Siyasal sistemleri; yürütme ve yasama fonksiyonlarının tek elde toplanması ya da ayrı ellere tevdi edilmesi bakımından temelde iki kategoriye ayırmak pekâlâ mümkündür. Bu sistemlerden ilki, tek kişinin yönetimi anlamında krallık-padişahlık ya da tiranlık-diktatörlük formundaki kuvvetler birliğini ifade ederken; ikincisi demokrasi/cumhuriyet formundaki kuvvetler ayrımını ifade eder. İstisnalar bir tarafa bırakılırsa kuvvetler birliğini yansıtan yönetimler daha çok klasik-geleneksel döneme; kuvvetler ayrımını yansıtan yönetimlerse genelde modern döneme aittir. Öte yandan; siyasal sistemlerin tarihî değişim ya da gelişim çizgisinin kuvvetler birliğinden kuvvetler ayrımına doğru olduğunu, bunun da hak ve özgürlükleri teminat altına almak, toplumun yahut da çoğunluğun faydasını gözetmek gibi bir nedene dayandığını söylemek de yanlış olmasa gerektir. Kuvvetler ayrımını ilk kez dile getiren İngiliz filozof John Locke’a göre (1632-1704); yasama yetkisine sahip olanların aynı zamanda yürütme yetkisine de sahip olmaları, kanunları kendi çıkarları yönünde uygulamaları veya kendilerini kanunların üzerinde görerek hiç uygulamamaları tehlikesini içerir. Her iki kuvvetin tek elde toplanması otoriter ve totaliter bir yönetime yol açacağından kuvvetlerin ayrılması, hak ve özgürlüklerin en önemli güvencesidir.[1] Toplum ya da çoğunluk nezdinde söz konusu değişimi gerektiren ve haklı kılan temel unsur da şüphesiz “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” idealinden başkası değildir.
Hiyerarşik bir yapılanmayı ifade eden klasik-geleneksel siyasal sistemler, doğal ya da tanrısal hukuka bağlı olarak muayyen toplumsal kategorilere bölündüğünden, kategorilere doğuştan mensup olan insanlar, mensubiyetlerine istinaden “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah”la ilintilidirler. Sıralamada üstte veya altta bulunmak, sadece mevcut yapının muhafazası için zaruri olan bir görevin sorumlusu, doğal ya da kutsal kaynağın hayat verdiği organizmanın bir unsuru olmak demektir. Dolayısıyla hiyerarşik bir yapılanmada unsurları teşkil eden insanların sisteme rağmen özgürlüğünden bahsedilemeyeceği gibi, eşitliğinden ya da ekonomik refahından da bahsedilemez. Çünkü hiyerarşinin mevcut olduğu yerde fertlerden ziyade, sistemin işleyişine yönelik fonksiyonlar önemlidir. Kaldı ki klasik-geleneksel pratikte toplumsal hayat, rasyonel bireyler tarafından soyut, spekülatif akıl yürütmeyle sözleşerek inşa edilmiş olmayıp, doğal ya da kutsal kaynak tarafından tayin edilmiştir. Tayin edilmiş sosyal statüler, hakların da rollerin de belirleyicisidir. Mesela, siyasete katılım anlamında özgürlük belli ölçülerde aristokrasi için geçerliyken; köylüler için geçerli değildir. Yine mesela, toprak mülkiyetine sahiplik anlamında ekonomik refah aristokrasi için geçerliyken; köylüler için geçerli değildir. Yine mesela, eşitlik aristokratlar arasında nispeten geçerliyken; köylülerle aristokratlar arasında asla geçerli değildir.
Yatay bir yapılanmayı ifade eden modern siyasal örgütlenmeye gelince; her şeyden önce o, klasik-geleneksel sistemlere karşıtlığın bir neticesidir. Denilebilir ki modern siyasal örgütlenmeler; hem hiyerarşik doğa anlayışlarına hem de hiyerarşik yapılanmaları destekleyen tanrısal hukuka bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Yeni siyasal organizasyonun teorik temellerini Rönesans, Reformasyon ve Hümanizma hareketlerinin şekillendirdiği Aydınlanma düşüncesi atmıştır. Bu çerçevedeki rasyonel, protestan, utilitarist ve seküler bireyin yaratılması aynı zamanda yeni siyasal formasyonun yaratılmasıdır. Açıktır ki rasyonalizasyon, hiyerarşik doğa anlayışlarını ve hiyerarşik yapılanmaları destekleyen tanrısal hukuku; Protestanlık, inanç kaynaklı imtiyazları; utilitarizm, kollektiviteyi koruyan feragat ahlakını; seküler bireycilik de bireyi baskı altına alan her türlü aşkınlığı reddeden modern parametrelerdir. Bu parametreler üzerine inşa edilebilecek olan yegâne rejim de elbette modern demokrasidir.
Demokrasi, yurttaş-bireylerin olabildiğince özgür; olabildiğince eşit ve olabildiğince müreffeh olabildiği siyasal form diye tanımlanabilir. Demokratik devlet yönetimine can veren ve onu diğer sistemlerden ayıran, bu temel değerlerdir. Özgürlük; hem başkalarının keyfi müdahalelerinden bağımsız bir biçimde engellenmeden eylemde bulunabilmek hem de tarihsel, toplumsal ve siyasal kimliğe uygun olarak kolektif düzeyde kendi kendini denetlemek, kendi kendine kanun koymak, kendi kendine konulan kanunlara uymak yani kolektif otonomidir. Kısacası özgürlük, engellenmemek ve tahakkümsüzlüktür. Böyle bir tanım, eşitliği terkibin temel bir unsuru olarak kabul eder ve iki kavram arasında zorunlu bir bağın varlığınıöngörür. Bu noktadan hareketle eşitliğe bakıldığında, eşitliğin de farklı anlamları ihtiva ettiği görülür. Şöyle ki iki kişi, içinde bulunduklarışartlar aynı olduğunda veya aynı muameleye tabi tutulduklarında eşittirler. Bu ayrım, aritmetik dizi ve geometrik dizi arasındaki ayrıma benzer. Aritmetik dizide sayılar iki, dört, altı, sekiz, on, vb. biçiminde sabit miktarlarda artarken; geometrik dizide iki, dört, sekiz, on altı, otuz iki, vb. gibi nispî bir ilişki içerisinde artarlar. Eşitlik böylece ya yeknesaklık ya da orantı anlamına gelir. Bazen aynı miktarları, bazen de miktarların derecelendirilmesini gerektirir. Özgürlük ve eşitliğin bileşkesi, kendisini siyasal zeminde ortaya koyar. Özgürlük, daha çok bireysel, eşitlikse toplumsal-siyasal bir kavramdır. Özgürlük bireye, eşitlikse bireylere yönelik ilişki biçimlerine işaret eder. Özgürlüğün gerçekleşmesi için teorikte toplumsal-siyasal bir çerçeve zorunlu değilken, eşitliğin gerçekleşmesi için zorunludur.[2] Bu da bireyin, yurttaş-birey olmasını; özgürlük ve eşitlik kavramlarının da özgürlük-eşitlik bileşik kavramına dönüşümünü ifade eder. Yurttaşlık, bireyi siyasal bir egemenliğin boyunduruğundan kurtaran ve siyasal otoriteyi temsil edenlerle diğer bireyleri hukuk zemininde eşitleyen kurumsal kimliktir. Aksi halde yurttaşlıktan değil, tebaalıktan söz edilebilir. Haddizatında üyelik hakkı ve mensubiyet anlamındaki yurttaşlığın iki veçhesi vardır. Birincisi, Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkan “Kadim Rejimler”den ve onların siyasal otoritelerine kulluktan çıkma isteği; ikincisi de iktidarı sınırlama arzusudur. Mutlak otoritelerin, insanları ve kurumları yönetime ortak özerklikler olarak değil de kaynak ve araç olarak gördükleri dikkate alınırsa böyle bir siyasal formasyonda yurttaş olunamayacağı kolaylıkla anlaşılacaktır.[3] İnsanların siyasal alanda eşit olmamaları, onların yurttaş olarak kabul edilmediğinin ve o siyasal formun da demokratik olmadığının göstergesidir. Özgürlük ve eşitlik arasındaki bağlantı, pratikte bireylerin fırsat eşitliğine sahip olmaları durumunda kurulabilir. Çünkü fırsat eşitliği özerk yurttaşlık statüsünün ön şartıdır. Fırsat eşitliği ifadesinde, eşitlik ve özgürlük kavramları, eşitleştirilmişözgürlükler olarak bir arada bulunur. Ancak, fırsat eşitliği demek, tabiatıyla bireylerin kabiliyetlerini eşitlemek anlamına da gelmemektedir. Fırsat eşitliği, potansiyel olarak özgürlüklerin eşitleştirilmesi demek olup, bu potansiyelin kinetiğe dönüştürülmesi bireylerin kabiliyetlerine ve emeklerine (belki de şanslarına) bağlıdır. Farklı kabiliyetlere ve farklı emeklere yeknesaklık anlamında eşit muamele etmek, elbette ki eşitlik diye kabul edilemez. Dolayısıyla fırsat eşitliğine rağmen, kabiliyetlere ve sarf edilen emeğe istinaden farklılıkların oluşması da tabiidir. Fakat bu farklılık, siyasal-kamu alanında değil, ekonomik ve sosyal kamu alanında, yani pazarda ve liyakatle elde edilen sosyal statülerdedir.
Ekonomik refaha gelince; şüphesiz demokrasiler, diğer rejimlere nispetle insanların daha ziyade müreffeh yaşama imkânı bulabildikleri siyasal formlardır. Bunun gerçekleşebiliyor olmasının temel sebebinin ekonomide serbest piyasa modeli uygulamasında yattığını söylemek de yanlış olmasa gerektir. Serbest piyasa modelini savunmak, esasen ekonomiye hiçbir şart altında müdahale edilmemesini istemek değil, ekonomiye yönelik müdahalelerin sonuçta özgürlüğe ve eşitliğe müdahale şekline dönüşmemesini istemektir. Serbest piyasa karşıtı planlamacı modellerin, sadece ekonomiyi planlamakla kalmadığı, hayatın her alanını planlamaya kalkıştığı ve bu nedenle de hem özgürlüğü hem eşitliği hem de ekonomik refahı yok ettiği inkâr edilemez. Demokrasinin ekonomik refahtan kastı, bireyi ön plana çıkararak, onu güvenlikle yani özel mülkiyet ile donatmaktır. Demokrasilerde daha çok kazanmak için mücadele edilmesinin nedeni, paranın insanlara çeşitli imkânlar sağlamasıdır. Para, insanoğlunun icat etmiş olduğu en önemli özgürlük vasıtalarından biri olup, insanlara çeşitli imkânlar karşısında büyük ölçülerde seçme özgürlüğü yaratır.[4] Kısacası ekonomik refah, demokrasiler için, insanların özgürlük ve eşitlik gibi temel hedeflerine ulaşmalarında bir vasıta olup, bu vasıtanın temininin yolu da serbest piyasa uygulamalarıdır. Bir reaksiyon olarak planlamacı modellerle ekonomik eşitlik ve kolektif refah savunusu yapan sosyalist rejimlerin demokrasilere alternatif yaratamadıkları tarihi tecrübeyle ispat edilmiştir. Ekonomik refahın; insanlar tarafından eşit oranlarda paylaşılmak üzere bekleyen toplumsal pastanın adil dağıtımıyla gerçekleşebileceği iddiaları, sadece ve sadece kolektivistlerin hayal dünyalarıyla alakalıdır.
Gelinen bu noktada şu soruyu sormak gayet tabiidir: Acaba, hem eşit-yurttaş ve özgür-bireyin varlığını teminat altına alabilmek hem de ekonomik refahı azami ölçülerde realize edebilmek için demokratik siyasal model nasıl örgütlenmelidir? Diğer bir deyişle demokrasinin konsolidasyonu için elzem olan örgütlenme biçimi Parlamenter Sistem midir, Başkanlık Sistemi midir, Yarı-Başkanlık Sistemi midir? Kronolojik sıralamada öncelik Parlamenter sisteme ait olduğu için konuyu irdelemeye Parlamenter sistemle başlamak yerinde olacaktır. Parlamenter demokrasi; “Yürütme erkinin, yasama-parlamento içerisinden çıktığı ve ona karşı sorumlu olduğu anayasal demokrasi tipi”dir. Sistemde yürütme yetkisi devlet başkanı ve bakanlar kurulu arasında paylaştırıldığından yürütme organı ikili bir yapıya sahip olup, yürütmenin bütünlüğü ilkesi gereği bu yetki paylaşımı eşit bir paylaşım da değildir. Devlet başkanının yetkisi sembolik mahiyettedir ve asıl yürütme yetkisi bakanlar kuruluna aittir. Bakanlar kurulu başbakan ve bakanlardan oluşan kolektif bir yapıya sahiptir ve dar anlamda hükümet veya kabine diye adlandırılır. Başbakanın parlamento üyesi olması ve parlamento tarafından seçilmesi de bir zorunluluktur. İngiltere’de, seçimde çoğunluğu elde eden siyasi partinin liderini monark (kral veya kraliçe) doğrudan başbakan atarken, diğer bazıülkelerde başbakan parlamento tarafından yeniden seçilmektedir (Almanya). Devlet başkanın sembolik yetkiye sahip olmasının en önemli ise sebebi siyasi ve cezai sorumsuzluktur. Ancak siyasi ve cezai sorumsuzluk sadece parlamenter monarşilerde mutlak olup cumhuriyetlerde bu sorumsuzluk göreve ilişkin suçlarla sınırlıdır. Yürütme görevini fiilen yürüten bakanlar kurulunun ise yetkilerine paralel hem siyasi hem de cezai sorumluluğu bulunmaktadır. Parlamenter yapıda yürütme, yasamayı feshedebileceği gibi, yasama da güvensizlik oyuyla yürütmeye son verebilir. Bu karşılıklı ilişki, yasama ve yürütme organları arasındaki fren ve dengeleme korelasyonunun en önemli unsurudur.[5]
Parlamenter sistemin ilk ve en iyi örneği İngiltere’dir. 1215 Magna Carta’nın kabulü ile başlayan tarihi süreçte, 1295 yılında “Model Parlamento” olarak adlandırılan Temsilciler Meclisi kurulmuş, böylelikle de 18. Yüzyılda istikrar kazanacak olan parlamenter sistem doğmuştur. İlk dönemlerde “Parlamento Egemenliği”teorisinin etkisiyle sistemin en güçlü organı olarak parlamento görülmüşse de zamanla yürütme güçlenerek bu üstünlüğü sona erdirmiştir.[6] Westminster modeli ya da Başbakanlık modeli de denilen İngiliz hükümet sistemi bugün itibarıyla üç temel ilkeye dayanır: 1- Basit çoğunluk seçimleri 2- İki siyasi parti 3- Güçlü parti disiplini. Bu ilkeler çerçevesinde işleyen parlamenter sistem; parlamento ile hükümet arasında bir kuvvetler ayrımına izin vermez. Yasama ve yürütme, kuvvetler paylaşımına dayanır. Diğer bir ifadeyle parlamenter sistem, hükümetlerin, parlamentonun oyuyla atanmasını, desteklenmesini ve gerektiğinde de azledilmesini esas alan sistemdir.İngiliz sisteminde yasama organı çoğunluğu egemendir. Çoğunluğun hükümeti, hem yasama organına yön verir hem de yürütmeyi yönetir. Şüphe yok ki sistemin istikrarlı işleyişi, dayandığı parametrelerin birlikteliğine ve ait olduğu kültürle alakalıdır. Bu skalada bir İngiliz başbakanının, bir Amerikan başkanından çok daha etkin biçimde hükümet ettiği kesindir. Ancak, şunu da hatırlatmak gerekir ki aşırı siyasal kutuplaşmaların ya da türdeş olmayan bir siyasal kültürün mevcut olduğu durumlarda İngiliz modelinin sürdürülebileceği tartışmaya açıktır. Kıta Avrupası’ndaki çok partili parlamenter sistemlerde, İngiltere örneğinde olduğu gibi istikrarlı hükümetlere rastlamak hayli zordur. Hükümetler genellikle koalisyonlarla kurulur, aralarında anlaşabildikleri sürece parlamentonun desteğinden emin olabilirler, aksi taktirdeyse uzlaşmazlıklarınıçözemediklerinden hiçbir zaman tek ve açık bir sesle konuşamaz, hareket edemez ve pek de uzun ömürlü olamazlar.
Başkanlık sistemine gelince; şüphesiz parlamenter sistem gibi, başkanlık sisteminin de dayandığı temel ilkeler vardır: 1- Devlet başkanı muayyen bir süre için (4 yılla 8 yıl arasında değişebilir) doğrudan doğruya ya da ona benzer bir şekilde halk tarafından seçilir. 2- Yürütme organı ya da hükümet, parlamentonun onayıyla atanmadığı gibi onun onayıyla da düşürülemez. Hükümet etmek başkanın bir ayrıcalığıdır ve kabine üyelerinin atanması ya da azli yalnızca başkana aittir. 3- Başkanla kabine üyeleri arasında hiçbir surette “otorite” paylaşımı söz konusu değildir. Başkan “tek kişilik bir yürütme organıdır” ve yürütme organını istediği gibi dizayn eder. Bir siyasal model bu üç şartı birlikte taşıdığı taktirde başkanlık sistemi mevcut demektir. Başkanlık sisteminin ilk ve en önemli örneği de ABD’dir. ABD sisteminde; Başkan, Kongreyi feshedemediği gibi, Kongre de Başkanı görevden alamaz. Organların yapısı, fonksiyonu ve ilişkilerinde tam bir bağımsızlık vardır. Organlar birbirini kontrol eder ama yürütme organına yine de üstünlüğü vardır. Sistemin işleyişinde, bürokratik atamalarda başkanın geniş yetkileri vardır. Yasama faaliyetleri, bütçe ve mali kaynaklar üzerinde denetim ise Kongreye aittir. Başkanın yasa teklifi verme yetkisi yoktur ama veto yetkisi vardır. Kanun tasarılarını beğenmezse yeniden görüşülmek üzere Kongreye iade edebilir. Kanun yapma yetkisi Kongreye, kanunları denetleme yetkisi de Başkana aittir. Amerikan sisteminin benzersiz yanının, Başkan ve Kongre arasında iktidarı bölmek suretiyle güçlerin birbirini frenlemesi ve dengelemesi olduğu kabul edilir ise de bu keskin iktidar bölünmüşlüğünün, sistemi tıkanmalara ve çıkmazlara sürükleyebileceği de inkâr edilemez. Demokrat bir Başkanın ve Cumhuriyetçilerin çoğunluğu teşkil ettiği bir Kongrenin varlığı halinde ya da tersi bir durumda, sistemin çok kolay işleyeceğinin garantisi yoktur. Haddizatında Amerikan sisteminin işleyişi, anayasası sayesinde değil, anayasasına rağmendir. Sistemin asıl garantörü; ideolojik katılığın bulunmayışı ya da pragmatizm, zayıf ve disiplinsiz partiler ve mahalli sorunlara yönelik siyasetin ön planda yer almasıdır. Bunlar sayesinde bir Başkan, Kongrede ihtiyaç duyduğu desteği muhalif partiden de pekâlâ görebilmektedir. Bir Kongre üyesi için oylamalardaki temel motivasyon parti disiplini değil, tavrının seçim bölgesinde nasıl karşılanacağı kaygısıdır. Kongre üyeleri; partilerinin birer temsilcisi olmaktan öte, seçim çevrelerinin birer lobby’cisi, birer ulağıdırlar. Amerikan partilerinin birer seçim partisi, yani seçilmek isteyen adayların, seçim bölgelerinde birbirlerine karşı kampanya yürütürken kullanacakları birer etiket olduğu değerlendirmeleri bu sebeple yapılmaktadır. Partilerin bu niteliğinden ötürü de ABD Kongresi, çoğunlukların kolayca eriyip buharlaşabildiği bir parlamento konumundadır. Kısacası Amerikan Başkanlık sistemi işlemektedir ama bu, sistemin sorunsuz oluşundan çok Amerikalıların onu işletmekte kararlı oluşlarındandır.
Avrupa’da saf başkanlık sisteminin bulunmayışı, buna karşılık Amerika’nın nerdeyse her iki kıtasında tamamen başkanlık sisteminin mevcudiyeti, şuurlu bir tercihin ifadesi olmaktan ziyade bütünüyle tarihsel şartların bir sonucudur. Avrupa ülkelerinde; parlamenter demokrasi modeli uygulanmaya başlandığında, 1870 yılında resmen cumhuriyet olmuş bulunan Fransa hariç, diğerlerinin nerdeyse hepsi monarşiydi ve monarşilerin de irsî yöneticileri vardı. Dolayısıyla başkanlık sistemleriyle parlamenter sistemler arasındaki bölünme, bunlardan birinin ötekine üstün olup olmadığını tartışan teorilerden kaynaklanmamış, yalnızca tarihsel şartlardan kaynaklanmıştır. Haddizatında, ABD istisna edilirse başkanlık sistemleri çoğunlukla istikrarlı olamamış, sürekli darbelere ve kaoslara uğramışlardır. Aynı sistemin ABD dışında kolay kolay işlemeyişi, şüphesiz tarihsel ve toplumsal şartların farklı oluşuyla alakalıdır. Siyaseti, onun ekonomik ve sosyo-kültürel alt yapısından bağımsız düşünmek her zaman için spekülatif ve manipülatif bir yaklaşımdır. Latin Amerika ülkelerinde uygulanmaya çalışılan Başkanlık sistemlerinin endişe verici bir istikrarsızlık siciline sahip olduğu ve çarpıcı eşitsizliklerin ve ekonomik durgunlukların had safhada yaşandığı inkâr edilemez. Parlamenter sistemlerdeki krizler, çoğunlukla hükümet krizleri olurken; Başkanlık sistemlerindeki krizler daha ziyade rejim krizlerine dönüşmekte ve Latin Amerika örneklerinde sıklıkla yaşandığıüzere kolaylıkla Diktatörlükle sonuçlanmaktadır.
Parlamenter ve Başkanlık sistemlerinin mümkün alternatifi de Fransa’da asıl örneği görülen Yarı Başkanlık sistemidir. Sistem 1789 Devrimi sonrası Fransa’nın geçirmiş olduğu I. (1793-1799), II. (1848-1852), III. (1870-1940), IV. (1944-1958) ve V. (1958-????) Cumhuriyet tecrübeleri sonucu teşekkül etmiş; General Charles de Gaulle tarafından hazırlattırılan 4 Ekim 1958 tarihli anayasayla yürürlüğe girmiştir. Yarı Başkanlık sisteminin temel ilkeleri de şunlardır: 1- Başkan, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak muayyen bir süre için halk tarafından seçilir. 2- Başkan, Parlamentodan bağımsızdır, ancak tek başına hükümet etme yetkisi bulunmadığından, yürütme yetkisini Başbakan’la paylaşır. 3- Başkanın yetkileri; karar yetkisinden ziyade, karar önleme (Parlamentoya iade) ya da referandum yönündedir. 4- Başbakan ve kabinesi Parlamentoya karşı sorumlu olduğundan, Parlamentonun güven ya da güvensizlik oyuna tabidir. Yarı Başkanlık sisteminde, Cumhurbaşkanı hem devlet başkanı hem de yürütmenin başıdır. Yürütmenin başı olması Parlamenter sistemdeki gibi sembolik nitelikte değildir. Özellikle ulusal savunma ve dış politika konularında yürütmenin tek yetkilisi cumhurbaşkanıdır. Başbakanı ve başbakanın önerisi ile bakanları atamak veya görevlerine son vermek, meclislerin önerisi ile belli yasa tasarılarını referanduma götürmek, gerektiğinde parlamentoyu feshetmek, cumhuriyetin kurumları, ulusun bağımsızlığı, ülke bütünlüğü, uluslararası taahhütlerin yerine getirilmesi ağır ve yakın bir tehdit altındaysa ve anayasal güçlerin işleyişi kesintiye uğramışsa başbakana, meclis başkanlarına ve anayasa konseyine danışıp ulusal bildiri yayınlayarak gerekli önlemleri almak bütünüyle cumhurbaşkanının yetkileri arasındadır.
Yarı Başkanlık sistemi ve Başkanlık sisteminin müşterek özelliği, halk tarafından seçilmiş bir başkanın varlığıdır. Bu ortak niteliğin ötesinde iki sistem birbirinden yine de radikal bir biçimde farklıdırlar. Yarı Başkanlık sistemi, tek kişilik yürütmenin yerine ikili bir yürütme modeli geçirmekte ve başkanın otoritesini ikiye bölmektedir. Başkanlık sisteminde başkan, kuvvetler ayrılığı gereği parlamentonun müdahalesinden korunurken; Yarı Başkanlık sisteminde Başkan, iktidarı Başbakanla paylaşmak, Başbakan da Parlamentonun desteğini almak zorundadır. Sistemin sahip olması icap eden belki de tek nitelik, ikili otorite yapısı, iki başlı bir görünümdür. Yarı Başkanlık sisteminde; Cumhurbaşkanı, parlamentodaki çoğunlukla aynı siyasi çizgiden geliyorsa rejimin “temel taşı” ve sistemi harekete geçiren başat unsurdur. Ancak parlamentodaki çoğunluktan ayrı bir siyasi eğilimden geliyorsa bu taktirde çok önemli yetkilerin sahibi ve kurumların sorumlusu olsa da reel politika bağlamında esas güç başbakandır. Cumhurbaşkanı ve hükümet aynı siyasal çoğunluktan geliyorsa yürütmenin işleyiş biçimi başkanlığa doğru kayar, aksi durumda ise birlikte yaşama (co-habitation) olarak adlandırılan parlamenter sisteme yaklaşan zorunlu uzlaşma formülü gündeme gelir. Burada da siyasi uzlaşma kültürü, toplumsal yapı ve gelenekler devreye girer. Şüphesiz ikili otorite yapısı, kendi içinde bölünmüş bir yürütme yüzünden çatışmalar yaşayabilir ve dolayısıyla da sistem çıkmaza girebilir. Mesela; halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı ile yasama organındaki çoğunluğa göre oluşmuş hükümetin farklı siyasi görüşte olmalarını ifade eden “birlikte yaşama” durumlarında yaşanabilecek başarısızlıklardan ötürü, seçim sırasında seçmenin kimden hesap soracağı belirsizdir. Uzlaşma kültürünün zayıf olduğu toplumlarda, böyle bir durumun siyasi krize yol açmaması hayli zordur. Bunun Fransız Yarı Başkanlık sisteminde olmayacağının da garantisi yoktur. Toplumsal ve siyasal yapıları itibarıyla uzlaşmaktan yoksun, uzlaşma alışkanlığı olmayan ülkelerde, sistemin istikrar sağlayabileceği elbette tartışmalıdır. Yine de kabul etmek lazımdır ki bu formülde bölünmüşçoğunluklar sorunu, kim çoğunluğu sağlarsa onun otoritesini güçlendirmek suretiyle bir çözüm bulmaktadır. Bu da anayasal çözümün, düşünülmüş olmasa bile en parlak örneğidir.
Yukarıda sorulan “Demokrasinin konsolidasyonu için elzem olan örgütlenme biçimi Parlamenter Sistem midir, Başkanlık Sistemi midir, Yarı-Başkanlık Sistemi midir?” sualine tekrar dönecek olursak: Bir ülkenin tarihsel ve toplumsal şartları dikkate alınmaksızın şu ya da bu sistemin oraya alelıtlak uygun düşeceğini söylemek, büyük bir iddia olsa gerektir. Başkanlık sisteminin istikrar getirmediği Latin Amerikalılara parlamentarizm tavsiye edilir ise de Fransızların parlamentarizmi yaşanılan istikrarsızlık sorunları nedeniyle terk ettiği unutulmaktadır. Çoğu İngiliz iki partili parlamentarizmi deli gömleği diye nitelerken, İtalyanların ekseriyatı İngiliz sistemine hayrandır. Kısacası; içinde yaşanılan siyasal sistemin eleştiriye tabi tutulması genelde haklı nedenlere dayansa da alternatif olarak görülen sistemlerden beklenenlerin umumiyetle aşırı iyimserlik olduğu da inkâr edilemez. İyi örnekleri dikkate alındığında her üç sistemin de bir takım müspet tarafları şüphesiz vardır. Karma bir model olarak Yarı Başkanlık sisteminin yönetimde istikrar ve temsilde adalet fonksiyonunu sağlamada Başkanlık sistemi ve Parlamenter sistemden daha isabetli olacağı kabul edilebilir ise de Yarı Başkanlık sisteminin en iyi sistem olduğunu iddia etmek de reel bir çıkarımdan öte ideal bir temenniden ibarettir. İstikrarsızlık nedeniyle Parlamenter sistemi terk etmek isteyen ülkelerin ihtiyatlı davranıp Başkanlık sistemi yerine Yarı Başkanlık sistemini tercih etmeleri muhtemelen daha uygun olacaktır. Zira Yarı Başkanlık sistemine geçmek, şöyle ya da böyle değişik bir sisteme geçmek olsa da o ülkenin yaşadığı tecrübeye ve sahip olduğu bilgiye çok da uzak olmayan bir ortam içerisinde hareket etme imkânı verecektir.[7]
Demokrasinin genel uygulamaları ışığında, Türkiye üzerine bir değerlendirme yapmak gerekirse şöyle bir tespitte bulunmak herhalde imkân dâhilindedir: Parlamenter sistem; 1876 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve I. Meşrutiyet dönemiyle Osmanlı-Türkiye toplumunun gündemine girmiştir. Anayasa hükmündeki Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, parlamenter sistemin özelliklerini taşıyan birçok hükmüne rağmen, tam bir parlamenter sistem kurmayı hedeflediğini söylemek oldukça zordur. Ancak 1909 sonrası II. Meşrutiyet yıllarında yapılan değişikliklerden itibaren İngiliz tipi bir parlamenter modelin en azından teorik olarak anayasal çerçevede oluşturulduğu da kesindir. 1909 değişiklikleri, parlamentoyu gerçek anlamda bir yasama organı haline getirdiği gibi, yürütme yetkilerini padişahtan alarak, parlamentonun denetiminde çalışan bir hükümete ve çok partili sisteme devretmiş ve siyasi rejim önemli ölçülerde parlamenter bir nitelik kazanmıştır.[8] Ne yazık ki kâğıt üzerindeki düzenlemeler, askeri vesayet sebebiyle sürekli sekteye de uğratılmıştır. Öte yandan; Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş aşamasında kurulan TBMM’nin hazırlamış olduğu 1921 Anayasasında, yasama ve yürütme yetkileri, yasama organında toplanmış ve “meclis hükümeti” adı altında 1876 öncesine, “kuvvetler birliği”nin farklı bir versiyonuna dönülmüştür. Bu uygulamada dikkati çeken en önemli husus, yetkilerin meclisten çok meclis başkanında, yani hem yasamanın hem de yürütmenin başı bulunan kişide toplanmış olmasıdır. Meclis başkanının bu kadar fazla yetkilerle donatılmasının meclis hükümetinden çok, “tek parti diktatörlüğü” olduğu açıktır. İzmir suikastı mizanseni akabinde çıkarılan 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ise II. Meşrutiyet döneminde mevcut olan çok partili siyasal sisteme son verilişin ve ilan edilen Cumhuriyet’in yalnızca ilandan ibaret kaldığının dolayısıyla da parlamentarizmden vazgeçildiğinin açık bir göstergesidir. 1930’a kadar sürdürülen tek parti diktatörlüğü, Cumhuriyet adıyla çeliştiğinden ve şöyle ya da böyle dış kaynaklı eleştirilere maruz kalındığından olmalı, milli şefin direktifiyle yeniden çok partili sisteme ve parlamentarizme tebdile çalışılmışsa da eşitliğin ve rızaya dayalı hükümet anlayışının mevcut siyasi elitleri yerinde bırakmayacağı anlaşılınca girişim bir kez daha akim kalmıştır. Parlamentarizmle hiçbir alakası bulunmayan tek parti rejimi ve kuvvetler birliği uygulamaları 1950’ye kadar maatteessüf devam etmiştir. Eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon ve rızaya dayalı hükümet anlamındaki Cumhuriyet, Türkiye’de 14 Mayıs 1950 itibarıyla kurulabilmiştir. Monarşiden tek parti diktatörlüğüne sirayet eden ve daha ziyade askeri yapı içerisinde varlığını sürdüren vesayetçi zihniyet yok edilemediğinden, 27 Mayıs 1960’te Parlamentarizm yine sekteye uğratılmıştır. 1961 anayasasıyla parlamentarizmin istikrarlı hale getirilmeye çalışıldığı iddia edilse de esasta yapılmak istenen genel oyla seçilen ve meclis çoğunluğuna dayanan iktidarın gücünü kısıtlamak olmuştur. 1924’te yenilenen anayasaya göre TBMM, “milletin yegâne ve hakiki temsilcisi” olarak egemenlik hakkını millet adına kullanan tek organken; 1961 anayasası, bu bütüncül egemenlik anlayışını askıya alıp, parlamentoyu, egemenliği millet adına kullanan tek organ olmaktan çıkararak, Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve benzeri organlarla anayasada gösterilen esaslara istinaden paylaşan organlardan biri durumuna düşürmüştür. 1961 sonrası uzun ömürlü ve istikrarlı hükümetlerin kurulamayışının en önemli sebeplerinden birisi de bu durumdur. Bir toplum sözleşmesi olmanın çok ötesinde, askeri vesayet tarafından hakların ve ödevlerin determinasyonu maksadıyla tanzim edilen sözde anayasaların sistemi istikrarlı kılmayacağı açıktır. İstikrarsızlık gerekçesi, Cumhuriyetin ilanından itibaren daima askeri vesayetin bahanesi olmuştur. 1982 Anayasası ise devlet otoritesini, Parlamento eliyle değil sorumsuz Cumhurbaşkanı eliyle baskın kılmayı hedefleyen bir anayasadır. Haliyle o da bir toplum sözleşmesinden öte askeri vesayet tarafından hakların ve ödevlerin determine edildiği bir düzenlemedir. 1982 Anayasasının parlamenter sistemle bağdaştırılamayacak en önemli yönü, yürütmenin sorumsuz kanadını temsil eden cumhurbaşkanının gereğinden fazla yetkilerle donatılmış olmasıdır.
Aslına bakılırsa Parlamenter sistemin Türkiye uygulamasında öne çıkan belki de en önemli sorun; 1876’dan beri yürütülmeye çalışılan sistemin hiçbir zaman gerçek bir parlamenter sistem olmayışıdır. Şüphesiz; İngiltere’de de sistem bir anda istikrara kavuşmamıştır, ancak sistemin istikrara kavuşmaması için sürekli ve kasıtlı aksi düzenlemelerin ve müdahalelerin yapıldığını söylemek de mümkün değildir. İngiltere modeli zaviyesinden incelenirse Türkiye’deki parlamenter modelin ana sorunu; başta askeri vesayet olmak üzere, seçim sistemi, siyasi partiler kanunu ve bunların yol açtığı istikrarsız koalisyon hükümetleri ve yetkili ama sorumsuz bir cumhurbaşkanının mevcudiyetidir. Vesayetçi bir anlayışla güçlü hükümetlerin seçilmesine engel olmak, başbakan ve bakanlar kurulu yerine, parlamenter sistemin mantığını zorlayacak şekilde cumhurbaşkanın yetkilerini aşırı derecede arttırmak, tabiatıyla parlamenter sistemin işleyememesinin ve siyasal istikrarsızlığın başlıca sebepleridir. Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası, tüm bu olumsuzlukların ötesinde, cumhurbaşkanının yetkilerini daha da fazla artırmakla hem parlamenter sistemden sapmış hem de yürütmenin iki kanadı arasında sorunların doğmasına zemin hazırlamıştır.[9] Bir yandan tarafsız ve sorumsuz olması istenilen diğer yandan aşırı yetkiler verilen bir makamın, sistemin işleyişinde çeşitli sorunlara yol açmaması düşünülemez. Cumhurbaşkanının parlamento çoğunluğu ile farklı siyasi eğilimlere sahip olduğu durumlarda, yürütme içinde çatışma ve uyumsuzluğun ortaya çıkması mukadderdir. Bu çatışma ortamı da istikrardan ziyade, doğal olarak sistemin zaafiyetine hizmet edecektir.[10]
Sonuç olarak vurgulamak gerekirse; Türkiye’de yaşanılan siyasal sorunların temel sebebinin, 1876’dan beri uygulamaya konulmaya çalışılan parlamenter sistemden kaynaklandığını söylemek hayli zordur. Açıktır ki sorunlar parlamenter sistemden değil, parlamenter sistemin doğasına aykırı düzenlemelerin, parlamenter sisteme uygunmuş gibi hayata geçirilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Sorunlara çare diye sistem değişikliğine gidilmesini ve yeni sistemin de mutlaka Başkanlık Sistemi olması gerektiğini ileri sürmekse hayli iddialıdır. 20. Yüzyılın en önemli demokrasi teorisyenlerinden Giovanni Sartori’nin dediği gibi; Parlamenter sistemi terk etmek isteyen ülkelerin ihtiyatlılık gerekçesiyle Başkanlık sistemi yerine Yarı Başkanlık sistemini tercih etmeleri muhtemelen daha uygun olacaktır. Zira Yarı Başkanlık sistemine geçmek, değişik bir sisteme geçmek olsa da o ülkenin yaşadığı tecrübeye ve sahip olduğu bilgiye çok da uzak olmayan bir ortam içerisinde hareket etme imkânı verecektir.
[1] Neşet Toku, John Locke ve Siyaset Felsefesi, Liberte Yay., Ankara, 2003.
[2] Leslie Lipson, “Demokrasinin Felsefesi” Çev., M. Erdoğan, Sosyal-Siyasal Teori, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993.
[3] Alain Touraine, Demokrasi Nedir, Çev., Olcay Kunal, YKY, İstanbul, 1997.
[4] F. A. Von Hayek, Kölelik Yolu, Çev., T. Feyzioğlu – Y. Arsan, Liberal D. T. Yay., Ankara, 1995.
[5] Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 6. Baskı, Ankara 2000.
[6] Maurice Duverger, Siyasal Rejimler, Çev., T. Tunçdoğan, İletişim Yay., İstanbul 1986.
[7] Giovanni Sartori, Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği, Çev., E. Özbudun, Yetkin Yay., Ankara, 1997.
[8] Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, 5. Baskı, Ankara 2008.
[9] Mehmet Turhan, Hükümet Sistemleri, İkinci Basım, Ankara 1993.
[10] Mustafa Erdoğan – Serap Yazıcı, “Türkiye’nin Yeni Anayasasına Doğru”, TESEV Anayasa Komisyonu Raporu, İstanbul 2011.