Siyaset felsefesinin cevaplandırmaya çalıştığı en temel sualin, devletin varlığının gerekip gerekmediği sorusu olduğu söylenebilir.[1] Kurumsallaşmış otorite olarak devlet, tarihte görülen iktidar örgütlenmelerinin her zaman için en buyurgan ve en kapsayıcı olanıdır. Dün ve bugün olduğu gibi, yakın gelecek için de beklenen odur ki gerçek egemenliğin sınırları, devletin sınırlarını aşamayacak, en geniş çaplı siyasal örgüt olarak da varlığını sürdürecektir. Böylesine güçlü ve varlığını her zaman hissettiren kurumların nasıl ve hangi şartlarda geliştikleri öteden beri düşünen insanların ilgisini çekmiştir. Bununla birlikte, devleti açıklamaya ya da anlamlandırmaya çalışan teorilerin hemen hemen hepsi, temelde devletin ne olduğu, niçin ve nasıl geliştiği ve mensuplarına eğer varsa hangi faydaları temin ettiği hususunda bir uzlaşmaya kavuşmuş olmaktan da uzaktırlar.[2]
Devlete yönelik analizlerde, real ve normatif olmak üzere iki tür yaklaşımın mevcut olduğu söylenebilir: Realiteye dayanan ya da ampirik verilerden hareket eden real yaklaşım, “Devlet gerçekte neye benzer?” sualini sorarak, fiili devletin betimlenmesine yönelirken; normatif ya da değerlendirmeci yaklaşım, “Devlet ne olmalıdır ve ne yapmalıdır?” sualinden hareketle, herhangi bir siyasî otoritenin kurulması ve sürdürülmesi ile devlet ve mensupları arasındaki doğru ilişkinin nasıl olması gerektiği, yani siyasî otoritenin eylemlerinin kabul edilebilir sınırlarının tespiti yönünde düşünmeye ve devletin varoluşunun haklılaştırılmasını temellendirmeye yönelir. Pratikte bu iki yaklaşım birbirinden kolay kolay ayrılamaz ise de devletin mahiyetinin anlaşılması ve doğru bir tanımının yapılabilmesi için, her iki açıdan da tahlil edilmesi gereklidir.[3]
Acaba devlet, modern tanımlamalarında görüldüğü şekliyle, “Bir toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç” müdür? Yoksa “Egemen sınıfın baskı aracı” mıdır? Ya da “Soyguncu bir çete” midir?[4] Yahut da klasik tanımlamalarındaki görüntüsüyle “Ortak iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakî değerlerin cisimleşmiş şekli olarak, erdemli toplumun var oluşunu ve muhafazasını temin eden, itaatin mutlak gerekli olduğu kutsal bir kefalet” midir? [5] Fonksiyonel açıdan sorulmuş olan böylesi “Devlet nedir?” sualleri gibi, devletin, tarih boyunca var olan genel bir realite olup olmadığı hususu da şüphesiz tartışmalı cevapları içeren sorulardır. Siyaset felsefesinin temel problemlerinden olan, devletin kökeni ve meşruiyeti problemine yönelik farklı çözümlemelerin mevcudiyetinin nedeni de kuşkusuz buradan kaynaklanmaktadır.
İster realist yaklaşımla sorulan sualler olsun isterse normatif yaklaşımla, bu nevi sualler pek de kolay cevaplandırılabilir olmadıkları içindir ki; Liberalizm, Marxizm ve Anarşizm gibi çağdaş siyasî akımların hemen hemen hiçbirisi devlete sempatiyle bakmamışlardır. Esasen, devlete devlet olarak önem veren tek siyasî akım, tek siyasî proje Faşizmdir. Özgürlüğün, eşitliğin ve insanlığın pek önemsenmediği bu siyasi formasyonun kendisi dışındaki bütün siyasî akımlar tarafından iğrenç bulunması da herhalde tesadüf değildir. Liberalizmin devlete karşı antipati duyması, onun doğasının gereğidir. Liberal siyasî anlayışta, bireylerin hukukunun muhafazası için devletin inşası benimseniyor ise de aslî fonksiyonlarını ıskalaması ya da meşruiyet alanının dışına çıkması durumunda, onun alaşağı edilmesi dahi salık verilmektedir. Liberalizmin devlet anlayışı, bireye ve bireylerin rızasına dayanır. Buna göre, insanlar bir devlet çatısı altında yaşamadan önce, doğal hayat dönemi adı verilen bir aşamadan geçmişlerdir. İnsanlar, böyle bir durumda yaşamaktan kendi rızalarıyla vazgeçip, aralarında anlaşarak bir sosyal ve siyasal sözleşme yapıp, devleti kurmuşlardır. İnsanlar doğal hayat aşamasında yaratılıştan; özgürlük eşitlik ve mülkiyet haklarına sahiptirler. Bu temel ve doğal haklarını güvenceye alabilmek maksadıyla devleti inşa etmişlerdir. Bu dönemin kendine mahsus doğal yasaları vardır. İnsanlar doğal yasalara riayet ederek, özgürlük ve eşitlik içerisinde yaşayabilmişlerdir. Ancak bu dönemde, doğal yasaları uygulayacak müşterek bir otorite bulunmadığı için, ona aykırı davrananların cezalandırılması çok zordu. Yasaların icrasının bireyleri ilgilendiren bir mesele olması, barış halinde yaşamayı şüphesiz zorlaştırıyordu. İşte doğal hayatın terk edilip, devletin kurulmasının gerekçesi, insanların temel ve doğal haklarının teminatı olan doğal yasaların ihlali durumunda suçluların cezalandırılmasını ve yasaların korunmasını sağlayacak olan müşterek bir otoriteye duyulan ihtiyaçtır. İnsanların rızalarının sonucu olarak kurulan devlet, kuruluş amacına uygun olarak hareket etmek mecburiyetindedir. Bu amaç da insanların özgürlüğünün, eşitliğinin ve mülkiyetinin muhafazasıdır. Bu çerçevede devletin aslî vazifesi, bireylerin mutluluklarının sağlanmasıdır. İnsanların temel ve doğal haklara sahip oldukları ve devletin bu haklara dokunamayacağı ilkesi, liberal devlet sisteminin temel aksiyomudur. İnsanların haklarının kaynağı devlet değil, devletin kaynağı insanların haklarıdır. Devletin varlık nedeni bu hakların korunmasıdır. Devletin, fonksiyonlarını yerine getirirken dayanacağı pozitif yasalar, devlet yokken dahi mevcut olan, doğal yasalara uygun olmak zorundadır. Devleti yürüten insanlar, yani siyasî iktidar, doğal yasalara aykırı işler yapmaya ve yaptırmaya kalkıştığında, hiç kimse onlara uymak zorunda değildir. Devlet kurulduğunda her ne kadar geçerli olacak olan yasalar, devletin pozitif yasaları olsa da doğal yasalar, pozitif yasaların üst denetim kuralı olarak her zaman geçerliliğini koruyacaktır. Aksi halde pozitif yasaların bağlayıcılığı yoktur. Doğal yasalar, aklın kurgulayabileceği değil, keşfedebileceği evrensel prensiplerdir. Devletin, uygulamalarında doğal yasalara aykırı hareket etmesi, insanların doğal yasalardan almış oldukları direnme ve isyan etme yetkilerini kullanmaları için temel bir nedendir. Yani insanların, haksızlık devletten dahi gelse, ona karşı doğal olarak direnme ve isyan etme hakları vardır.[6]
Devlet, Marxizm için de kötü bir şeydir. Buna göre, bütün toplumların tarihi; özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, senyör ve serf, lonca ustası ve lonca emekçisi, tek kelimeyle ezen ve ezilenlerin sürekli bir çatışmasının tarihidir. Devlet de bir sınıfın bir diğer sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir.[7] Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar, aralarında kendi iradelerine bağlı olmaksızın, zorunlu olarak ilişki kurarlar. Bu ilişkiler, üretim ilişkileri olup, onların ekonomik üretici güçlerinin belirli bir gelişim derecesine karşılık gelir. Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerini ifade eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Ekonomik hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat tarzını determine eder. Çünkü insanların varlığını belirleyen düşünceleri değil, aksine düşüncelerini belirleyen onların toplumsal konumlarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında toplumun ekonomik üretici güçleri, o zamana kadar içerisinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Böylelikle de toplumsal devrim süreci başlar. Ekonomik temeldeki değişme üstyapıyı, altüst eder. Toplumun bağrında gelişen üretici güçler, ondaki karşıtlığı çözüme bağlayacak olan ekonomik şartları da yaratırlar. Karşıtlıkların ortadan kalkmasıyla insanlığın tarih öncesi sona ereceği gibi, karşıtlıkların ürünü olan sınıflı yapı da bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücü olan devlet de sona erer.[8]
Marxist yaklaşımla insanın özü, Aristoteles’in söylediği şekilde “zoon politikon”, yani siyasal değil, “sociable”, yani toplumsaldır. Pratik hayattaki çatışmalar sürecinde oraya buraya çarparak yollarını arayan toplumsal kesimler, zorlamalar neticesinde egemen sınıfın baskı aracı olan devlete boyun eğerler. Devletin varlık nedeni toplumsal ilişkilerin, sınıf mücadelesine yol açan çelişmeleridir. Bir başka ifadeyle, toplumda belli seviyede bir bilincin, rasyonalitenin ve organizasyonun bulunmayışıdır. Devlet, toplumsal hayatın üstünde yer alan, aşkın bir rasyonaliteden çıkmamakta, toplumsal gerçekliğin bir akılsızlığından, bir olgunluk eksikliğinden doğmaktadır. Devlet, toplumsal bakımdan gerekli olan fonksiyonlara, iktidarın kullanılması vasıtasıyla mümkün hale gelen bazı gereksiz eklemeler yaparak, toplumun üzerinde yükselen yapıdır. İktidarı elinde tutan insanlar, praksis’in özünde bulunan rasyonaliteyi ele geçirir ve onun tamamlanmamış olan niteliğinden yararlanarak, bu rasyonaliteyi kendi çıkarları için kullanırlar. Yani, toplumun üzerinde yükselen devletin, özel çıkarları ve belli bir sınıfsal dayanağı vardır. Kısacası, siyasal mücadelelerin hem amacı, hem alanı, hem de elde edilmek için uğrunda savaşılan ödülü olan devlet, egemen sınıf ya da sınıflara hizmet eden bürokratik bir organizasyondur. Ondan bir anda kurtulmak çok kolay olmasa bile yavaş yavaş da olsa kurtulmaya çalışılmalıdır. Çünkü devlet var oldukça, ekonomik sömürü devam edecek ve insanların eşitliği ve özgürlüğü asla gerçekleşmeyecektir. Özgürlüğü ve eşitliği teminat altına almanın ön şartı ekonomik hayatın güvence altına alınmasıdır. Ekonomik hayatın güvence altına alınmadığı bir toplumda, bütün insanların özgürlüğünden ve eşitliğinden bahsetmek, yalnızca bir aldatmacadır. Ekonomik hayatı güvence altına almak için proletarya diktatörlüğünün kurulması kaçınılmazdır. Çoğunluğun azınlık üzerindeki kısıtlayıcı iktidarı olan demokrasi, proletarya diktatörlüğü ile çakışır. Demokrasinin gelişmesiyle kurulacak olan proletarya diktatörlüğünün nihai hedefi, devleti ortadan kaldırmaktır. Geçici bir süre için proleter sınıfın devlete ihtiyacı vardır. Rasyonel organizasyon yerine, baskıyı ve zorlamaları öngören devlet, insan özgürlüğüne özü bakımından karşıdır. İşte, proletarya diktatörlüğü, mevcut devlet mekanizmasını tahrip ederek, eşyanın doğrudan doğruya yöneltilmesini ve üretimin gerçekten rasyonel bir organizasyonunu mümkün kılınca devlet de ortadan kalkacaktır.[9] İnsanların gerçek anlamdaki özgürlüğü ve eşitliği de ancak devletin ortadan kalkmasıyla mümkün olacaktır.
Anarşizm açısından ise devlet, kötülüklerin başlıca kaynağıdır. Birey ve toplum için en önemli görev, devletten bir an önce kurtulmaktır. Zira devletin olduğu yerde özgürlük yoktur. Devletin olmadığı bir toplumda düzen, itaat ya da yasa yoluyla değil, özgürce bir araya gelmiş olan bireylerin aralarında yapmış oldukları sözleşmelerle sağlanır. Sözleşmeler, bireylerin oluşturdukları gönüllü birlikler aracılığıyla işlerlik kazanırlar. Devletin tüm fonksiyonlarını üstlenecek şekilde yaygınlaşan bu birlikler; üretim, tüketim, değişim, iletişim, sağlık, eğitim, savunma ve benzeri gibi, ulaşılmak istenen her amaç için yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası her boyut ve derecede, sonsuz çeşitlilikte federasyondan oluşan iç içe geçmiş bir ağı temsil ederler.[10] Gönüllülüğün mevcut olduğu bu ağ içerisinde de doğal olarak, insanları bir takım zorunlu ilişkilere cebreden otoriteye, yani devlete yer yoktur.
Aralarındaki temel farklar ne olursa olsun, Faşizm dışındaki bütün siyasi akımlar her nedense devlete karşı aynı antipatiyi paylaşırlar. Ancak pratik açıdan devlet, kendisine yönelik böylesi teorik eleştirilerden hiç de etkilenmemekte ve onlara rağmen yine de varlığını devam ettirmektedir.[11] Eleştirilerin haklılığı ya da haksızlığı bir tarafa, acaba devlet nedir? Nasıl var olmuştur? Varlığı haklılaştırılabilir mi? Şayet var olacaksa meşruiyetinin zemini ne olmalıdır? Toplumsal hayatı tanzim edenler, buna yönelik “kanun koyma hakkı”nı nereden alıyorlar? Kanun koyma hakkının tanrısal bir bağış olduğu kabul edilebilir mi? Tanrısal bir bağış olduğu kabul edilecek olursa böyle bir iddiayı ispat etmek mümkün müdür? Öte yandan, kanun koyma hakkının tanrısal olmadığı ileri sürülecek olursa böyle bir hak nasıl oluşur? Acaba bir arada yaşayan insanların bizatihi kendi iradelerinden kaynaklanabilir mi? Bu gibi sorular, şüphesiz devletin hem mahiyetinin anlaşılması hem de meşruiyetinin kabulü için kaçınılmazdır.
Devletin en iyi nasıl meşrulaştırıldığına karar vermeden önce onun ne olduğundan emin olmak gerekir. Çağdaş ve tarihi uygulamalardan da bilindiği üzere, çok farklı devlet formları vardır. Bu formlar içerisinde monarşi, aristokrasi, oligarşi ve demokrasilerden bahsedilebileceği gibi, militaristik temellere dayanan faşist ya da sosyalist diktatörlüklerden veya tiranlıklardan da bahsedilebilir. Serbest piyasa ekonomisini destekleyen formlar olduğu kadar, üretim ve dağıtımın kolektif formunu destekleyenler de vardır. Realitede görülen bu devlet formlarına, özellikle komünist ve ütopyan, teorik devlet modelleri de eklendiğinde müşterek bir devlet tanımına ulaşmak oldukça zorlaşacaktır. Tüm bu farklılıklara rağmen, bütün devletlerin sahip oldukları ortak özellikler de yok değildir. En azından bütün devletlerin siyasi otoriteye sahip oldukları ve emretme yetkisini ellerinde tuttukları kabul edilir. Siyasi otoritenin iki temel özelliği de egemen (meşru) baskı unsuru olmak ve hâkimiyeti altındaki insanları kendi kanunları çerçevesinde korumaktır.
Acaba bu ifadeler devletin bir tanımı olabilir mi? Bu tür bir tanımlamaya en yaygın itiraz, böyle bir devletin gerçekte mevcut olmadığıdır. Herkesi koruyan devlet argumanı, gerçekten de evrensel bir doğru olarak, kabulü zor bir argumandır. Mesela, bazı devletler, özellikle etnik temele dayanan azınlıkların durumunu çoğunlukla görmezden gelirler. Daha da kötüsü bir takım ekstrem durumlarda bu azınlıklar, etnik temizlik ya da tasfiye gibi zulümlerle, bizzat devletten kaynaklanan gayrı meşru şiddete de maruz kalırlar. Dolayısıyla bu tür devletler, her devletin sahip olması gerektiği söylenen, meşru baskı unsuru ve herkesi koruma özelliklerinden birine sahip olma hususunda yetersizdir denilebilir. Fakat yine de onların devlet olmadıklarını söylemek mümkün değildir. Devletin fonksiyonel olarak, bu iki nitelikle tanımlanması da demek ki problematiktir. Böyle bir tanımlamayla yapılmak istenen, ideal bir devlet formu çizmektir. Dolayısıyla burada da yine öne çıkan soru, bu tür bir devletin dahi nasıl meşrulaştırılabileceği sorusudur.[12]
Devlet, fonksiyonları itibarıyla değil de sosyal ilişkiler bağlamında tanımlanmaya çalışılırsa, mahiyetinin anlaşılması, muhtemelen daha kolay olacaktır. İlişkisel olarak, devletin “kurumsallaşmış siyasi iktidar formu” olduğu söylenebilir.[13] Şüphesiz, devlete kurumsallaşmış siyasi iktidar formu demek, kurumsallaşmamış siyasi iktidar formlarının da var olabileceği anlamını taşımaktadır. Bundan, devletin tarih boyunca var olan genel bir olgu değil, tarihi bir olgu olduğu sonucunu çıkarmak da elbette ki mümkündür. Siyasetin, belli bir toplumun kendisiyle ilgili kolektif kararlar oluşturma ve uygulama süreci[14] olduğu kabul edilirse esas itibarıyla siyasi iktidarın, kurumsallaşmış siyasi iktidar formu olan devlette görüldüğü üzere, bir yöneten/yönetilen ilişkisinden ziyade, bir kural/uygulama ilişkisi olduğu ve siyasi iktidarın da kapsam olarak devleti aştığı söylenebilir. Geçmişte, toplumların yöneten/yönetilen şeklinde bölünmeden, kural/uygulama çerçevesinde kendilerini idare ettiklerinden ve bu toplumlarda, siyasi iktidarın taraflarının ve ayrışmış bir baskı/onay ilişkisinin bulunmadığından bahsetmek de mümkündür. Burada ‘kural hâkimiyeti’ diye adlandırılabilecek bir nihai iktidar ilişkisinin var olduğu kabul edildiğinden, böyle bir modelin benimsenmesiyle insanlık, devlet merkezli bir yapılanmanın değerleriyle determine edilmeksizin, siyasi iktidar çerçevesinde, ancak bir sosyal aşama olarak, devlet de topluma üstünlüğü ya da aşkınlığı iddia edilmeksizin, hayatı anlamlandırma zorunluluğundan tutularak kavranabilecektir. Haddizatında pratik açıdan toplumlar, aşamalı olarak iki gruba ayrılabilirler: Birinci gruptakiler, kendilerini kurallara göre bir bütün olarak idare eden, yöneten/yönetilen ayrımının bulunmadığı, bölünmemiş ya da farklılaşmamış toplumlardır. İkinci gruptakilerse kendilerini kendi içlerinden çıkarak farklılaşmış bir kesime idare ettiren ve yöneten/yönetilen ayrımının bulunduğu bölünmüş ya da farklılaşmış toplumlardır. Birinci tip toplumlara, aracısız düzenlenen doğal toplumlar, yani devletsiz toplumlar, ikincilere de sivil toplumlar ya da devletli toplumlar adı verilebilir. Bu ayrım, bir tarihlendirme yapılamasa da devletin bir noktadan başlatılmasını, yani kökenine yönelik ileri sürülen düşünceleri daha anlamlı kılmaktadır.
Devlet, ister icra ettiği ya da etmesi gerektiği fonksiyonlar itibarıyla tanımlansın, isterse ihtiva ettiği sosyal ilişkiler bakımından, her halükarda mensuplarından kendisine itaat edilmesini isteyecektir. Bu gerekliliği sağlayan unsur da meşruiyet denilen şeydir. Başka bir ifadeyle, meşruiyet, devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren ahlaki argumandır. Ahlaki düşünceler politik hayata yön verirler. Açıktır ki politik eylemlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olmalarıdır. Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez.[15] Kısacası meşruiyetten kasıt, devlete itaati ahlaki bir sorumluluk haline getirmek ve devletin varlık sebebini haklılaştırmaktır. Devleti ayakta, toplumu barışta tutan, bu normatif, büyülü inançtır. En zorba yönetimlerin bile iktidara gelişlerini, toplumun benimseyebileceği kurallara dayandırma girişimlerinin nedeni budur.[16] Kendi içinde veya kendi başına meşruluk, otoriter ve totaliter yönetimler de dahil, pek çok siyasal yapıyla bağdaşabilir. Mutlakiyetçi devletler de hiç şüphe yok ki mensuplarından, en azından çoğunluğundan sadakat görmüşlerdir. Meşruiyet krizleri daha çok yakın tarihin olaylarıdır. Eskiden, belli bir takım değerlerin, kabul edilebilecek yegâne değerler olduğu sanılıyordu. Kitle haberleşmesi bunlardan farklı değerlerin çevresinde toplanmayı mümkün kılınca, gruplar arasında sert çatışmalar meydana geldi. İşte, meşruluk krizlerinin doğması, bu ayrılmalardan sonra olmuştur.
Meşruiyet krizleri bir anlamda değişim buhranlarıdır. Dolayısıyla kökenleri daha çok modern toplumun kökenlerinde aranmalıdır. Yeni bir sosyal yapının oluşum sürecinde muhafazakar kurumların statüsü tehdit edilirse ya da toplumdaki belli başlı gruplar değişme devresinde siyasal talepler ileri sürmeye başladıklarında, sisteme dahil olmak için bir yol bulamazlarsa meşruiyet krizi ortaya çıkar. Yeni bir toplumsal yapı kurulduktan sonra, yeni sistem başlıca grupların umutlarını yeni temeller üzerinde meşruluğun yerleşmesine kadar besleyemez ise krizler baş gösterebilir. Herhangi bir sistemin meşruiyet krizlerine maruz kalmaması için topluma mensup grupların ya da üyelerin, siyaset kuruluşlarına katılmalarında kolaylık sağlanmalıdır. Böyle yapıldığı taktirde sisteme sadakatle bağlanma sağlanmış olacaktır. Belli kesimleri siyasete kabul etmeyen ve onların siyasete girmelerini şu ya da bu şekilde önleyen sistemlerde, sistemin dışında kalanlar, şüphesiz sistem karşıtı ideolojilere yöneleceklerdir. Belli kesimlerin devrimden başka bir yolla iktidara katılmalarının yolunu kapayan siyaset sistemleri, şüphesiz meşruluğun gelişimini köstekler. Bir siyasal sistemin, genel olarak kabul edildiği hallerde bile belli grupların statüsü tehdit edilir ya da siyasete katılmaları önlenirse meşruiyetin varlığı, tabiatıyla tartışmaya açılacaktır. Bu durumun mütemadiyen sürmesi, uzun vadede meşru bir sistemin bile istikrarını ve hatta varlığını tehlikeye sokar. Dolayısıyla, meşruiyetin en önemli işareti müşterek bir kültürün yaratılabilmesidir.[17] Böyle bir kültürün yaratılamaması durumunda, meşruiyet ilkesi, krizlerin kaçınılmaz olacağına ve insanların, devlete itaat etme sorumluluğundan çıkacaklarına işaret eder.
Devleti meşrulaştırmanın, genellikle evrensel politik zorunluluğun varlığını gösterme görevi olduğu söylenir. Bunun anlamı, insanların politik zorunluluklara tabi oldukları, en azından normal şartlarda ülkenin kanunlarına itaat etme sorumluluklarının olduğudur. Mesela; vergi vermek, yurt savunmasına katılmak, vatansever olmak, vs. birer sorumluluktur. Ancak, bu bağlamdaki evrensel zorunluluğun, her zaman her türlü kanuna itaat etmek olduğu söylenemez. Mesela, trafikteyken kırmızı ışıkta durmak, kanunen bir zorunluluk ise de ölmek üzere olan bir insanı hastaneye yetiştirmeye çalışırken bile kırmızı ışıkta durmanın ahlaki bir zorunluluk olduğunu düşünmek ahmaklık derecesinde saf olmak demektir. Prensipte, devleti meşrulaştırmanın hedefi, devletin pozitif hukukunun ve uygulamalarının moral sınırlarını belirlemektir, fakat bu sınırlar, irrasyonel boyutlara taşınamazlar.
Şüphesiz, devletin meşruiyetini temellendirmeye çalışmak, bir anlamda devletin kaynağını da araştırmak demektir. Meşruiyetle ilgili soruların cevabı, devletin gerekliliği kabul edilsin ya da edilmesin elbette verilmek zorundadır. Bazı meşruiyet açıklamalarına bakılacak olursa; devletin kaynağını doğaya bağlayan görüş, meşruiyeti doğallıkla, tanrısal hukuka bağlayan tanrısallıkla, güce bağlayan güçle, sosyal sözleşmeye bağlayan sözleşmeyle açıklarken;[18] devletin varlığını hiçbir surette haklı bulmayan çatışmacı ya da anarşist teorisyenler ise buna paralel olarak devletin meşruiyetini de kabul etmemektedir. Böyle bir noktadan hareket edildiğinde; insani bir hayatın imkânı açısından belki de sorulması gereken soru, şudur: Bu görüşlerden hangisi niçin kabul edilecektir?
Tarihi tecrübenin ulaşmış olduğu en son noktada itibarıyla, bugün kabul edilen meşru devlet, “hukuk devleti” modelidir. Hukuk devleti, hukukun gerçekleştirilmesi maksadıyla kurulmuş ve örgütlenmiş devlet demektir. Hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, hukukun mutlak üstünlüğü. İkincisi, toplumu teşkil eden bütün bireylerin hukukî eşitliği. Üçüncüsü de anayasa hukukunun bireylerin haklarının kaynağı değil, sonucu olması. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olmasıdır. Hukuk devleti, pozitif hukuku olan devlet demek değildir. Bir devletin mer’i hukuk sistemindeki adaleti gerçekleştirmeye matuf olmayıp, egemen sınıfların çıkarlarını gözetmeye yönelik kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Tek parti diktatörlüklerinin her hususta ve bir hayli de ayrıntılı yasal düzenlemelerinin mevcudiyeti, onları hukuk devleti yapmaz. Temel ve doğal insan haklarını tanımayan bir devlet, asla hukuk devleti olamaz. Muhteva bakımından hukuk devletinin ölçütü; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devletinde hukuk, siyasî ve idarî mekanizmaların hepsinin üstündedir. Hukukun üstünlüğü ilkesinin yürürlükte olup olmadığının formel göstergesi, Yasama organının bir kamu iradesi olarak belirlediği kanunların, başta Yürütme ve Yargı olmak üzere, diğer bütün idarî ve icraî organları bağlamasıdır. Bir ülkede Yasama’nın üstünde olduğunu iddia eden daha doğrusu Yasama’ya rağmen istediğini yapan idarî ve icraî kurumlar varsa veya o ülkede “isterseniz Yasama organının tüm üyelerini teşkil edin şunları şunları değiştiremezsiniz” diyebilenler çıkıyorsa ve bu gibi durumlara da engel olunamıyorsa orada meşru hukuk devletinin varlığından söz edilemez. Elbette ki Yasama organını bağlayan şeyler de vardır ve Yasama her istediğini kamu iradesi diye kanunlaştıramaz. Yasama organını bağlayan yegâne unsur sadece ve sadece “Evrensel İnsan Hakları” öğretisidir.
[1] Robert Nozick, Anarchy State And Utopia, Basic Books Inc. Publishers, New Jersey, 1968.
[2] H. J. M. Claessen – P. Skalnik, Erken Devlet, Çev., A. Şenel, İmge Kitabevi, Ankara, 1993.
[3] Christopher Pierson, Modern Devlet, Çev., D. Hattatoğlu, Çiviyazıları Yay., İstanbul, 2000.
[4] Franz Oppenheimer, Devlet, Çev., A. Şenel – Y. Sabuncu, Engin Yay., İstanbul, 1997.
[5] A. Passerin d’Entreves, “Devlet Kuramı”, Çev., B. Baysal, Devlet Kuramı, Der., C. B. Akal, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2000.
[6] Ayferi Göze, Liberal Marxist Faşist ve Sosyal Devlet, Beta Yay., İstanbul, 1995.
[7] Marx/Engels, Komünist Manifesto, Çev., Gaybiköylü, Bilim ve Sosyalizm Yay., Ankara, 1994.
[8] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev., S. Belli, Sol Yay., Ankara, 1993.
[9] Henri Lefebvre, Marxın Sosyolojisi, Çev., S. Hilav, Gökkuşağı Yay., İstanbul, 1995.
[10] P. Kropotkin, Anarşi, Çev., I. Ergüden, Kaos Yay., İstanbul, 2001.
[11] Cem Eroğlu, Devlet Nedir?, İmge Kitabevi, Ankara, 1999.
[12] Jonathan Wolf, An Introduction to Political Philosophy, Oxford Uni., Press, Oxford, 1996.
[13] Der. C. B. Akal, “Bir Devlet Kuramı İçin Giriş” Devlet Kuramı, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2000.
[14] A. de Jasay, Tercih, Sözleşme, Rıza: Liberalizme Yeni Bir Bakış, Çev., A. Oktay, Liberte Y., Ankara, 1991.
[15] Joseph Cropsey, Political Philosophy and the Issue of Politics, The Uni. Of Chicago Press, Chicago, 1977.
[16] Sami Selçuk, Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1998.
[17] S. M. Lipset, Siyasal İnsan, Çev., M. Tunçay, Teori Yay., Ankara, 1985.
[18] Bülent Daver, Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993.