Devleti mutlak bir organizma kabul edip, tek parti egemenliğini ve tahakküm rejimini savunan; güçler ayrımını ve hukukun üstünlüğünü reddeden; sıklıkla ırkçı ya da daima milliyetçi olan siyasi ideolojiye faşizm denir. Devlete devlet olarak önem veren tek siyasî akım, tek siyasî proje faşizmdir. Özgürlüğün, eşitliğin ve insanlığın pek önemsenmediği bu siyasi formasyonun, kendisi dışındaki bütün siyasî akımlar tarafından iğrenç bulunması herhalde tesadüf değildir. Faşizm teriminin tarihi bir kaynağı vardır. Bu terim, Antik Roma İmparatorluğu zamanında yöneticilerin korumalarının ellerinde taşıdıkları baltalara verilen “fasces” adından türetilmiştir. O dönemde baltalar, devlet iktidarının sembolü sayılıyordu. Latin dünyasında eskiden beri silahlı partizan çetelerine “fasci” denilmesi tarihi korumalardan mülhemdir. Uluslaşma süreciyle birlikte, İtalyan toplumunu, güçlü bir otorite etrafında birleştirmek isteyen Benito Mussolini, faşizm deyimini geçmişteki “fasces” terimine telmih olsun diye kullanmıştır. Benito Mussolini, faşizme yönelik şunları söylüyordu: “Faşizm, her ne kadar insanlığın gelişimini ve geleceğini politik düşüncelerden ayrı olarak ele almaktaysa da ne sürekli bir barış ihtimaline ne de bunun faydalı olacağına inanmaktadır. Faşizm, hayatı mücadele ve fetih olarak görür. Bundan dolayı barışseverlik doktrinini reddeder. Savaş tüm insan enerjisini en yüksek gerilim noktasına taşır ve asalet damgasını onu karşılamaya cesareti olan insanların üstüne vurur. Diğer meselelerin hiçbiri insanı hayat ve ölüm arasında seçim yapmak gibi büyük bir alternatife götüremez…” Benito Mussolini’nin iktidarı ele geçirmek için kurduğu silahlı grubun adı “Fasci di Combattimento” idi. Faşist çetelerin mensupları, daha çok köy ve kasabalarda oturan dar gelirli ailelerin çocuklarından oluşuyordu. Çoğu öğrenci olmakla birlikte, içlerinde sosyo-ekonomik bakımdan daha aşağı seviyede ve halktan, cahil kimseler de yer alıyordu. Bu insanlar için mensubiyet ve şiddet, şüphesiz başka türlü var olamamanın sonucu olarak bir anlamda varlık gösterisiydi. Faşist çeteler; rakip gördükleri gruplara karşı sokak saldırıları düzenler, Roma usulü selam tarzlarıyla, şarkılarıyla, üniformalarıyla, slogan ve resmigeçitlerle cahil ve umutsuz halk üzerinde duygusal bir heyecan meydana getirirlerdi. Büyük ülkü, Roma’nın eski şaşaalı devirlerini geri getirmekti.
Uygulamalarında bazı formel farklılıklar gözükse de faşizmin kendine mahsus belirli bir takım özellikleri vardır. Bunlardan ilki; devletin, her şeyin ötesinde mutlak üstünlüğünün benimsenmesidir. “Milletin şahs-ı manevisini temsil” ettiği ve genellikle “karizmatik” önderin şahsında somutlaştığı kabul edildiğinden, fertlerden kendi iradelerini yok saymaları ve devletin emirlerine, daha doğrusu yöneticilerin emirlerine eksiksiz ve sorgulamaksızın uymaları istenir. Benito Mussolini’ye göre, millet devleti değil, devlet milleti yaratır. Ona bir irade, kendi ahlak ünitesinin şuurunu verir ve dolayısıyla ona müessir bir mevcudiyet kazandırır. Bu nedenle faşizmde hedeflenen, insanların tek-tip bir düşünceye sahip olmalarıdır. Disiplin, göreve adanmışlık, savaşkanlık ve eylem, kutsal değerler olarak yüceltilir. Kararlılığı sarsıcı ve zayıflatıcı etkide bulunduğu gerekçesiyle her türlü ahlaki kaygıya karşı çıkılır. Faşizmde tek kutsal değer güçtür. Güçlü olan haklıdır. Güçlü olan üstün gelmeye, zayıfları ezmeye hak sahibidir. Faşistler, güçlü olanlara hayranlık duyar, zayıflara karşı ise nefret ve aşağılama hisleri beslerler. Savaşmak, kan dökmek, acımasız ve gaddar olmak, bu sapkın ahlakın temel prensipleridir. Faşizm, bir bütün olarak toplumun düşünce ve davranışını aynı doğrultuda biçimlendirmeyi hedefler. Bu hedefe varabilmek için her türlü propaganda yönteminin yanı sıra zor ve şiddet kullanır. Kendisi gibi düşünmeyen herkesi düşman ilan eder. Bireysel özgürlük, insanların ve ırkların eşitliği tamamen reddedilir. Irkların birbirine karışması asla tasvip edilmez. Alman faşizminin lideri Adolf Hitler bu konuyla alakalı olarak şunları söylemiştir: Hiçbir ırk için diğer bir ırkla karışmak, arzu edilir bir durum değildir. Irkların karışımı, asla iyi bir netice vermemiştir. Faşizme göre, ırk bakımından üstün olanlar, ehliyetsiz ve sıradan insanların hükmü altına girecek olurlarsa devletin uzun süre yaşamasına imkân yoktur. Er ya da geç yıkılacaktır. Adolf Hitler, Benito Mussolini’nin İtalya’da izlediği siyaseti Almanya’da aynen takip ediyordu. Faşizmin tesisi için güç kullanmanın yanı sıra her türlü antidemokratik yönteme de başvuruyordu. Örneğin 1933’te iktidara gelir gelmez, bütün muhalefet partilerini kapattı, sendikaları yasa dışı ilan etti, bireysel özgürlükleri tamamıyla ortadan kaldırdı. Faşizmin sık rastlanan bir diğer özelliği de “dava”yı kuşatan mistik bir ögeye, mesela herhangi bir hayvan sembolüne ve devletin yazgısında bulunduğu ileri sürülen bir ulvi amaca, mesela “dünyaya düzen vermek” gibi bir hedefe yer vermesidir. Ayrıca, mantıksız ve romantik kahramanlık ihtiyacı da önemli bir unsurdur. Faşizmde erkek, kendisini “büyük önder”in yüce kişiliği ile aynileştirmekte, temiz ırk çizgisinde beliren yüce bir an haline gelmekte, bir siyasal güç ve fetih siyasetinin aktörü olmakta ve mensubiyetine istinaden de kendisini diğerlerinden üstün görmektedir. Kadınsa, “vatan-ana” ile çakışan analık özüyle onurlanmakta, her yerde karşısına çıkan ve bedeninin en derin noktalarına kadar işleyen “büyük önder”inin siluetiyle arasında gizli ve gizemli bir bağ kurmakta ve onu sevmektedir. Çocuklar, ailelerinden koparılmakta, her yaştan gençlerin bir araya geldikleri gençlik örgütlerinde ortak bir yönetim altında toplanmakta, yüce ve büyüleyici “büyük önder”, “ulus”, “vatan” gibi sembollerle özdeşleştirilmektedir. Bu şekilde kimlik kazanan insanlar, ne yazık ki farkında olmaksızın, kendilerine, doğası gereği değer vermesi mümkün olmayan diktatörlüklerin payandaları durumuna gelmektedirler. Faşizmin, daha çok cahil kitlelere dayanmasının temel sebebi de budur.
Şüphesiz, devleti yüceltip, bireyi yok sayan bütün siyasal anlayışlar otoriter, totaliter ve diktatöryaldir. Yurttaşların devlete itaati, zorla sağlandığı için otoriter, sürü benzeri bir kitle içerisinde eritilmesi hedeflendiği için totaliter ve lider ya da liderlerle diğer insanların eşitliği tasavvur dahi edilmediği için de diktatöryaldir. Bu tür sistemlerde dayatılan bir ideoloji, tek adam liderliği, tek siyasal parti, gerektiğinde yurttaşlara terör estirecek bir asker-polis teşkilatı, silah ve iletişim tekeli ve merkezden yönetilen bir ekonomi egemendir. Böyle bir rejimin iktidarı ele geçirdiğinde ilk icraatı, yalnızca ekonomik kaynaklar üzerinde değil, aynı zamanda ülkedeki bütün insanların hayatı üzerinde denetim sağlamak üzere toplumsal ilişkilerin bütün alanlarında fiili bir tekelleşmeye girişmek olacaktır. Kendilerini halkın üstünde gören yönetici-elit kesim, iktidarın ve otoritenin tek kaynağı olarak yerini sağlamlaştırdığında, faaliyetlerini yeni bir toplumsal düzen yaratma doğrultusunda, radikal özlemini gerçekleştirmeye yoğunlaştırır. İstedikleri, egemen ideolojinin değer ve normlarına uyacak, bütünüyle yeni bir insan tipi oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle, geçmişteki insan profilini ortadan kaldırıp, onların yerini alacak yeni bir nesil yaratmaktır. Bunun yolu da şüphesiz insanların kitlesel olarak güdümlenmesinden geçmektedir. Bu faaliyet, çok az insanın tamamen kaçınmayı başarabileceği, ülke çapında bir beyin yıkama şeklinde yürütülür. Rejimin, insanların ideolojik bütünleşmesini sağlaması, propaganda işlemleri ve eğitim-öğretim sistemiyle gerçekleştirilir. Otoriter, totaliter ve diktatöryal tüm yönetimler, disiplinli bir birlik halinde düşünen ve hareket eden bir yandaşlar kuşağı yaratmak için, bu zihinsel şekillendirme araçlarından faydalanırlar. Rejime kendi lehinde, oybirliği ve konsensüs sağlama yeteneği temin eden şey, hem davranış normları yaratma araçlarına, hem de düzenleme araçlarına sahip olmasıdır. Oldukça etkili oluşunun kaynağı ise propagandanın ağırlığıyla manipülasyonun sürekliliğidir. Öyle ki rejimin karşıtları bile onun ısrarlı yaygaralarının ve sürekli aynı iddiaları yinelemelerinin tuzağına düşer. Propagandaların, giderek karşı konulmaz bir niteliğe, genel bir düşünce kalıbına ve neredeyse bir düşünme tarzına büründüğü görülür. Bu tür rejimler, iletişim ve eğitim-öğretim tekeli sayesinde, insanları anlamlı bir biçimde, öznel denilebilecek bir dünya görüşüne varma yeteneğinden yoksun bırakırlar. Propagandadan kaynaklanan sahte değer yüklü cümleler, günlük konuşmaların birer parçası haline gelir. Böylece insanlar, farkında ya da değil, rejimin propagandacıları işlevini görür. Rejime itaati ve sadakati sağlamanın aracı olan formel ve informel eğitim kurumları, rejimin gayrı insani niteliği ortaya çıktıkça, giderek daha geniş ölçüde resmi ideolojinin bir parçası haline dönüşür. Bu nedenle eğitim süreci, genişleyen konsensüs öğretiminin propagandacı niteliğini perdelediği için, konsensüsü oluşturma sürecinin temel direğidir. Resmi ideoloji gibi eğitim de rejimin elinde insanlara yol gösterecek olan “hakikat” denilen şeyi tanımlama görevini üstlenen temel bir araç haline gelir. İnsanların bu şekilde güdümlenmesinin ve beyinlerinin yıkanmasının sonucu, ideolojik olarak manipüle edilen konsensüs, öznelerinin kendilerini içinde buldukları “psişik alışkanlık” gerçekliğini fiilen gizleyen bir var oluş biçimini yaratır. Bu insanlar artık sahiden kendilerinin denebilecek düşüncelere ya da inançlara sahip olmadıklarından tam anlamıyla rejimin iradesinin uzantıları olurlar. Genelde bu insanlar, rasyonel değerlendirme ve öznel yargı gücünden de yoksundurlar. Dolayısıyla, düşünmekten kaçınan bir itaat, ancak insanların kendilerini içerisinde buldukları çarkı kaçınılmaz olarak sürdüren bir itaat, tek alternatif olarak kalır. Böyle bir rejim altında yaşayan insanlar, özgür bir siyasal sistemde ısrar etmenin ya da içinde yaşadıkları sistemin temellerini sorgulamanın yerine, bağımlı konumlarını güvence altına alan bir düşünce çerçevesinde düşünmeye, liderin veya liderlerin üstünlüğüne inanmaya, dolayısıyla kendilerini egemenlerin iradesine teslim etmeye zorlanırlar. Bu türden bir dezenformasyon sürecinin neticesi, şüphesiz itaatkar ama hiçbir müspet niteliği olmayan nesiller olacaktır.
Sahi; bu anlatılanlar, 1950 öncesi Türkiye Cumhuriyeti’ni çağrıştırmıyor mu???