Küreselleşme; beşeri ilişkilerde, dünya ölçeğindeki karşılıklı bağımlılıkları ve mübadeleleri meydana getiren, çoğaltan, yaygınlaştıran ve yoğunlaştıran süreçlerin çok boyutlu bileşkesini ifade eder. Avrupa Birliği biçimindeki uluslar arası örgütlenmelerin temel hedefi, işte bu ilişkiler hususunda, belirleyici aktör olabilmektir. Bahis mevzuu Avrupa Birliği düşüncesi, teorik alt yapısı her ne kadar hayli eski dönemlere dayansa da somut bir biçimde esas itibarıyla Birinci Dünya Savaşından sonra Avrupa ülkelerinin gündemine girmiş ve özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında yaygınlık kazanmış olan bir barış projesidir. Barış projesiyle hedeflenen “Birlik” bir kurum olarak geçmişteki uluslar arasıörgütlenmelerle mukayese edildiğinde tamamen benzersizdir. Çünkü hedeflenen “Birlik” mevcut devletlerin yerini alması planlanan bir devlet değildir. Aksine, üye devletler arasında işbirliği için kurulmak istenen bir organizasyon, barış ve refah için birlikte çalışmaya karar vermiş, demokratik Avrupa devletlerinden oluşan bir örgütlenmedir. Birliğe üye ülkeler, bu örgütlenme sayesinde, ortak yararları içeren çeşitli konularda, birbirleriyle bağlantılı problemleri çözme noktasında müşterek hareket etmeyi vaat etmektedirler.
Avrupa Birliği düşüncesi şüphesiz muayyen değerler üzerine inşa edilmiştir, ancak bu değerler insanî ve rasyonel olmaları hasebiyle sadece Avrupa Kıtasına ya da herhangi bir Avrupa ülkesine münhasır değil, küresel değerlerdir. Bir başka ifadeyle Avrupa Birliği; demokrasi ve insan hakları gibi küresel değerlere, sınırlar konulmayan bir iç pazara ve kendi kendine belirlemiş olduğu kurallara dayalı bir entegrasyon projesidir. 1993 yılındaki Kopenhag Zirvesinde, Avrupa Konseyi söz konusu temel değerleri Kopenhag Kriterleri adı altında şu şekilde tespit etmiştir:
Siyasi Kriterler:
1- Kurumsal istikrar.
2- Demokrasi.
3- Hukukun üstünlüğü.
4- İnsan hakları.
5- Azınlıklara saygı.
Ekonomik Kriterler:
1- Ekonominin devlet tarafından kontrol edilmediği, fiyatların serbest pazar kuralları ile belirlendiği, mülkiyet haklarının kanunla korunduğu ve sözleşmelerin uygulanabildiği işleyen bir serbest pazar ekonomisi.
2-Avrupa Birliği içerisindeki rekabet baskısına ve serbest pazar kurallarına dayanabilme kapasitesi – yani ekonominin Avrupa Birliği’ne katıldıktan sonra adapte olması ve gelişmesi – açısından yeterli derecede güçlü olması.
AB Kanunlarının (Topluluk Müktesebatı) Benimsenmesi:
1-Birliğe üye olmak isteyen ülkelerin yükümlülüklerini yerine getirmesi.
2-Politik, ekonomik ve parasal birliğin amaçlarına bağlılık.
AB’nin Özümseme Kapasitesi:
1-Avrupa Birliği’nin, Avrupa Entegrasyonu canlılığını koruyarak yeni üyeleri özümseme kapasitesi.
2-Avrupa Birliği’nin ve aday ülkelerin global menfaatleri, örneğin AB politikalarına, kurumlarına etkisi, aday ülkenin büyüklüğü, nüfusu, ekonomisi, vs.
3-Aday ülke 1995 yılında Avrupa Konseyi tarafından belirlenen Madrid Kriterleri’ni yerine getirdiğini göstermelidir. Madrid Kriterleri aday ülkenin yeterli idari kapasite göstermesini gerektirir.
AB Kanunlarının Uygun İdari ve Yargı Yapıları Aracılığıyla Etkin Bir Şekilde Uygulanması:
1- Yeterli ihtisas.
2- Yeterli kaynaklar.
3- İstikrar.
Vurgulamak gerekirse Avrupa Birliği’nin değerleri denilince, öncelikli olarak akla gelen şey; “insan hakları”, “demokrasi” ve “hukuk devleti” gibi küresel değerlerdir. Söz konusu değerlerin anlamlı olması elbette ki küresel ölçülerde geçerlilik taşımalarına bağlıdır. Şüphesiz, insan hakları da demokrasi de hukuk devleti de yalnızca Batılı insanlar için bir imtiyaz şeklinde düşünülemez. Böyle düşünülmediğini göstermek, Avrupa Konseyi’nin üzerine vazife olduğu gibi, bu değerlerin Türkiye’ye zararlı ve Türkiye toplumuna aykırı olmadığını göstermek de Türkiye aydınlarının üzerine bir vazifedir.
Batılı bir değer olarak ileri sürülen “insan hakları” kesinlikle Türkiye toplumunun değerleriyle çelişmez. Niye çelişsin ki? Bir insanın sadece ve sadece insan olduğu için hayat hakkına veya özgürlüğe ya da mülkiyet hakkına yahut da güvenliğe sahip olması niçin mahzurlu olsun ki? Kim bu haklara sahip olmak istemez? İnsan hakları iddiaları esas itibarıyla extralegaldir (yasa-üstü). Bunların temel hedefi mevcut kurum, uygulama ve normlara etik dışı tatbikatlarında karşıçıkmak ya da onları değiştirmektir. İnsan hakları en geniş anlamda, siyasi meşruiyetin ölçüsüdür. Devletler, insan haklarına uygun icraatlar ortaya koydukları taktirde meşrudurlar. İnsan hakları sadece hayat için değil, onurlu bir hayat için gereklidir. İnsan haklarına temel oluşturan argüman, “etik insan doğası” (fıtrat-ı selime) argümanıdır. İnsan hakları, insan oğluna şöyle seslenir: “İnsanlara insanca muamele et ki insanca muamele göresin.”İnsan hakları, yani evrensel-küresel ahlak, insanları“etik doğa”nın hiçbir istisna söz konusu olmaksızın ve tam bir eşitlikle insanlık ailesinin hepsine tanıdığı, insanlık onuruna sahip fertleri olarak değerlendirir. İnsanlık onurunda din, dil, cins, renk, ırk ve millet farkı gözetilmediği gibi, insanlık onuruna sıkıca bağlı olan ve faydalanılabilmesi için, “insan” ferdi olmaktan başka şart aranmayan gerçek anlamda insan haklarına sahip olunmasında da hiçbir farklılık ve ayrıcalık gözetilmez.
Demokrasi de Batılı bir değerdir ama onun da Türkiye toplumuyla bir sorunu yoktur. İnsanların olabildiğince özgür ve olabildiğince eşit bir eksende siyasal örgütlenmeleri asla Türkiye toplumunun zararına değildir. Türkiye toplumunda yaşanan problemler, Türkiye Cumhuriyeti devletinin demokratik bir rejim olduğundan değil, aksine yeterince demokratik olmadığından kaynaklanmaktadır. Demokrasi tabii ki sadece bir isimden ibaret değildir. Yönetilenlerle yöneticiler hukuk karşısında eşit muamele görmüyorlarsa sivil ya da üniformalı bürokrasi, imtiyazlılık anlamı taşıyorsa, farklı kültürel kimliklere sahip yurttaşlar kamusal alanda eşit muamele görmüyorsa orada demokrasi yoktur. Olsa olsa oligarşi veya diktatörlük vardır. Ne yazık ki bu durum biraz da insan kalitesiyle ilgilidir. Diktatörlükler ya da oligarşiler insanları kendi çıkarları uğruna cahil tutmak zorundaysalar da bu muameleye maruz kalan insanların suçu katiyen inkâr edilemez… Toplumsal-kültürel farklılığın fiili bir durum olduğu yerlerde elbette ki bir arada yaşamak zorunda bulunan insanlar “eşit tanınma” temelinde örgütlenmelidirler. Farklılıklarla birlikte yaşamak tabii ki uzlaşmayı gerektirir. Uzlaşma, belirli bir kesimin başka kesimlerin değerlerini benimsemesi değil, kendisi için istediği hak ve özgürlükleri diğerlerine de tanıması demektir. Bir diğer anlatımla uzlaşma, eşitliğin kabulüdür. Özgürlük, bireyselliği ifade eden bir kavramken, eşitlik, toplumsal ilişkiyi ifade eden bir kavramdır. Özgürlük bireye, eşitlikse bireylere yönelik ilişki biçimlerine işaret eder. Özgürlüğün gerçekleşmesi için teorikte toplumsal bir çerçeve zorunlu değil ise de eşitliğin gerçekleşmesi için zorunludur. Toplumsal çerçevenin varlığı siyaseti, yani devleti, devletin varlığı da hukukî zemini zorunlu kılar. İşte demokrasi, eşitlik zemininde örgütlenen bireylerin, daha doğrusu kamusal alanda bir diğerinin eşiti olduğunu kabullenen bireylerin uzlaştıkları rejiminin adıdır. Eşitlik, şüphesiz farklılıkları muayyen bir formda “eşitleme” değil, farklılıklara “eşit muamele” göstermektir. Şayet Türkiye’deki nominal demokratların ve nominal cumhuriyetçilerin manipüle ettikleri şekilde, onların kararlaştırdıkları forma sokma anlamında “eşitleme” olsaydı, rejimin adı oligarşi olurdu. Çünkü belirli bir forma imtiyaz tanımak, sadece oligarşilerde mümkündür, demokrasilerde değil.
Batılı bir değer olmakla birlikte hukuk devleti de Türkiye toplumu için aynı durumdadır. Hukuk devleti, hukukun gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet demektir. Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği. Üçüncüsü de anayasanın bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olması. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olmasıdır. Muhteva bakımından ölçütüyse; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devletinde hukuk, siyasî ve idarî mekanizmaların hepsinin üstündedir. Hukuk devletini gerçekleştirmede en uygun siyasal form, demokrasidir. Ancak demokrasi hukuk devletine yönelik en uygun araç sayılsa bile mutlaka hukuk devletine ulaştıracağı da söylenemez. Demokrasiyle hukuk devleti arasındaki çelişki şu şekilde izah edilebilir: Demokrasilerde siyasal meşruiyetin kaynağı, şüphesiz halktır, fakat bunun pratikteki karşılığı parlamento çoğunluğudur. Parlamento elbette yasal kuralları belirleme yetkisine sahiptir, ancak parlamenter çoğunluk mutlak bir güce sahip olmamalıdır. Bu gücü sınırlandıran şey, hukukun üstünlüğü ilkesidir. Hukukun üstünlüğü ilkesi, parlamenter çoğunluğun iradesini sınırlandırarak, azınlıkta kalanların haklarını da korur. İşte bu noktada siyasal meşruiyetin kaynağı olan halkın, daha doğrusu parlamenter çoğunluğun karşısına yeni bir meşruiyet kaynağıçıkmaktadır ki o da “evrensel insan hakları”dır.
Vurgulamak gerekirse; “Avrupa Birliği’nin 21. yüzyılda gerçekleştirmeyi amaçladığı hedef, tek bir Avrupa Pazarı yaratarak Avrupa Birleşik Devletleri’ni oluşturmaktır. Bu pazarda vatandaşların, malların, hizmetlerin ve sermayenin sınır tanımadan serbest dolaşımıöngörülmektedir. Ancak, Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi homojen bir yapıya sahip olmadıklarından; bu ülkelerin kültürleri, dilleri, dinleri ve vatandaşlarının düşünce tarzları birbirinden hayli farklılık arz etmektedir. İşte bu farklılıklar; eğitim-öğretim alanında oluşturulan müşterek standartlarla müşterek değerler çerçevesinde uzlaştırılmaya çalışılmaktadır. Söz konusu müşterek değerler; “insan hakları”, “demokrasi” ve “hukuk devleti” gibi küresel değerlerdir. AB’ye aday ülke durumuna gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim-öğretimle ilgili olarak ileriye yönelik planlarında, AB ilkelerini göz önüne alması ve ulusal eğitim-öğretim sistemini bu ilkeler çerçevesinde yeniden tanzim etmesi bir zorunluluktur. Konuya yönelik yapılması gerekenleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
A) Sisteme Yönelik Öneriler:
1-Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları, AB ilkelerine uygun hale getirilmelidir.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nda Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçlarışöyle sıralanmıştır:
1-“Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesin, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek ;”
2-“…hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek;”
3-“…birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak;”… “…Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır.”
Bahse konu maddeler; Avrupa Birliği’nin Siyasi Kriterlerine aykırı olduğu gibi, Lizbon Zirvesi’nde tespit edilen; 1- Bireyin gelişimi (bireyler arasındaki eşitsizliklerin ve dengesizliklerin azaltılması için çalışmalar yapmak). 2- Toplumun gelişimi (iş gücü piyasasında mevcut becerilerin, işletme ve işverenlerin ihtiyaçlarıyla eşleşmesini sağlamak). 3- Ekonominin gelişimi (yaşam boyu öğrenme stratejisi belirlemek). eğitimin üç hedefine de aykırıdır. Topluluk Müktesebatına Uyum Kriterlerinde belirtildiği üzere; AB kanunları tüm üye ülkelerdeki ulusal kanunların önündedir ve müktesebat, müzakere edilemez. Açıktır ki Milli eğitim Temel Kanunu, Lizbon Zirvesi’nde tespit edilen hedeflerle çelişmektedir. Dolayısıyla; Milli Eğitim Temel Kanunu; Lizbon Zirvesi’ne uyarlanmalıdır.
2- Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri, AB ilkelerine uygun hale getirilmelidir.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nda Türk Milli Eğitimi’nin Temel İlkeleri şöyle sıralanmıştır:
1- Genellik ve Eşitlik: Eğitim kurumları dil, ırk, cinsiyet ve din ayrımı gözetilmeksizin herkese açıktır. Eğitimde hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
2- Ferdin ve Toplumun İhtiyaçları: Milli eğitim hizmeti, Türk vatandaşlarının istek ve kabiliyetleriyle Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir.
3- Eğitim Hakkı: İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır.
4- Fırsat ve İmkan Eşitliği: Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkan eşitliği sağlanır.
5- Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Atatürk milliyetçiliği: eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Milli ahlak ve milli kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekil ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesine ve öğretilmesine önem verilir. Milli birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dilinin, eğitimin her kademesinde özellikleri bozulmadan ve aşırılığa kaçılmadan öğretilmesine önem verilir.
6- Demokrasi eğitim: Güçlü istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve devamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokrasi bilincinin, yurt yönetimine ait bilgi, anlayış ve davranışlarla sorumluluk duygusunun ve manevi değerlere saygının, her türlü eğitim çalışmalarında öğrencilere kazandırılıp geliştirilmesine çalışılır; ancak eğitim kurumlarında Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasi ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikteki günlük siyasi olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan verilmez.
7- Laiklik: Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.
8- Karma eğitim: okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır.
9- Her yerde eğitim: Milli eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır. Resmi, özel ve gönüllü her kuruluşun eğitimle ilgili faaliyetleri, Milli Eğitim amaçlarına uygunluğu bakımından milli Eğitim Bakanlığının denetimine tabidir.
Bahse konu bu maddeler de Avrupa Birliği’nin Siyasi Kriterleri’nden; “insan haklarına saygı”, “azınlıkların korunması” ve “AB’nin Ortak İlke ve Anlayışları: Dil öğretimi, Eğitim-Öğretim Sistemlerine Herkesin Erişiminin ve Yararlanmasının Sağlanması” prensiplerine aykırıdır. Dolayısıyla; Türk Milli Eğitiminin Temel İlkeleri, AB Kriterlerine uyarlanmalı ve Milli Eğitim Temel Kanunu’nda da belirtilmiş olan, “genellik, eşitlik ve fırsat eşitliği gereği; yerel anadillerin öğretiminin okul sistemine sokulmasına izin verilmelidir.
3- Türk Milli Eğitim Sisteminin Genel Yapısı, AB ilkelerine uygun hale getirilmelidir.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nda Türk Milli Eğitim Sisteminin Genel Yapısışöyle anlatılmaktadır:
Örgün ve Yaygın Eğitim: Türk Milli Eğitim Sistemi; örgün eğitim ve yaygın eğitim olmak üzere iki ana bölümden kurulur. Örgün eğitim; okul öncesi eğitimi, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumlarını kapsar. Yaygın eğitim, örgün eğitim yanında veya dışında düzenlenen eğitim faaliyetlerinin tümünü kapsar.
Amaç ve Görevler: Örgün ve Yaygın Eğitim kurumlarının amaç ve görevleri, Milli Eğitimin genel amaçlarına ve temel ilkelerine uygun olarak eğitim hizmetlerinde bulunmaktır.
Bahse konu amaç ve görevler; hem Kopenhag Kriterleri’ne hem de Lizbon Zirvesi’nde tespit edilen eğitimin hedeflerine aykırıdır. Dolayısıyla; Türk Milli Eğitiminin Sisteminin Genel Yapısı için öngörülen amaç ve görevler; AB Kriterlerine uyarlanmalıdır. Bu çerçevede; AB ülkelerinde olduğu gibi; Türkiye’de de mesleki ya da akademik, her alanda özel yükseköğretim kurumunun açılmasına kolaylık tanınmalı ve yükseköğretimde özel sektörün oluşması sağlanmalıdır. Bu yapıldığı taktirde yükseköğrenime yönelik yoğun talep baskısı ve yığılma da önlenmiş olacaktır. Yine; Üniversitelerin akademik özerkliği korunmalı, ancak ilk, orta ve yükseköğretimde temel politik bütünlüğün ve idarî birliğin sağlanabilmesi için; Bolonya Deklarasyonu’nun da gereği, YÖK, Hükümetten bağımsız olmaktan çıkarılmalı ve Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmalıdır. Zira, AB’ye üye hiçbir ülkede, hükümetlerden bağımsız YÖK benzeri bir kurum bulunmamaktadır (Bakınız, Bolonya Deklarasyonu).
B) Eğitimde Niteliğin Yükseltilmesine Yönelik Öneriler:
1- AB sürecinde benimsenen Magna Charta (1989), Sorbon (1998), Bologna (1999) deklarasyonları, Lizbon Zirvesi – Lizbon Stratejisi (2000), Prag Toplantısı (2001) ve Berlin Zirvesi (2003) ilkeleri aynen benimsenmelidir.
2- İlk ve orta öğretimde mezuniyet öncesi yeterlilik sınavı konulmalıdır.
3- Mesleki ve akademik yüksek öğretime yönelik etkin yönlendirme yapılmalıdır.
4- Üniversite-sanayi, üniversite-ekonomik sektör ya da üniversite sivil toplum işbirliği sağlanmalı, teknik alanlarla ilgili fakülteler (mühendislik, fen, vb.) “söz”üretir olmaktan çıkarılmalıdır.
C) Eğitimde Hareketliliğe Yönelik Öneriler:
1- Nitelikli deneyimlerin paylaşımı, farklı kültürlere ilişkin farkındalık düzeylerinin artırımı ve tanıtımı ile uluslararası sinerji yaratımı açısından, AB programlarına (1-Socrates/Erasmus: Comenius; (ilk ve ortaöğretime yönelik, Erasmus; yükseköğretime yönelik, Grundtvig; yetişkinlere yönelik, Lingua; dil öğrenimine yönelik, Minerva; bilgi ve iletişim teknolojileri, 2- Leonardo de Vinci: mesleki eğitime yönelik ) etkin ve yoğun katılım sağlanmalıdır.
D) Hayat Boyu Öğretime Yönelik Öneriler:
1- Bilim ve teknolojideki hızlı değişimler; örgün öğretim dışında kalan kişiler için, kurslar ya da hizmet içi eğitim faaliyetleri çerçevesinde, istihdama yönelik, sürekli ve yaygın öğretime açık olmalıdır.
Netice olarak belirtmek gerekirse; küresel değerlerle ulusal ve bireysel değerleri mezc etmek, şüphesiz bir barış kültürünün inşasına bağlıdır. Elbette bu da eğitim-öğretim sayesinde mümkün olacaktır. Açıktır ki ülke içerisinde barış ortamının tesis edilememesi söz konusu küresel barış kültürünün inşası yolunda önemli bir engeli teşkil etmektedir. AB’ye üyelik sürecine girmiş olan Türkiye’de; yukarıdaki önerilerin dikkate alınması, umulur ki hem ülke bazında hem de küresel bazda barışa katkı sağlayacaktır.