştirmeyi hedeflediği şeklinde değerlendirilemez. Çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıda devlet, muayyen ideolojik kimliklerden yalıtılacağından, eğitim yoluyla bireyin veya toplumun şekillendirilmesi gibi ideolojik bir dayatma söz konusu olmayacak ve dolayısıyla eğitimin nasıl ve ne için olacağı sorusunun cevabı da özgül kimliklere sahip fertlere ve farklı kültürel gruplara ait olacaktır. Aynı şekilde; eğitimde tamamen yerel bir anlayış söz konusu olacak ve örgütlü düzen açısından devletin resmi bir dili olsa bile, spontane düzene ait eğitimle ilgili resmi bir dil de söz konusu olmayacaktır. Çünkü; çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıda spontane düzen monolitenin değil, plüralitenin alanıdır.
Sonuç olarak, eğitimle ilgili “Eğitim nedir ve ne içindir?”, “Eğitim, temel bir hak mıdır?”, “Eğitimin türüne kim karar verecek?”, “Eğitimin finansmanı nereden karşılanacak?”şeklindeki temel sorulara; çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıda şu şekilde cevap vermek pekalâ mümkündür: Eğitim, özgül kimliklere sahip bireylerin kendi “iyi hayat” anlayışları doğrultusunda, ne olmak ya da neyi edinmek istiyorlarsa ona dair zihinsel, etik ve estetik nitelikleri öğrenim sürecidir. Elbette ki eğitim, simülatif toplum ya da devlet için değil, özgül kimlikleri olan bireylerin kendileri içindir. Eğitim temel bir hak olarak kabul edilebilir ise de bu hak, yeteneği ve gönüllülüğü dışlayamaz. Özgül kimliklere sahip bireyler açısından otonom olmayan bir eğitim hakkından söz edilemez. Eğitimin türüne, reşitseler fertlerin kendileri, değilseler de tabiatıyla velileri karar vereceklerdir. Şayet velilerin herhangi bir istismarı söz konusu ise hukuku gerçekleştirmekle görevli olan devlet, görevi gereği istismarlara engel olacaktır. Eğitimin finansmanı, masraflarını karşılayabilecek durumda olanların kendileri ya da velileri tarafından, karşılayamayacak durumda olanlar içinse fırsat eşitliği ve sosyal adaletin gereği olarak, borçlanma kaydıyla devlet tarafından temin edilecektir. Çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıda eğitim; bireyi, gönüllüöğrenimi ve spontane düzeni öncelediğinden, iç barışın teminat altına alınmasına da elbette büyük ölçüde katkı sağlayacaktır. Şüphe yok ki çokkültürlü, çoğulcu bir toplumsal yapıya sahip Türkiye’de barış kültürünün inşası, eğitimin formunun böyle olmasına bağlıdır.