Epistemolojik anlamda, doğru bilgiyi, teoloji ve metafizik karşıtı olarak yalnızca materyal dünya üzerine temellendiren, Auguste Comte’un pozitif felsefe dediği düşünce tarzı(epistemological positivism). Bu şekliyle doğru bilgi, nesnelere aşkınlığı iddia edilen nihai nedenlerden (ultimate causes) türetilen değil, doğrudan doğruya gözlemlenebilen nesnel olaylar arasındaki ardışık ilişkilerden çıkarılan bilgidir. Politik anlamda ise yasal düzeni, doğal hukuk karşıtı olarak, pozitif bilgiden kaynaklanan egemen güçüzerine temellendiren, yine Auguste Comte’un pozitif politika dediği “hukuk” görüşü(legal positivism). Bu tanımıyla “hukuk” (yasa), metafiziksel bir değer yüklenen “hak” kavramından değil, devletin determinasyonunu ifade eden “vazife” ilkesinden türetilen, egemen gücün irade bildirimidir.
Sosyoloji disiplininin kurucusu olarak da kabul edilen Auguste Comte, epistemolojik ve legal pozitivizm düşüncelerini 1789 Fransız Devrimi ertesinde geliştirmiştir. Şüphesiz bu düşüncelerin Rönesans dönemine kadar uzayan tarihsel bir arka planı vardır. Rönesans’la birlikte Avrupa’da gerçekleşmeye başlayan epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel değişimler sonucu, toplumsal alt-üst oluşlar tezahür edince, düzen ve istikrar arayışları da zorunlu hale gelmiştir ki “Comte’cu pozitivizm” (epistemolojik ve legal pozitivizm) de bu arayışların bir ürünüdür.
Söz konusu değişimlere kısaca temas edilecekse: Epistemolojik değişim, varlığı ve hayatıteoloji ekseninde açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışan bilginin yerine, rasyonalite ve realite temelli bilginin geçmesini ifade eder. Bu değişimin kökeninde Copernicus’un kozmoloji öğretisi yatmaktadır. Katolik bir din adamı olmasına rağmen, ileri sürmüş olduğu gözleme dayanan güneş merkezli evren düşüncesi, hem söz konusu değişime hem de Hıristiyanlığın sarsılmasına neden olmuştur. Çünkü, güneşin evrenin merkezi olması demek, yalnızca Kilisenin din ekseninde savunduğu dünya merkezli evren anlayışının yanlış olması demek değil, aynı zamanda, doğruluk ve yanlışlık ölçütünün zemininin dinî alandan rasyonel-ampirik alana kayması demekti. Böyle bir yanlışlık tespiti, sadece evren anlayışıyla sınırlı kalmayacak ve daha sonra tüm Hıristiyanlık inancına da teşmil edilecektir. Öyle ki Copernicus’un halefleri konumunda olan Kepler, Galileo ve Newton gibi düşünürler,onunöğretisini yaygınlaştırarak gözlem ve deneye dayanan bilgi anlayışını geri dönülmez bir biçimde sistemleştirmiş ve epistemolojinin kriterini dinden tamamen bağımsız hale getirmişlerdir. Kepler’in en önemli başarısı, gezegenlerin hareketlerinin yasalarını bulmasıdır. Gök mekaniği onun sayesinde kurulmuştur. Galileo ise bir taraftan icat ettiği teleskopla güneş merkezli evren anlayışını ispatlamaya çalışmış, bir taraftan da mekanik hareket öğretisi, düşme teorisi ve deneyle matematiği birleştiren yöntemiyle modern fiziğin temellerini atmıştır. Haddizatında, Kepler ve Galileo’nun çalışmalarının tamamlanmasıyla pozitif bilim kurulmuş olacaktır da denilebilir. Süreci, “genel çekim yasası”nı keşfeden Newton tamamlamıştır. Genel çekim yasası, Aristocu Kilise öğretisinin mahiyet itibarıyla birbirinden farklı olan iki alemini (ay-üstü ve ay-altı) tek bir doğa yasasına bağlar. Buna göre uzayda yer kaplayan bütün cisimler birbirlerini bir yandan kütleleriyle, diğer yandan da aralarındaki uzaklığın karesiyle orantılı olan bir kuvvetle çekerler. Yer yüzünün de gök yüzünün de tabi olduğu yasalar aynıdır. Dolayısıyla alem, ikiliği değil, tekliği söz konusu olan dev bir makineden ibarettir. Determine bir biçimde kendi kendisini düzenleyen ve insanın tecrübe yoluyla yasalarını keşfettiği makine evren anlayışı, varlık ve varlığa ait bilgi hususunda, kilise öğretisinden kesin bir kopuşu temsil eder. Artık evren, Tanrının insana seslendiği sembolik bir kitap olmadığı gibi, ona ait bilgi de Tanrının ihtişamının idraki değil, sadece bilimdir. Evren insanın içerisinde yaşamak zorunda olduğu dev makine, bilgi yani pozitif bilim de ona egemen olmanın vasıtasıdır. Bilgiyi elde etmenin yolu da kutsal kitapları, metafizik-apriori düşünceleri bir kenara bırakıp, tecrübeye ve akla yönelmektir. Epistemolojik değişim işte budur. Artık doğruluğun ve yanlışlığın kriteri, dinî ve metafizikî spekülasyonlar değil, bilgiyi tecrübî akla hasreden kutsaldan soyutlanmış pozitif bilimdir.
Ekonomik değişim, kapitalizmin doğuşuyla ilintilidir. Ortaçağ ekonomisinin temel özelliği, tarımsal köy hayatı ve üretim ve tüketimin geçimlik ekonomiye yakın bir biçimde örgütlenmesiydi. Bu geçimlik ekonomiden kâr amaçlı mübadele ekonomisine geçiş, Rönesans’la başlamış ve birkaç asır sürmüştür. Dönüşüm, kısa ve uzun mesafelerdeki ticarî alış-verişin yoğun ekonomik faaliyet halini almasıyla kendini göstermiştir. Ticaretin yayılması, eski ve yeni şehir merkezlerinin genişlemesine, büyümesine ve zanaatkârların meslekî uzmanlaşmalarının üst düzeylere ulaşmasına sebep olmuştur. Öte yandan tarımın ticarileşmesi ticaret merkezi olan şehirlerde nüfus artışını sağlamış, meskun bölgelerin kaynakları yeterli olmayınca da yeni toprak arayışlarına girişilmiştir. Böylelikle de sömürgecilik doğmuştur. Sömürgeleştirme, Avrupa ekonomisinin ve toplumlarının dönüşümüne azami derecede katkı sağlamış; göçler ve sömürgeler için yapılan askeri harcamalar da insanların yurt ve topluluklarına bağlılıklarını yıkarak onlara yeni görüşler ve fırsatlar gösterip, kapitalist sınıfların gelişmelerini teşvik etmiştir. Doğuya yönelik yeni ticaret yollarının ve yeni kıtaların keşfi de merkantilizmin, dolayısıyla da ticarî kapitalizmin tesisini kolaylaştırmıştır.
Ticaretin büyüyen hacmi, içeriğinde keskin bir değişimin tohumlarını da taşıyordu. Çünkü imal edilen ürünlerin arzı, artan talebe yetmiyordu ve daha seri imalata ihtiyaç vardı. Neticede çözüm yeni bir teknolojide, endüstri devriminde bulundu. Endüstri devriminin ilk dönemlerinde teknik, temelde ampirikti, insan gücünün yerini alacak şeylerin icadı için motiv, bilimsel araştırmalardan endüstriye doğru değil, endüstriden bilime doğru gelişiyordu. Bilahare durum değişmiş ve bilimden endüstriye yönelmiştir. Bu devrim insan gücünün makinelerle, imalat hanelerin de fabrikalarla yer değiştirmesi demektir. Endüstri devrimi; hem yatırım payı, hem iş verilen kesim, hem artan değerler, hem de gelir payı açısından kapitalizmin endüstriyel yönünün egemenliğine kısa sürede yol açmıştır. Öyle ki bu dönüşüm, toplumun yapısında ve kurumsal düzende temel değişmelere de yön verecektir. İmalatın eski biçimlerinin fabrika üretimine dönüşmesiyle nüfusta yeni bir dağınıklık oluşmuş; aşırı kalabalık, kirli ve gürültülü yeni şehirler sayıca daha da yoğunlaşmış ve böylelikle bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Sonuçta, “baca aristokrasisi” burjuva, statü ve güç için asiller sınıfına meydan okuyacaktır. Bunun neticesinde gerçekleşecek olan şeyse politik devrim, politik değişimdir.
Politik dönüşümü, yeni epistemolojiyi benimseyen liberal düşünürler sağlamıştır. Liberal öğreti, Hollanda ve İngiltere’nin ürünüydü ve ticaret ve endüstriye değer veriyor ve monarşi ve aristokrasiden ziyade, yükselen “baca aristokrasisi”nden, ‘Burjuva’dan yana çıkıyordu. Bireyi, temel insan haklarını, özel mülkiyeti, yürütme, yasama ve yargının ayrımını, sınırlı devleti, insanların “eşit tanınma”larını savunuyordu. Liberal düşüncelerin etki alanı oldukça geniş olmuş Montesquieu, Voltaire ve Rousseau gibi düşünürler vasıtasıyla da Fransa’ya yayılmıştır. Öyle ki bu düşünceler, politik ve ekonomik yönden farklılaşmış olan İngiltere’de yaygın bir düşüncenin sistematize edilmesinden başka bir şey değilken, Fransa’da devrimci bir çabanın ve hatta bizzat devrimin kaynağı olmuştur. Genel hatlarıyla belirtecek olursak, gelenekten kopuş ve moderniteye geçiş, cumhuriyetin 1789 Fransız Devrimi ile birlikte Fransa’da belirişiyle damgalanır. Buradaki radikal değişim, cumhuriyetin diğer yönetim biçimleri arasında sadece bir yönetim biçimi olmaktan çıkıp, devletin tek rasyonel biçimi haline gelmesidir. Artık iktidarın kaynağı Tanrı‘dan gelmiyor, halktan geliyordu. Meşruiyetini de ulus haline dönüşen halktan alıyordu. Bundan böyle politik teorilerin amacı da iktidarın “halkçı” biçimini akılla temellendirmek olacaktır. Kültürel değişim de epistemolojik, ekonomik ve politik değişimler sonucunda oluşan yeni hayat tarzını ifade eder. Modernite denilen şey de bu yeni pratiği, seküler ve rasyonel yaşama biçimini tanımlamaktadır.
İşte, Auguste Comte, epistemolojik ve legal pozitivizm düşüncelerini; yukarıda anlatılan yoğun değişimlerin akabinde, tüm bu alt-üst oluşları, pozitif-doğa bilimlerinin yöntemleriyle betimlemeye, açıklamaya ve belli bir düzen çerçevesine oturtarak kontrol altına almaya çalışmak üzere ileri sürmüştür. Comte, bu çabasına, bir arzuyu, bir teklifi ve bir meşruiyet arayışını belirtmek üzere sosyoloji, ‘toplum bilim’ adını vermiştir. Arzu şuydu: Toplumsal davranışın incelenmesi pozitif-doğa bilimlerinin incelemeleri kadar güçlü, mantıken sağlam ve pratik sonuçlar doğurucu hale pekala gelebilir. Teklif şuydu: Bunun mümkün olmayacağına dair hiçbir neden yoktur. Tam aksine toplumsal davranış evrendeki diğer faaliyetlerin sadece değişik bir biçimidir ve aynı epistemolojik hakikatlere tabidir. Meşruiyet arayışı ise pozitif bilimin, dünyanın şifa bulmak için meylettiği yeni ölçü haline gelmiş olduğu gerçeğini yansıtıyordu. Pozitif bilim, artık her türlü betimleme ve açıklamanın meşruiyet kaynağı olarak hem teolojinin hem de metafiziğin yerine geçmiştir. En azından Comte öyle görüyordu.
Auguste Comte, belli bir süre sekreterliğini yapmış olduğu, bir anlamda entelektüel selefi Saint Simon’dan şunlarıöğrenmişti: Avrupa toplumlarında yaşanan radikal değişimler, insanların inançlarını yıkarak, manevi bir çöküntüye neden olmuşlardır. Manevi temel çökünce toplumlar darmadağın olmuş bütün vehimler, bütün kaprisler boğaz boğaza gelmiştir. Avrupalılar Rönesans‘tan beri bu çelişkinin kurbanı olduklarından bocalamaktadırlar. Fransız Devrimi bu yüzden ölü doğmuştur. Filozofun görevi şimdiye kadar yapılmamış olanı başarmaktır. O da toplumu pozitif-doğa bilimleri örneğine göre inceleyecek olan sosyal fizyolojiyi kurmaktır. Sosyal fizyoloji toplumun hem maddi hem de manevi yönünü yeniden dizayn edecek ve yeniden organize edilmesini sağlayacaktır. Pozitif-doğa bilimlerinin metodu doğanın sırlarınıçözüp, doğaya egemen olmayı nasıl sağlıyorsa sosyal fizyolojinin pozitif metodu da toplumda aynı fonksiyonu yerine getirecektir.
Auguste Comte da Saint Simon gibi düşünüyordu. Ona göre de çağdaş toplum bunalım içerisindeydi ve bu kritik durumdan çıkış yolu, entelektüel kargaşayıönleyerek pozitif bir siyasetin kuruluşunu sağlayacak yeni bilimi, sosyolojiyi yapılandırmaktan geçmektedir. Devrimden sonraki çağın ahlaki krizi, yalnızca ampirik toplumsal çalışmalardan türetilmiş olan pozitif bilimin uygulanmasıyla ve ona dayanan sanayi örgütlenmesiyle çözülebilirdi. Genel anlamda tanımlanacak olursa pozitif, yeni bilim sosyoloji, toplumu oluşturan kurumsal yapı veya örgütlenmelerin birbirleriyle ilişkileri bakımından aralarındaki simetrinin, devamlılığının ya da değişkenliğinin bir bütün halinde açıklanması için yürütülen doğa bilimsel, sistematik bir çabadır. Tabiatıyla böyle bir çabanın yöntemi de doğa bilimlerinde olduğu gibi pozitif yöntemdir. Bu bakış açısı, toplumu birbirlerinden bağımsız otonomileri olmayan kurumsal yapı veya örgütlenmelerin sistematik bir bütünüşeklinde gören düşüncenin ifadesi olup, toplum kavramını muayyen ilişkiler sistemine atıfta bulunarak formülize etmektedir. Şüphesiz bu formülizasyon modern toplumsal yapıyla ilişkilidir. Bu tür kavramsallaştırmalar sadece kendi iç bütünlüğü olan sistemleri dikkate aldıklarından, toplumlar böyle değerlendirildiklerinde “ulus-devlet” denilen siyasal toplumların karşılığı olmaktadırlar. Birbirlerinden bağımsız otonomileri olmayan kurumlar da: 1- Rasyonalizasyon ve sekülarizasyon sürecinin getirmiş olduğu, verimliliği esas alan kâr amaçlı ekonomi. 2- Eşitlik temelinde tanınmayı ifade edecek örgütlenme, pozitif politika. 3- Ekonomiye kalifiye elemanlar ve devlete itaati “vazife” bilen yurttaşlar yetiştirecek resmi, kitlesel ve ulusal eğitim. 4- toplumsal bütünlüğü sağlayacak reforme edilmiş din ya da profan kült. 5- Mikro toplum – çekirdek aile. Modern toplumun bu kurumlarının belli ölçülerde birbirleriyle ilintili oldukları doğru ise de aralarındaki bağlantının mekanizmi ifade ediyormuş gibi kabul edilerek bütün toplumsal yapılara aynı içerikle teşmil edilmesi bilimselliğin ötesinde felsefî bir tercihtir. Bu spekülasyonun altında yatan asıl düşünce, modern doğa bilimlerinin mekanik yasalarının topluma teşmil edilmeye çalışılması ve evrensel “ilerlemeci tarih” anlayışının sonucu olarak modern olmayan toplumların endüstrileşme sürecine girmeleri durumunda kendi toplumsal yapılarını modern toplumsal yapı modeline göre dizayn etmeleri gerektiğini bilimsellik adı altında onlara kabul ettirmektir. Burada gözden uzak tutulan nokta, modern dünyayı oluşturan asıl dönüştürücü unsurun endüstriyalizm değil rasyonalizm, sekülarizm ve kapitalizm unsurlarının olduğudur. Bahsi geçen bu unsurların endüstrileşmeden çok önce ortaya çıktıkları bir vakıadır. Yani, endüstriyalizm bir sebep değil, aksine bir sonuçtur.
Auguste Comte’un sosyolojinin odak noktasına oturttuğu temel kavram, toplumdaki yerleşik davranış formları (kurumlar) arasında görülen sistematik, karşılıklı ilişkileri ifade eden toplumsal yapı kavramıdır. Toplumsal yapı, değiştirilebilir olarak kabul edilen unsurların, sistemli bir tertibini ifade eder. Toplumsal yapının unsurları değişebilir ise de kendisi (yapı) rölatif de olsa sabit kalır. Yapı, bir sistem mahiyetinde olduğundan, unsurlarından herhangi birisindeki değişiklik diğer unsurlara da yansır, ancak yapı, kendi değişim ve dönüşümünün yasaları vasıtasıyla kendi kendine hem korunur hem de zenginleşir. Toplumsal yapıya yönelik değişim ve dönüşümün yasaları, sistemin dışında sonuçlar vermediği gibi, değişim içi yapı, sistemin dışından ögeler de kullanmaz. Bu noktadan bakıldığında, toplumsal yapının üçözelliği vardır: Bunlar da bütünlük, değişim ve dönüşüm ve kendi kendini ayarlamadır. Kısacası yapı, kendi kendini düzenleyen değişim ve dönüşümlerin bütünü olarak kabul edilmelidir. Pozitivist sosyolojinin toplumsal yapı kavramını odak noktasına oturtmasının sebebi, temel teorik problemlerinden biri olan toplumsal devamlılığın açıklanmasıyla ilintilidir. Esasen, pozitivist sosyoloji açısından toplumsal hayat şeklindeki devamlılık, yapısal devamlılığı ifade eder. Comte’un devrim karşıtlığının nedeni de budur.
Auguste Comte’a göre, bir sistem sadece kendisine benzeyen, ancak büyüklük açısından değişebilen birimlerden oluşur. Dolayısıyla, nasıl ki geometrik bir alan çizgilere ya da bir çizgi noktalara indirgenemezse bir toplum da parçalanıp, bireylere indirgenemez. Toplumsal unsurlar ortak bir ilişkiler ağı içerisindedir ve bir arada incelememizi gerektiren bir bütünü oluştururlar. Toplumsal yapı, esas itibariyle statik ve dinamik olmak üzere iki unsura ayrılır. Toplumsal felsefe görüşlerinin başarısızlığının sebebi, statik yasalarıyla dinamik yasalarını bir sistem çerçevesine oturtamamış olmalarıdır. Toplumsal kargaşaların nedeni de bu iki unsurun birbirinin karşıtı gibi düşünülmesidir. Sosyolojinin (pozitivizmin) asıl vazifesi, statikle dinamik arasında bir karşıtlığın olmadığını, statikle dinamiğin toplumu farklı bir biçimde görmek olduğunu bilimsel olarak ispatlamaktır. Sosyal statik, insanların toplum içerisindeki ilişki biçimlerini, yapıyı, toplumsal düzeni (order); sosyal dinamik ise ilişki biçimlerinin, kurumların değişimini, ilerlemeyi (progres) açıklar. Sosyal statik, kavramsal anlamda hareket olgusunu askıya alıp düzenin niteliğini açıklamaya çalışmaktan ibaretken, sosyal dinamik, mobiliteyi yani hareketliliği ve değişimi açıklamaktan ibarettir. Şüphesiz toplumun olağan durumu, dinamik durumdur. Yani, toplum her zaman hareket halindedir, ancak bu hareketlilik yapısal olarak gerçekleşir. Kısacası sosyal statik için amaç; işbölümü (ekonomi), siyaset, eğitim din ve aile gibi toplumsal yapı açısından fonksiyonel olan kurumlar arasındaki bağın netleştirilmesi iken; sosyal dinamik için amaç, bu bağın değişiminin netleştirilmesidir. Dolayısıyla statik nosyonu eşzamanlılığı dinamik nosyonu ise artzamanlılığı ifade eder.
İnsanlığın teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere hem düşünsel, hem de ilerleyen üç tarihsel aşamadan geçtiğini iddia eden Comte, toplumsal yapının, düşünsel aşamalara bağlı olarak, her aşamada yeniden şekillendiğini belirtir. Bunun anlamı, toplumsal kurum ve ilişkilerin teolojik aşamada dinsel bir forma, metafizik aşamada felsefi bir forma ve pozitif aşamada ise pozitif-bilimsel bir forma büründüğüdür. Tabiatıyla Comte için toplumsal yapının en ideal formunu, bilimsel düşünceye dayalı olarak örgütlenen modern Batı toplum yapısı temsil etmektedir. Comte‘un ifadeleriyle, bilimsel bilgi insanlığın en ileri bilgi seviyesini nasıl temsil ediyorsa modern toplumsal yapı da diğer yapılara göre aynı ileri aşamayı temsil etmektedir. Şüphesiz, Comte’un bu yaklaşımı, değerlerden bağımsız bilimsel bir bilginin anlatımı değil, felsefî ve ideolojik bir tercihin ifadesidir.
Toplumsal yapı kavramının, pozitivist sosyolojinin yönetici ideası olmasının ve özel önem taşımasının pek çok nedeni vardır:
1. Toplumsal yapı kavramı, düzen sosyolojisi ve ilerleme sosyolojisi şeklindeki ayırımlardan veya onların sentezlerinden kurtulma ihtiyacını giderir.
2. Toplumsal yapı kavramı sosyal statik ve sosyal dinamik şeklindeki bölünmeleri (aynı zamanda alt yapı ve üst yapışeklindeki bölünmeleri) ortadan kaldırdığından değer yargılarından bağımsız, hareket halindeki toplumun yansısı olarak görünür.
3. Toplumsal yapı kavramı, kültüralist akımların, toplumları kendi kendilerine bütünler olarak ele alan yaklaşımlarını reddettiğinden, onun metodolojik bütünlüğü sağladığı ileri sürülür.
4. Toplumsal yapı kavramı, toplumsal bütünün, fiilen ve mantıken mümkün olan hiyerarşilerden önce geldiğinin gösterilmesini sağlar.
5. Toplumsal yapı kavramı, toplum tipolojilerinin kurulmasını mümkün kılar.
Toplumsal yapı kavramının pozitivist sosyolojinin yönetici ideası olması, esasen onun ideolojik yönünün de belirgin bir göstergesidir. Şöyle ki, toplumun, herhangi bir andaki durumunun tarihe hiçbir gönderme yapılmaksızın, farklıöğeleri arasındaki ilişkiyle açıklanabileceğini ileri sürmek, yani senkronik (eş-zamansal) olanı, diyakronik (art-zamansal) olandan üstün tutmak hem bir tarih karşıtlığının, hem de bir ideolojik vaziyet alışın ifadesidir. Tarih karşıtlığının şuurlu bir tercih olduğunda kuşku yoktur. Çünkü, modern toplumsal yapının idealize edilmesi, bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Pozitivist sosyologlar tarafından yapılan sosyolojik açıklamaların, salt yapısal determinizm açısından gündeme getirilerek, bireylerin şuurlu ve iradî davranışlarını göz ardı etmesi, aynı zamanda anti-hümanist bir tavır alıştır. Toplumsal yapıyı nihai olarak mantıkî-matematikî sistemlerinkine benzer, zaman dışı temeller üzerine oturtma umutları ise epistemolojik açıdan akılcı materyalizmi temel alan bir yaklaşım sergilediklerini göstermektedir. Aslında toplumsal yapı kavramının bir ideal tip olarak belirlenmesi, toplumların, değer yargılarından asla bağımsız olmayan o ideal tipe göre sınıflandırılmalarını kolaylaştırmakta, bu sınıflandırmaların hemen hepsi de evrimci bir şemaya dayandırılmakta ve evrim sürecinin tepe noktasına da “modern Batı toplumsal tipi” oturtulmaktadır. Comte’un üç aşamalı tiplemesi bunun en tipik örneğidir. Dolayısıyla, sosyal yapı kavramının her türlü sosyolojik analiz formunda göz ardı edilemez temel bir öğe olması, pozitivist sosyologların topluma yönelik yaklaşımlarının ne yönde olduğunun bir işaretidir. Elbette ki bu durum, pozitivizmin, modern toplumsal yapıya yönelik, lehte ideolojik bilgi ürettiği şeklinde değerlendirilmesine de yol açacaktır.
Toplumsal hayatın varlığını, entelektüel birliğe bağlayan Comte’cu pozitivizm, toplumsal değişmenin temel dinamiğinin de entelektüel değişim olduğunu ileri sürer. Bu bakış açısıyla değişim, aynı zamanda bir gelişme, bir ilerlemedir. Yukarda da bahsedildiği üzere ilerleme süreci, insan düşüncesinin determine bir biçimde bir birini takip eden üç aşamasına; teolojik ya da dinsel, metafizik ya da felsefî, pozitif ya da bilimsel aşamalara karşılıktır. Comte’a göre, teolojik dönemde her türlü fenomen, tabiat üstü (tanrısal) güçlerle açıklanır. Fantezi bilgi rasyonel bilgiye tercih edilir. Fetihler ve savaşlar teşvik edildiğinden, sosyal organizasyonun muayyen bir formu olarak militaristik bir form hakim durumdadır. Metafizik dönemde, bütün fenomenler, soyut düşüncelerle açıklanır. Teolojik devreye nispetle ileri bir dönemdir. Bu devre rasyonalizasyon sürecini ifade etmekte ise de bütün fenomenleri paralel konseptlerle açıklaması ve ampirik temelli olmaması onun zaafını teşkil etmektedir. Bu devrede fetihler ve savaşlar, savunma ve güçlenme lehine abandone olmuştur. Pozitif dönemde ise fenomenler doğa-bilimsel disiplinlerin terimleri ile açıklanırlar. Pozitif devre, tarihsel olarak modern çağa karşılıktır. Bu devrenin en önemli tarafı, insanın doğayı kontrolüne almasına imkan tanımasıdır. Pozitif devre, sadece bilimsel düşüncenin hakim olduğu çağ değil, aynı zamanda endüstri toplumunu oluşturan teknolojinin temellerinin de atıldığıçağdır. Barışa dayalı sosyal organizasyon, sadece bu devrede mümkündür. Toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği hususuna gelince; Comte, değişimin insanın ya da toplumun doğasına bağlı olarak dinamik, spontane bir biçimde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu da insanlığın tarihsel birliği anlamına gelmektedir. Tarihsel birliğin zirve noktasını teşkil eden modern endüstriyel Batı toplumu, değişimin yönünü de göstermektedir. Bu anlayış itibarıyla Batı toplumu, örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. Batı toplumunun her alandaki bilimsel örgütlenmesi refah ve gücün teminini sağladığından, insanlığın bütünü için ulaşılması gereken nihai modeldir.
Toplumsal değişmeye ilişkin sosyolojik çözümlemelerde Comte, anlaşılacağıüzere, temel kavram olarak ilerleme (progres) kavramını kullanmaktadır. Ancak, teorik düzlemdeki ilerleme, gelişme, evrim ve değişme kavramlarını birbirinden ayırt etme yolundaki gayretler, yanılgıdan başka bir şey değildir. İlerlemenin yönünün hangi açıdan bakılırsa bakılsın, modern toplumsal yapıya çıkması da pozitivist toplumsal değişme teorisinin esasen modernleşme teorisi olduğu gerçeğini ifade eder. Zaten Comte’cu pozitivizm için tek bir değişim söz konusudur, o da modernleşmeye doğru değişimdir. Tamamıyla pozitivist bir fenomen olan ilerleme düşüncesi, toplumsal değişmenin yönünü elbette ki tayin etmektedir. Bu yön de şüphesiz, geleneksellikten modernliğe doğrudur. Dolayısıyla pozitivist sosyoloji için modern toplumsal yapı, geleneksel yapıların dönüşmek zorunda oldukları ideal formdur. Böyle bir görüşün, kendi üstünlüğünü kabul ettirmek ve dünyanın diğer toplumlarını kendi çıkarları yönünde sömürmek peşinde olan modern toplumlara ne derece hizmet edeceği de yeterince açıktır. İlerleme düşüncesine, toplumsal mukayeseyi sağlayan analitik bir yöntem anlamı yükleyenler, şüphesiz bunun dünyayı homojenleştirmek için başvurulan bir araç olduğunun farkındadırlar. Bu bakış açısıyla toplumsal farklılıklar tesadüfi olayların sapkın ürünleri olarak ele alınmakta ve kültürel farklılıklar da farklı tarihsel deneyimlerin oluşturduğu alternatif yaşam biçimleri olmaktan elbette çıkmaktadır. Olması gerekene yönelik böylesi düşüncelerin objektif-nesnel bir yargıyı değil, ideolojik değer yargılarını içerdiğinden şüphe etmekse mümkün gözükmemektedir. Söz konusu yaklaşım tarzıyla pozitivist sosyolojinin ideolojik değer yargılarına ulaştığı tespiti inkar edilemez. Özetlemek gerekirse, pozitivist sosyoloji, üç varsayım üzerine kuruludur. Birincisi, pozitif bilgi temelli Batı Avrupa sanayi toplumu örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. İkincisi, doğa alanında pozitif düşünüldüğüne göre toplum alanında da başka türlü düşünülemez. Doğa bilimlerinde başarılı olan pozitif yöntem, sosyal bilimlerin de yöntemidir. Pozitif yöntem gözlem ve karşılaştırmadan ibaret olduğuna göre toplum da gözleme ve karşılaştırmaya tabi tutulabilecek bir olgudur. Üçüncüsü, insanlık tarihi, pozitif düşüncenin ilerlemesi olarak düşüncenin de tarihidir. Tarihsel bütünün bilimi olan sosyoloji, sadece geçmiş ve şimdiyi değil, determinizmin hem doğa alanında hem de sosyal alanda geçerli, evrensel prensip olmasından ötürü geleceği de tespit eder. Buradan çıkarılabilecek olan sonuç, A. Comte’ un tarihi teolojik, metafizik ve bilimsel diye üç çağa bölerken, yaptığışey felsefeyi geçmişte kalan bir aşama şeklinde nitelendirip yeni bir yöntem önermek gibi gözükse de esas itibarıyla önerilen şeyin bir tarih felsefesi olduğudur. Tarih felsefesinin bilim kisvesi altında takdimini kolaylaştıran unsur da 19. Yüzyılda ortaya atılan ve kaynağı da bilimsellikten öte felsefî olan, biyolojik evrim teorisidir. Teorinin ileri sürdüğüşey de şuydu: Yüksek yaşam formlarıçok uzun zaman dilimleri süresince tedricen aşağı yaşam formlarından evrilmişlerdir. Bu evrim süreci, zaman ve mekan içerisindeki maddi vasattan aşkın olan herhangi bir müdahalenin sonucu değildir. Evrimin bir gayesi de bulunmamaktadır. Aksine evrim, çeşitli türler arasında meydana gelen mücadele ve en güçlünün hayatta kalması ile yürür. Bu düşünceler biyoloji alanından toplumsal alana öyle bir hızla yayılmıştır ki teori, pozitivist sosyoloji çerçevesinde sadece bir teori olarak değil, adeta nesnel bir bilim olarak ileri sürülmüştür.
Toplumun, doğa bilimleri örneğinde olduğu gibi, pozitif yöntemlerle tespit edilecek mekanik yasalar çerçevesinde açıklanıp, açıklanamayacağı hususuna gelince: Bu tür bir yaklaşım pozitivist sosyolojide temel ise de bir takım problemleri içerdiği de açıktır. Şöyle ki bilim, özel bir inceleme konusu hakkında bir takım bilgiler elde edebilmek için pozitif metotların kullanılıp teorik düşünce ve mantıksal çıkarımı esas alan argümanlar ileri sürerek gerçekleştirilen, sistematik bir araştırmadır. Bilimsel çalışma, ileri sürülen teorileri ve hipotezleri desteklemek veya çürütmek için dikkatli ve derin bir dizi araştırma üzerine dayandırılır. Sonuçta elde edilen birikimli bilgiler yeni delil ve argümanlar ışığı altında daima bir dereceye kadar gözden geçirilmeye hatta tamamen reddedilmeye açıktır. Pozitivist sosyoloji sistematik araştırma metotlarını, veri analizlerini, mantıksal argümanları ve deliller ışığı altında teorileri değerlendirmeyi içermesi anlamında bilimsel bir disiplindir. Ancak insanı, yani toplumu inceleme konusu yapmak, fiziki dünyadaki olayları konu yapmaktan şüphe yok ki farklıdır. Sosyal hayatın incelenmesinde, insanlar için anlamlı ve amaçlı olan aktivitelerle, eylemlerle uğraşılır ki bunlar fiziki nesnelerle bir tutulamazlar. Diğer taraftan doğadaki nesnelerin aksine insanlar varlıklarının bilincindedirler ve amaçlı olarak yaptıklarışeyler üzerine çıkarsamalarda bulunurlar. Bu nedenle sosyal hayat yeterince tasvir edilemez. Ancak, eğer insanların davranışlarında başvurdukları anlam ve amaçlar bütünüyle kavranırsa bu tasvir mümkün olabilir. Örneğin bir ölüm olayını intihar olarak tasvir edebilmek için kişinin ölümünden önceki niyetini sorgulayacak bir takım bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü, intihar sadece kişinin aktif bir şekilde kendi kendini yok etmeye niyetlenmesi sonucu görülür. Sosyolojik araştırmada doğru tasvirler yapabilmek için insan eylemlerinin sonuçlarının amaçlı ya da amaçsız olup olmadığına bakmak zorunludur. Sosyologlar, toplumsal hayatı incelemeye yönelirken olaylara objektif olarak bakmaya çalışabilirler. İyi bir sosyolog, kendi önyargılarını bir tarafa bırakıp, tarafsız olarak değerlendirme yapabilen kişidir. Ne var ki her şeyin sekülerize edildiği bir ortamda hiç kimse tamamıyla her konuda tarafsız olamaz. Bu yolda gayret sarf edilse de belli bir sınıra kadardır. Objektif olup olmama meselesi sadece incelemeyi yapan sosyologlarla alakalı da değildir. Bizzat disiplinin kendisinden, yani pozitivist-sosyolojiden de kaynaklanan bir problemdir. Çünkü, pozitivist sosyoloji modern yapılara özel vurgu yaparak toplumları sistematik incelemeye tabi tutar. Dolayısıyla, mantıksal argümanlar ve deliller ışığında teorileri değerlendiren sistematik araştırma anlamında bilimdir, ancak mekanik doğa bilimleri anlamında bilim değildir. Pozitivist sosyolojinin doğa bilimleri örneğinde bir bilim olmayışının en önemli delili, toplumu açıklamaya yönelik pozitivist görüşlerin birbirinden çok farklı olmasıdır. Böyle olması kaçınılmazdır, zira üzerinde uğraşılan alan doğal bir alan, mekanik bir alan değildir. Pozitivist sosyolojinin, ampirik bir problemin çözümünün taklidi vasıtasıyla basit bir kalıpta temellendirilemeyişinin nedeni, bütün sosyal bilimlerde olduğu gibi onun nesnesinin de hayat olması ve hayatın da mekanik yöntemlerle açıklanamayışıdır. Olsa olsa hayat, bilim adamının yeteneğine bağlı olarak anlaşılabilir ve de rölatif ölçülerde yorumlanabilir.
Auguste Comte’un, pozitif bilim çerçevesinde örgütlenen toplumun düzen (order) içerisinde ilerlemesini (progres) sağlamaya yönelik önerdiği, doğal hukuk karşıtı“pozitif hukuk” (legal positivism) düşüncesine gelince: Ona göre, pozitif felsefe dilinde, nihai nedenler (ultimate causes) ifadesine yer olmadığı gibi, “pozitif hukuk” dilinde de “hak”(rights of man -droit-) kavramına yer yoktur. Bu kavramlar aşılması icap eden düşünsel evrelerden teoloji ve metafizikle ilgilidir. Pozitif politik sistemde yurttaşların yalnızca “vazife”leri vardır. Bir başka ifadeyle, hiç kimsenin vazifesini yapmaktan başka hakkı yoktur. Teoloji ve metafiziğe ait “hak” kavramı, bireyciliği gerektirdiğinden, bireyi toplumun karşısına çıkarır. Bu durum da toplumun aleyhine egoizme yol açar. Egoist bireyler “hak” peşinde koşarlarsa toplumsal düzen bozulur. Toplumsal düzenin bozulması ise toplumun yok olmasına neden olacağından, “pozitif hukuk”ta bu nevi kavramlara yer verilemez. Haddizatında toplumun varlığını sürdürebilmesi için duygu ve düşünce birliğine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla, bireyler açısından temel hukukî ilke “başkaları için yaşamak” ilkesi olmalıdır. Zira toplum, varlığını bireye değil, birey varlığını topluma borçludur.
Şüphesiz Comte açısından, başkaları için yaşamaktan kasıt, son tahlilde egemen güç olan devlet için yaşamaktır. Bu çerçevede oluşturulacak olan siyasal formasyonun demokratik bir “hukuk devleti”, hukukun üstün olduğu devlet olmayacağı da açıktır. Olsa olsa sosyalizm ve faşizm karışımı, otoriter ve totaliter bir sözde elitler oligarşisi, “oligarşik cumhuriyet”tir. Zaten Comte da toplumu “bilim adamları yönetmelidir” derken, böyle bir formasyona işaret etmektedir.