İslamcılık tartışmalarının yeniden gündem oluşturmasının zımni sebebi belki de AK Parti eleştirisidir, bilmiyorum… Sebep ne olursa olsun, mevzunun tekrar açılmış olması, Türkiye mahreçli lokal ya da global siyasi ideallerin yahut da projelerin bir kez daha gözden geçirilmesi için pekala fırsata dönüşebilir. İslamcılık; ister “İslâm’ı inanç, düşünce, ahlâk, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslâm ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarma amacına yönelik bir çözüm arayışı.” şeklinde tanımlansın, isterse “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası harekettir.”şeklinde, söz konusu düşünce akımının bugün itibarıyla toplumun bütün kesimlerini etkilediği inkâr edilemez.
Kanaatimce İslamcılıkla ilgili kafa karışıklığı yaratan temel husus, teorinin nasıl realize edileceğiyle ilgilidir. Bir başka ifadeyle müphem olan, arzulanan toplumsal-yapısal değişimin yönteminin ne olacağıdır. Acaba değişimin basamaklarını siyaset, hukuk, ahlak çizgisi mi teşkil etmelidir yoksa ahlak, hukuk, siyaset çizgisi mi??? Hedef; doğrudan doğruya devleti, idari kurumları ele geçirmek midir yoksa fertlerin ahlaki, zihinsel dönüşümünü sağlamak mı??? Batı karşısındaki mağlubiyete çare arayan Yeni Osmanlı İslamcılığının da Mısır İhvan-ı Müsliminİslamcılığının da Pakistan Cemaat-i İslamiİslamcılığının da İran Velayet-i Fakih İslamcılığının da Türkiye Milli Görüşİslamcılığının da seyrinin siyaset, hukuk, ahlak yönünde olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. İktidarı ele geçirsin ya da geçirmesin, adı geçen hareketlerin, hem Batı medeniyetine alternatif bir medeniyet geliştirememesi hem kendini Batıya entegre olmak zorunda hissetmesi hem de hayal ettiği İslamizasyona bir daha muktedir olamayışı tam da bu bağlamda sorgulanmaya muhtaçtır.
Açıktır ki toplumsal-yapısal değişimi ya da istikrarı sağlama hususundaki siyaset, hukuk, ahlak eksenli determinasyon, Batılı ulus-devlet modeline ait olup, aynı modelin farklı idealler uğruna kullanımı ne yazık ki o ideallerin realizasyonunu değil, Batıya özgü yaşama biçimini ifade eden moderniteyi netice vermektedir. Farklı bir anlatımla Batı karşısındaki mağlubiyete cevap olmak üzere tasarlanan İslamcılık, şayet İslami idealleri gerçekleştirme hususunda başarısız olduysa ya da kendi ideallerinin aksine Batılı bir proje olan moderniteyi İslam dünyasına taşımak zorunda kaldıysa bunun asıl sebebi, moderniteye ait olan tözsel yöntemi kullanmaya kalkışmasıdır. Vurgulamak gerekirse bu yöntem; değişim ya da tecdit hareketinin siyaset, hukuk, ahlak istikametinde yürütülmesidir.
Siyasetin, hukuku ve ahlakı belirlediği modern, Batı toplumlarında insan ilişkilerinin nasıl cereyan ettiği bilenlerin malumudur. Böyle bir yapıda sosyal münasebetleri din ya da evrensel ethik yahut da mutlak erdem düşüncesi tanzim etmemekte, aksine rasyonalite, sekülarite, individüalite ve utilitarite tanzim etmekte, buna bağlı olarak da hayat, kamusal ve özel diye ikiye ayrılmakta, sonuçta da değersel çeşitlilik ve rölativiteyle birlikte hukuk karşısındaki eşitlik talebi kaçınılmaz hale gelmektedir. Tabiatıyla erdemin belirleyici olmadığı sosyal ilişkilerde de bireysel menfaatler, statü hedefleri ve onları temin edecek olan her türlü yöntem revaç bulmaktadır. Modern topluma erdemsiz toplum denmesinin sebebi de işte budur. Müşterek erdemin yok edildiği seküler bir zeminde insanları bir arada tutacağı düşünülen modern ideallerse artık “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” gibi yeni ideallerdir.
Klasik-geleneksel dünyayla mukayese edildiğinde bir “nisbî iyilik”ten söz edilse bile bahse konu ideallerin modern dünyada bütün fertleri kuşatacak tarzda gerçekleştiğini ileri sürmenin imkânı da yoktur. Zira rasyonel, indüvidüal ve seküler bir kimliğe özgeci, toplumcu ya da evrenselci çağrılarda bulunmak, irrasyoneldir. Özgeci ethik argümanlara uymak söz konusu olacaksa şayet, bu yalnızca bir yanılsama sonucu gerçekleşebilir. Birey, kendisine faydalı olacak şeylerin peşinde koşarken, belki toplumun faydasına olacak şeylere de katkıda bulunabilir, fakat bu gayrı iradî ve rastlantısaldır. Böyle bir zeminde özgürlük hiçbir zaman başkalarının keyfi isteklerinden bağımsızlık olarak gerçekleşmemekte; eşitlik, niteliksel değil, niceliksel eşitlik şekline bürünmekte ve liyakat ve ehliyetin kıymeti azaldığından ekonomik refah da haklı ya da haksız muayyen ellerde temerküz etmektedir. Daha da ötesi modern yönetim tarzı demokrasi de “hukukî eşitlik eksenindeki siyasal organizasyon” ve “halkın rızasına dayalı hükümet” şeklinde realize edilememekte, iktidarın ve her türden idareciliğin imtiyaza dönüştüğü “erdemsiz toplum” formasyonuna bürünmektedir. Rasyonalite, sekülarite, individüalite ve utilitaritenin egemenliğini tesis ettiği bu tür bir yapıda, maalesef bütün bir adalet sisteminin yıkılışı da mukadder olmaktadır.
İslam dünyasındaki diğer hareketler gibi, Türkiye’deki İslamcılığın ve dolayısıyla mensuplarından bazı simalar “İslamcı değiliz, muhafazakâr demokratız” diyerek, inkâr etseler de İslamcılıktan beslenen Ak Partinin başarısını ya da başarısızlığını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Programını gerçekleştirme yöntemini siyaset, hukuk, ahlak çizgisinde benimseyen Ak Parti’nin, Batıda olduğu üzere, kadim rejimlere ya da Cumhuriyet olduğu iddia edilen Kemalci Oligarşiye nispetle “halk” denilen yoksul-köylü, alt-sınıf çoğunluğun yararına çok şeyi başardığışüphesizdir. Kısmen de olsa iktidarın meşruiyetinin halka dayandırıldığı, statü edinmenin yollarının şöyle ya da böyle herkese açılarak belirli ölçülerde hukuki eşitliğin gerçekleştirildiği, özellikle ekonomik refahtan pay almanın yerli “burjuva” “Anadolu Kaplanları” için imkan dahiline girdiği reddedilemez. Ak Parti’yi destekleyen halkın çoğunluğunun Müslüman olması hasebiyle bu “nisbi iyilik” elbette ki Müslümanlar için de geçerlidir. Ancak bütün bu değişimler, İslamcı hareketin esasta hedeflediği “İslâm’ı inanç, düşünce, ahlâk, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak” olmadığı gibi, “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvuru, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modeli ve evrensel anlamda İslam Birliği”realizasyonu da değildir. Tüm bu dönüşüm, sadece ve sadece klasik-geleneksel yapının yerine tam anlamıyla olmasa da Batı tipi modern bir yapının inşa edilmesidir.
Modernitenin; dinin sekülarizasyonu anlamında Batıda, Hıristiyanlığı Protestanlığa dönüştürmesi gibi, Türkiye’de de Müslümanlığı Protestanlığa dönüştürdüğü inkâr edilebilir mi? Sosyal ilişkilerinde çıkarlarınıön planda tutan Protestan-Hristiyanlar gibi Protestan-Müslümanlar da çıkarlarını ön planda tutmuyorlar mı? Cenneti yeryüzünde yaşamak isteyen Protestan-Hristiyanlar gibi Protestan-Müslümanlar da istemiyorlar mı? Mesela; dünyevi nimetlerden istifade adına Protestan-Hristiyanlar gibi Protestan-Müslümanlar da lüks içerisinde yaşamıyorlar mı? Ekseriyetin resmi asgari ücrete dahi muhtaç olduğu günümüzde “yasal-döner sermaye” uygulamalarıyla 20, 30, 40, 50 binli rakamlarla kamudan ücret alan Protestan-Müslüman idareciler, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”diyen İslam’ın Peygamberine inanıyor olabilirler mi? Çoğunluğun “gece kondu” denilen barakalarda yaşadığı bir ülkede Protestan-Müslüman idareciler, “1 milyon 179 bin 696 TL’ye alınan ve ‘doğal afet’ gibi durumlar için konulan hüküm uyarınca 356 bin 646 TL’ye tefriş edilen” lojmanlarda oturmuyorlar mı? “Sevad-ı azamın, maişetini teminde zorlandığı bir devirde refaha ve lükse izn-i şer’i yoktur.” diyen Kur’anî-Fıkhî ölçü Protestan-Müslümanları ırgalıyor mu?
Tüm bu fenomenal yapıya rağmen, yukarıda da işaret edildiği üzere, İslamcılık düşüncesi yalnızca siyaset, hukuk, ahlak çizgisini yöntem olarak benimseyen akımlardan ibaret değildir. Temsilciliğini, Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı ahlak, hukuk, siyaset çizgisini yöntem olarak benimseyen Risale-i Nur hareketi İslamcılığın diğer versiyonunu teşkil etmektedir. Gençliğinde seleflerim dediği Yeni Osmanlı düşünürlerinin İslamcıçizgisini benimseyen Bediüzzaman, 40’lı yaşlarından itibaren yöntem sorgulamalarına girişmiş ve neticede, “Meşru bir yol takip edilmezse hakikate ulaşılamaz, çünkü meşru olmayan yollarla muayyen bir hedefi takip edenler, sadece maksatlarının zıddına erişebilirler.” diyerek, çizgi değişikliğini ilan etmiştir.
Bediüzzaman’a göre “mim”siz medeniyet (Osmanlıca yazılışıyla “medeniyet”in ‘m’si kaldırılınca “deniyet” -aşağılık, alçaklık- olur) Batı karşısında tecdidin ve yeniden ihyanın yegâne yöntemi, İslam’ın “lisan-ı hal ile telkin” edilmesidir. Bu da öncelikle ferde yönelik ahlaki-zihni değişimin hedeflenmesi demektir. Zira isteyerek ya da istemeyerek, Batı medeniyetine dahil olmaya çalışanlar “mülevves, ufunetli çamur bir yol”da yürümektedirler. Bunların yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıp mutluluğu yakalayacağını sanıyor; sekseni ise çamuru fark etmesine rağmen şaşkınlığından selâmetli yolu göremiyor. Acaba bunlara karşı yapılması gereken; bir elde topuz, bir elde ışık tutup, sarhoşları topuzla, şaşkınlarıışıkla doğru yola sevk etmek mi olmalıdır? Topuz ve ışığın birlikte tutulması sarhoş olmayanları bile telaşa düşürmez mi? Bediüzzaman’ın bu suallere cevabı; topuzun siyaset, ışığınsa İslami hakikatler olduğu, dolayısıyla birlikte tutuldukları taktirde insanları cezbetmenin ve celbetmenin nerdeyse imkansız olacağışeklindedir. Dolayısıyla yapılması gereken “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.”diyerek, siyaset topuzunu atmak ve her iki elle yalnızca İslami hakikatlerin ışığını tutmaktır. Bu yapıldığı taktirde görülecektir ki hiçbir taraf envâr-ı Kur’âniye’den uzak durmayacaktır. Çünkü medenilere galebe ikna iledir, icbar ile değildir.
Yeniden İslamizasyonun yöntemini “müspet hareket” olarak niteleyen Bediüzzaman hareketin üç aşamada gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Birinci evrede, materyalist ve pozitivist zihniyetin yanlışlığı ispat edilecektir. Bu vazife her türlü dünyevi emellerin terkini ve yalnızca tetkikat ve tahkikatla meşguliyeti iktiza eder. Risale-i Nur’un üstlendiği vazife tam da budur. Bu vazifenin istinad ettiği yegane kuvvet; ihlas, sadakat ve tesanüt sıfatlarıdır. Bu evsafı haiz bulunanlar sayıca ne kadar az olurlarsa olsunlar, manen büyük bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar. İkinci dönemde, Hilafet-i Muhammediye unvanıyla şeair-i İslamiye ihya edilecektir. Bu vazifenin hedeflediği şey, alem-i İslam’ın vahdetini nokta-i istinad edip, beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ıİlahiden kurtarmaktır. Tabiatıyla bunun için milyonlarca efradı bulunan hadimler lazımdır. Üçüncü dönemdeyse, bütün ehl-i imanın iltihak ve ittifakıyla İttihad-ı İslam gerçekleşecektir. Şüphe yok ki ikinci ve üçüncü aşamalar birinciye nispetle ehemmiyetsizdir. Fakat avamın ve ehl-i siyasetin nezdinde şaşaasından ötürü daha ehemmiyetli gözükür. Haddizatında Müslümanların asli vazifesi; ihlas, sadakat ve tesanüt ile İslami hakikatleri temsil ve tebliğ etmektir, ikinci ve üçüncü aşamalar sadece ve sadece sonuçtan ibarettir. Kaldı ki “Ahir zamanın modern fitnesiyle mücadelede siyaset canibiyle galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmündeki İ‘caz-ı Kur’aniye’nin nurlarıyla mukabele edilebilir.” nebevi ikazı asli vazifeye işaret etmektedir.
Netice itibarıyla “Hangi İslamcılık bitti?” sualine tekrar dönüldüğünde; muhtemelen biten, İslamizasyonu siyaset, hukuk, ahlak çizgisinde realize etmek isteyen ekoldür… Tecdit ve ihyayı ahlak, hukuk, siyaset yönünde gören hareketin uzun soluklu yürüyüşü halâ devam etmektedir. Kadim ifadeyle hatırlatmak gerekirse usul, esasa mukaddemdir.