İngilizce açısından etimolojik manada özgürlük (liberte) ve liberalizm sözcüklerinin kökeni aynı. Liberalizm belirli bir özgürlük anlayışının teori ve pratiğini karakterize etmek için; liberaller de özgürlük miktarını azami hale getirmeye çalışanları ve özgürlüğü her şeyin üstünde tutanları belirtmek için, kullanılan ifadelerdir. Liberalizm açısından bireyin özgür olması demek, diğer insanlar tarafından yapılabilecek keyfi müdahalelere maruz kalmamak, onlardan kaynaklanabilecek keyfi baskılardan uzak olmak demektir. Baskı uygulama, başka türlü eylemde bulunulabilecek alan içerisinde diğer insanların önceden düşünülmüş müdahalesine işaret eder. Birey için müdahalenin olmadığı alan ne kadar genişse özgürlük alanı da o kadar geniştir. İnsanın doğasıyla ilgili iyimser görüşleri paylaşan liberal düşünürler, sosyal uyum ve gelişmenin, ne devletin ne de herhangi bir diğer otoritenin ihlal etmesine izin verilen özel yaşam için büyükçe bir alanın korunması ile uyumlu olduğuna inanmışlardır. Müdahale edilmeyen alanla ilgili olarak tasvir edilen ilke ne olursa olsun; ister doğal hukuk, ister yarar ilkesi, ister sosyal bir sözleşmenin yaptırımı veya insanların kendi inançlarını açıklama ve doğru çıkarma yönünde aradıkları başka herhangi bir prensip; özgürlük, daima “bir şeyden (devletten) özgürlük”tür, yani, başkalarının (toplumun ya da devletin) keyfi müdahalelerinden ve baskılarından özgürlük.
Liberal geleneğe göre, her halükarda birbiriyle ilişkili iki ilke tarafından yönetilmedikçe hiçbir toplum özgür değildir: Birincisi; haklar (özgürlükler) dışında hiçbir güç mutlak olarak görülemez. Onları hangi güç yönetirse yönetsin, tüm insanların, insanlık dışı bir şekilde davranmayı reddetme konusunda mutlak bir hakkı vardır. İkincisi; özgürlüklerin sınırları vardır ama bu sınırlar yapay olarak çizilmemiştir. Bu sınırlar spontane kurallar bağlamında o kadar çok uzun bir biçimde tanımlanmış ve yaygın olarak kabul edilmişlerdir ki bunların görenekleri normal insan olma kavramının içeriğine girmiştir. Bu kuralların resmi bir prosedür yoluyla iptal edileceğini söylemek çok saçma olacaktır. Despotizmin başarısı, spontane olmayan kurallarla köleleştirdiği insanları kendilerini özgür hissetmeye inandırmasında saklıdır.
Politik bir ideolojiyi karşılamak üzere kullanılan liberalizm ise evrensel insan hakları temeline dayanan, siyasal erkin anayasayla sınırlandırıldığı, çoğunluk ilkesi çerçevesinde halk egemenliğini içeren hukuk devleti modelini ifade eder. On yedinci yüzyılla birlikte siyasi tarih sahnesine çıkan bu yeni demokratik modelin şansızlığı, adının nerdeyse doğumundan iki yüz yıl sonra konulabilmiş olmasıdır. Belki de en önemli şanssızlık, modelin adının endüstrileşmenin gerçekleştiği sömürü döneminde, laissez faire denilen ekonomik liberalizmin, siyasî liberalizmi gölgede bıraktığı bir dönemde tespit edilmesidir. Konulan adın kabulü ve sistemin yerleşmesi ise hayli zaman almıştır. Öyle ki mesela anayasal çerçevede kurulan Amerika Birleşik Devletleri, klasik ve sözcüğün tam anlamıyla liberal demokrasinin ilk temel örneği olmasına rağmen, Amerikalılar hiçbir zaman ürettikleri politikaya liberalizm adını vermemişlerdir. Tüm bu şanssızlıklar bir kenara, bugünkü Batılı demokrasilerin hemen hemen hepsi, adına sosyal devlet, refah devleti ve saire de dense şüphesiz liberalizmden kaynaklanırlar. Liberalizm, dünyanın rasyonel bir yapısı olduğunu ve bunun bireyler tarafından eleştirel akılla keşfedilebileceğini ileri sürer. Buna göre bireyler, kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar verebilecek niteliğe sahiptirler ve bunu kendi akıllarıyla pekâlâ yapabilirler. Bu konuda devletin rehberliğine de ihtiyaç yoktur. Bireylerin özgürlüğü, zaten onların rasyonel bir varlık olmalarıyla doğrudan alâkalıdır. Söz konusu rasyonellik bazen kurucu-kurgulayıcı akıl, bazen de keşfedici akıl şeklinde değerlendirilse de liberalizm için toplumsal ve siyasal hayatın kriteri akıldan başka bir şey değildir. Bunun anlamıçoğulcu ve çok kültürlü bir toplumsal yapıda siyasal sistemin laiklik ekseninde inşa edileceğidir. Haddizatında çoğulcu ve çok kültürlü bir toplumsal yapıda başka bir alternatif mümkün de görünmemektedir.
Liberal çerçevedeki özgürlüğün gerçekleşmesi, elbette ki liberal demokrasinin kurumsallaşmasına bağlıdır. Şüphesiz bunu sağlayacak olan şey de sistemin temel unsurlarının belirlenmesidir. Söz konusu unsurları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1- Evrensel İnsan Hakları ve Bireycilik: “İnsan Hakları” (Human Rights) ifadesi, esas itibarıyla bireyin sadece ve sadece insan olduğu için sahip bulunduğu hakları tanımlamak üzere kullanılır. Tanımdan da anlaşılacağı gibi burada sözü edilen insan; varlığı Tanrı’dan, toplumdan ya da devletten bağımsız bir biçimde tasarlanan insandır. Şüphesiz, bu çerçevedeki insan hakları anlayışı da bu anlayışın profilini çizdiği Tanrı’dan, toplumdan ya da devletten bağımsız insan modeli de liberalizme ait fenomenlerdir. Rönesans’la birlikte; geleneksel “aristokrasi”ye karşı varoluş mücadelesi yürüten “burjuvazi”özgürlük, eşitlik ve evrensellik iddiasındaki yeni siyasal rejim “liberal-demokratik” sistemin inşasını gerçekleştirebilmek maksadıyla doğru ya da yanlış, “evrensel insan hakları”öğretisini kurgulamak zorunda kalmıştır. Nasıl ki “din” (Hıristiyanlık) geleneksel aristokratik sistemin meşruiyet zeminini oluşturuyordu; “evrensel insan hakları”öğretisi de yeni siyasal rejim “liberal-demokratik” sistemin meşruiyet zeminini oluşturacaktır. Böyle bir zeminde bireycilik; devlet veya herhangi bir toplumsal grup ya da kolektif bir organ karşısında ne olmak istediğine ve ne yapmak istediğine kendi karar veren insanın önceliğine ve üstünlüğüne duyulan inançtır. Dolayısıyla birey, bütün siyasî teorilerin ve toplumsal açıklamaların merkezinde yer alır. Bir siyasî teori ileri sürülecekse ya da toplumsal bir açıklama yapılacaksa bu bireye yönelik olmalıdır. Bireyler eşit ahlakî değerde, ayrı ve biricik şahsiyetlerdir. Liberalizmin hedefi, her bireyin kendi yetenekleri ölçüsünde yapabileceğinin en iyisini yaparak, kendi tanımladığı“iyi” yönünde yaşayabileceği bir toplum inşa etmektir. Bunun anlamı, liberal demokrasinin, bireylerin kendilerini ilgilendiren ahlakî kararlarını yine kendilerinin almasını mümkün kılan bir kurallar bütünü oluşturma noktasında, nötr pozisyonda bulunduğudur. Liberalizm açısından bireyciliğin doğal uzantısı, bireylerin ahlakî değer anlamında hukukî ve siyasî eşitliğidir. Ancak bireyler; aynı seviyedeki ailelere, aynı yeteneklere, aynışansa ve aynı derecede çalışma isteğine sahip olmadıklarından sosyal statü ve ekonomik açıdan eşit olmayabilirler. Liberal demokraside fırsat eşitliği ve liyakat önemsenmekle birlikte, spontane bir biçimde gelişen sosyal statü ve ekonomik eşitsizlik doğal karşılanmaktadır. Liberalizm, mutabık olunmayan konularda muhalife tahammül anlamında hoşgörünün, hem bireysel özgürlüğün hem de toplumsal refahın garantisi olduğunu ileri sürer. Ahlakî ve kültürel çeşitliliğin fiilen var olduğu bir toplumda, barış içerisinde yaşamanın ön şartı elbette hoşgörülü olmaktır. Şüphesiz, ahlakî ve kültürel tek-biçimlilik dayatmaları, özgürlükle de eşitlikle de bağdaştırılamaz. Bireysel özgürlük ve eşitlik, elbette farklılıkların kabulüyle mümkündür.
2- Sınırlı Devlet: Liberalizm açısından bireyin haklarına yönelik ihlaller sadece diğer bireylerden kaynaklanmaz, bizzat devletten de kaynaklanabilir. Şayet ihlaller yalnızca bireylerden kaynaklanacak olursa bunu önlemek devlet için kolaydır. Ancak, devletten kaynaklanabilecek herhangi bir ihlali engellemek o kadar kolay değildir. Sınırlandırılmamış, kurallarla kayıt altına alınmamış bir devlet, bireyin haklarına yönelik en büyük tehdittir. Bu tehdidi engellemenin yegâne yolu devleti sınırlandırmaktır. Liberalizmin devleti sosyal sözleşme ile inşa edilen bir mekanizma olarak değerlendirmesinin altında yatan temel gerekçe budur. Buna göre; devletin vazifesi, belirli bir ahlak anlayışını insanlara zorla dayatmak, belirli bir mutluluk anlayışını desteklemek değildir. Siyasetin ilkesi; bireylerin özgürlüklerinin birbirleriyle bağdaşabilmelerini sağlamak üzere devleti sınırlandırmaktır. Devlet; toplumun her bir üyesinin bir birey olarak özgürlüğü ve yurttaş olarak eşitliği a priori ilkesine dayanmalıdır. Anayasa, devleti sınırlandıracak olan sosyal sözleşmedir. Liberalizm, devleti bir toplumda düzeni ve istikrarı sağlamanın teminatı olarak görmekteyse de iktidarın hükümet edenleri yozlaştıracağı gerçeğinden hareketle, onun bireylere karşı bir diktatörlüğe dönüşebilme riski taşıdığını da kabul eder. Bu nedenle de sınırlı yönetimden yanadır. Bu hedefe ise yönetim gücünün bölünmesi, yani kuvvetlerin ayrılması ve aralarında bir dengenin kurulması ve devletle birey arasındaki ilişkileri tanımlayan bir haklar beyannamesi içeren kodifiye edilmiş ya da “yazılı” bir anayasanın oluşturulmasıyla ulaşılacağına vurgu yapar.
3- Hukuk Devleti: Hukukun gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet, hukuk devletidir. Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği. Üçüncüsü de anayasa hukukunun bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olması. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olmasıdır. Muhteva bakımından ölçütüyse; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devletinde hukuk, siyasî ve idarî mekanizmaların hepsinin üstündedir. Hukukun üstünlüğü ilkesinin yürürlükte olup olmadığının göstergesi, yasama organının bir kamu iradesi olarak belirlediği kanunların, başta yürütme ve yargı olmak üzere, diğer bütün idarî ve icraî organları bağlamasıdır. Bir ülkede yasamanın üstünde olduğunu iddia eden daha doğrusu yasamaya rağmen istediğini yapan idarî ve icraî kurumlar varsa mesela, anayasa mahkemesi kendini yasama organının yerine koyup, kanun ihdas ediyorsa veya o ülkede “isterseniz yasama organının tüm üyelerini teşkil edin şunlarışunları değiştiremezsiniz” diyebilenler çıkıyorsa ve bu gibi durumlara da engel olunamıyorsa orada hukuk devletinin varlığından söz edilemez. Yasama organını bağlayan faktör yalnızca ve yalnızca evrensel insan haklarıdır. Liberal demokrasi açısından toplumsal ilişkiler ve siyasi otorite, daima bireylerin rızasına ve gönüllü sözleşmelerine dayalıdır. Yönetilenlerin rızasına muhalif bir siyasî otoriteden, meşru otorite şeklinde söz edilemez. Her türlü sosyal organizasyonun kökeninde, kendi öz çıkarlarını izlemeyi amaçlayan, bireylerin gönüllü olarak katıldıkları sözleşmeler yatmaktadır. Bu anlamda her türlü yönetim, “aşağıdan” (bireylerin rızasından) gelir ve meşruiyetini de yalnızca oradan alır. Rıza yoksa kuşkusuz meşruiyet de liberal demokrasi de yoktur
4- Serbest Piyasa Ekonomisi: Liberalizm terminolojisinde serbest piyasa ekonomisiyle spontane düzenin aynı anlamda kullanıldığı söylenebilir. Buna göre pazar ekonomisi, üretim araçlarının özel sahipliği altındaki işbölümü sosyal sistemidir. Piyasa ekonomisinde herkes kendi adına davranır, fakat ihtiyaçlarını temin etmek için uğraşan her bireyin eylemi aynı zamanda bütün bireylerin ihtiyaçlarının giderilmesine hizmet eder. Bu karşılıklı fayda için işleyen sistem piyasa tarafından yönlendirilir. Pazar sisteminin en önemli özelliği sistemdeki bütün insan ilişkilerinin gönüllülük üzerine oturuyor olmasıdır. İnsanlar birbirleriyle ilişkiye girip girmemekte serbesttirler. Piyasa ne bir yer, ne bir cisim, ne de kollektif bir varlıktır. İşbölümü altında çalışan, muhtelif bireylerin gerçekleştirdiği eylemlerin içiçe geçmesiyle işleyen bir süreç, bir sosyal organdır. Piyasa bireylerin aktiviteleriyle ortaya çıkarsa da bu aktivitelerin her birinden de farklıdır. Karşıtları tarafından “laissez faire kapitalizmi” olarak adlandırılıp, ahlakî zeminde kınanmaya çalışılan serbest piyasa ekonomisinin temel özelliği; ekonomik işleyişin arz-talep dengesi ve rekabet çerçevesinde gerçekleşmesini savunmasıdır. Bu çerçevede devletin görevi sadece sistemin düzgün işleyişinin korunması ve denetlenmesidir. Devlet, tüketiciyi korumaya yönelik olmak üzere, rekabeti engelleyen tekelleşme ve kartelleşmeye müdahalenin ötesinde, ekonomiye karışamaz. Çünkü bunun ötesi totalitarizmden başka bir şey olmayacaktır.
Liberalizmin özgürlük tasavvurunun Locke’tan bugüne zaman içerisinde bir hayli değiştiğini söylemek, yanlış olmasa gerektir. Mesela özgürlüğün “faydası ve zararı kendisine ait olmak üzere, bireyin canının istediği her şeyi yapabilmesi”şeklinde tanımlanmasına rağmen; “Uygar olmayan fertleri ve toplumları yönetmede istibdat meşru bir hükümet biçimidir, yeter ki gaye onların düzeltilmesi olsun. Özgürlüğün bir ilke olarak, insanların serbest ve eşit tartışmayla düzelebilir hale gelmelerinden önceki herhangi bir durumda asla uygulama yeri yoktur.” formunda ileri sürülmesi pek de müdafaa edilebilir görünmemektedir. Buna karşılık “laissez faire”ci söylemin aksine şimdilerde “eşit temel özgürlükler”den bahsedilmesi, eşit temel özgürlüklere sahip olma yolunda eşit hakka sahip olunması gereğinin vurgulanması; toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin, fırsat eşitliği altında herkese açık olan konum ve makamlarla ilgili ve toplumun en az avantajlıüyelerinin en çok faydasına yönelik kabullenilmesi ve “özgürlük” denen şeyin siyasal ve toplumsal adaletin ana amacı gibi değerlendirilmemesi yorumları, öğretideki çok mühim farklılaşmaları yansıtmaktadır. Öte yandan; liberal özgürlük tasavvuru olan negatif özgürlük teorisi; icraatla, yani seçenekler başarılsın ya da başarılmasın, temelde, göz önünde hangi fırsatların açık olduğuyla ve bu fırsatların karşısında bir takım engellerin bulunup bulunmadığıyla ilgilidir. Bu anlayışı savunmanın ardındaki en kuvvetli güdülerden biri, stratejik nitelikli “totaliter bela” korkusudur. Böyle bir bakış açısıözgürlüğün, canının istediğini yapmak anlamına geldiğini vurgulamayı sağlar. İnsanın canının istediği şeyse o kişinin kendi arzularışeklinde tanımlanır. Oysaki icraat unsuruna yer veren bir özgürlük tasavvuru, motivasyonlar arasında ayrım yapılmasını gerektirir. Belli seçenekleri icraata dönüştürmekte birey özgürse, bu seçeneklerin önleri tıkandığı zaman o özgür değil ya da daha az özgür demektir. Ancak söz konusu engeller o bireyin dışında olabileceği gibi için de de olabilir. Çünkü özgürlükle ilişkili yetenekler bir ölçüde kişinin kendi kendinin bilincinde olmasını, kendini anlayabilmesini, ahlakî ayrımlar yapabilmesini ve kendi kendini kontrol edebilmesini de zorunlu kılar. Aksi taktirde bu seçenekleri icraata dönüştürerek kendi kendini yönlendirme anlamında bir özgürlüğe varmak mümkün olamazdı. Yapılması istenen şeyin, bireyin temel hedeflerinin özüne de kendi kendini gerçekleştirmesine de ters düşmemesi icap eder. Yanlış bilinçlenme veya sahici olmayan bir şekilde içselleştirilmiş standartlar engelleyici motivasyon olabiliyorsa özgürlük yine yok demektir. O halde özgürlük; dış engellerden kurtulmuş olmanın yanı sıra, daha önemli amaçların yeterli biçimde tanımlanabilmesini ve içsel motivasyonlardan kaynaklanan engellerin üstesinden gelinebilmesini de içermektedir. Bunları sahte sorunlar olarak görmek, incelikten yoksun bir özgürlük anlayışı olacaktır…