Hayatta En Hakiki Mürşit Bilim midir?

Eşyaya ve hayata dair her türlü meselenin izahında “bilimin mutlak gücüne inanç”, muayyen bir tarihi arka planı bulunmakla birlikte, Fransız düşünür Auguste Comte tarafından geliştirilen pozitivizm ideolojisini ifade eder. Buna göre; doğru bilgi, nesnel dünyaya aşkınlığı iddia edilen nihai sebeplerden türetilen teolojik veya metafizik bilgi değil, doğrudan doğruya gözlemlenebilen nesnel olaylar arasındaki ardışık ilişkilerden çıkarılan bilimsel, pozitif bilgidir. Pozitif-bilimsel bilgi; eşya ve hayata dair bilginin en yüksek formu olup, teoloji ve metafiziğin yaptığı gibi, “Niçin?” sorusunun mutlak bilgisini değil, “Nasıl?” sorusunun izafî bilgisini amaç edinir. Pozitif-bilimsel bilgi; değer yargıları içermez, değerlerden bağımsızdır ve değerler açısından nötrdür. Dolayısıyla eşyayı ve hayatı açıklamaya ve anlamlandırmaya yönelik entelektüel anarşiyi aşacak yegâne bilgi formu, nesnelere dayanan pozitif-bilimsel bilgidir.

Auguste Comte, pozitivizmle ilgili düşüncelerini 1789 Fransız Devrimi ertesinde geliştirmiştir. Motivasyonu da şüphesiz; Rönesans’la birlikte Avrupa’da gerçekleşmeye başlayan epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel değişimler sonucu tezahür eden toplumsal alt-üst oluşlar ve buna yönelik düzen ve istikrar arayışlarıdır. Auguste Comte, entelektüel selefi olan Saint Simon’dan şunları öğrenmişti:  Avrupa toplumlarında yaşanan radikal değişimler, insanların inançlarını yıkarak, manevi bir çöküntüye yol açmıştır. Manevi temel çökünce toplumlar kaosa uğramış, bütün vehimler, bütün kaprisler boğaz boğaza gelmiştir. Toplumsal düzene dair bir önerisi bulunmayan Fransız Devrimi bu nedenle ölü doğmuştur. Filozofun görevi şimdiye kadar yapılmamış olanı başarmaktır. O da toplumu pozitif-doğa bilimleri örneğine göre inceleyecek olan sosyal bilimi kurmaktır. Sosyal bilim toplumun hem maddi hem de manevi yönünü yeniden dizayn edecek ve yeniden organize edilmesini sağlayacaktır. Pozitif-doğa bilimlerinin metodu doğanın sırlarını çözüp, doğaya egemen olmayı nasıl sağlıyorsa sosyal bilimin pozitif metodu da toplumda aynı fonksiyonu yerine getirecektir. Saint Simon gibi, Auguste Comte’a göre de çağdaş toplum bunalım içerisindedir ve bu kritik durumdan çıkış yolu, entelektüel kargaşayı önleyerek pozitif bir siyasetin kuruluşunu temin edecek yeni pozitif sosyal bilimi yapılandırmaktan geçmektedir. Devrimden sonraki çağın ahlaki krizi, yalnızca deneysel toplumsal çalışmalardan türetilmiş olan pozitif sosyal bilimin pratiğe uyarlanmasıyla çözülebilir.

Toplumsal hayatın varlığını, entelektüel birliğe bağlayan Auguste Comte, toplumsal değişmenin temel dinamiğinin de entelektüel değişim olduğunu ileri sürer. Bu bakış açısıyla değişim, aynı zamanda bir gelişme, bir ilerlemedir. İlerleme süreci, insan düşüncesinin determine bir biçimde birbirini takip eden üç aşamasına; teolojik ya da dinsel, metafizik ya da felsefî, pozitif ya da bilimsel aşamalara karşılıktır. Teolojik dönemde her türlü fenomen, tabiat üstü (tanrısal) güçlerle açıklanır. Dini bilgi rasyonel bilgiye tercih edilir. Metafizik dönemde, bütün fenomenler soyut, spekülatif düşüncelerle açıklanır. Teolojik devreye nispetle ileri bir dönemdir. Bu devre rasyonalizasyon sürecini ifade etmekte ise de bütün fenomenleri teolojiye paralel konseptlerle açıklaması ve ampirik temelli olmaması onun en önemli zaafıdır. Pozitif dönemde ise fenomenler doğa-bilimsel disiplinlerin terimleri ile ampirik zeminde açıklanır. Pozitif devre, tarihsel olarak modern çağa karşılıktır. Bu devrenin en önemli tarafı, insanın doğayı kontrolüne almasına imkân tanımasıdır. Pozitif devre, sadece bilimsel düşüncenin hakim olduğu çağ değil, aynı zamanda endüstri toplumunu oluşturan teknolojinin temellerinin de atıldığı çağdır. Barışa dayalı sosyal organizasyon, sadece bu devrede mümkündür. Toplumsal değişmenin nasıl gerçekleştiği hususuna gelince; Auguste Comte, değişimin insanın ya da toplumun doğasına bağlı olarak dinamik, spontane bir biçimde gerçekleştiğini ileri sürer. Bu da insanlığın tarihsel birliği anlamına gelmektedir. Tarihsel birliğin zirve noktasını teşkil eden modern endüstriyel Batı toplumu, değişimin yönünü de göstermektedir. Bu anlayış itibarıyla Batı toplumu, örnek bir niteliğe sahiptir ve bütün insanlığın toplumu haline gelecektir. Batı toplumunun her alandaki bilimsel örgütlenmesi refah ve gücün teminini sağladığından, insanlığın bütünü için ulaşılması gereken nihai modeldir.

Pozitivizm; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinin biçimlenmesini etkileyen Osmanlı Türk aydınları Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura gibi Jön Türk yazarlarının düşüncelerinin oluşumunda belirleyici olan en önemli ideolojidir. Dönemin düşünür ve siyasi liderlerinin hemen hepsi, denilebilir ki bu akımın tam bir müritliğinden, adaptasyonuna yönelmeye kadar, aralarında bir takım farklılıklar bulunsa da sonuçta pozitivist düşüncelerin, ülkenin ihtiyaç duyduğu reformlara, Batılılaşmaya ve modernleşmeye halkın eğitilerek ilerletilmesine matuf özlemlere cevap vereceğine inandılar. Pozitivizm; diğer ideolojilerle kıyaslanmayacak ölçülerde yaygın ve etkili bir biçimde kabul görmüştür. Türkiye’nin siyasi ve entelektüel hayatı üzerindeki tesirleri ise nerdeyse yüz elli yılı aşkın bir süredir devam etmektedir. Bunun sebepleri, ileri sürüldüğü siyasal-toplumsal şartlarda yarattığı sözde umutlarda olduğu kadar, genel bir ilerleme fikrine dayanmasında ve bunalım çağına mahsus çözümler için bilimi temel dayanak olarak göstermesinde de bulunabilir. Avrupa’ya daima büyük bir hayranlıkla bakan Osmanlı Türk aydını, kendi sorunlarının çözümünü ne yazık ki Avrupalıları taklit etmekte görmüştür. Laikliği bir baskı unsuru olarak kullanma, din karşıtlığı, toplumu modernleştirmede bilimin rolüne duyulan inanç, aydınlar ve dindar halk arasında kapatılamaz uçurumlar, pozitivizmin “bilginin iktidarı” zirvelerinden baktığı halk kitlelerine düşmanca yaklaşımının basit sonuçlarındandır.   

Haddizatında bilimsel bilgi hakkındaki pozitivist değerlendirmeler, yalnızca spekülasyondan ibaret olup, günümüzde artık terk edilmeye başlanmıştır. Sebebine gelince: Nesnelerin işleyişine yönelik “Nasıl?” suali anlamlıysa da “Niçin?” sualinin gereksizliğini ileri sürmek, hiç de anlamlı değildir. Dünyanın nasıl olup da döndüğü suali akıl için ne kadar tabii ise niçin döndüğü suali de o kadar tabiidir. Nasıl sualine cevap arayıp da niçin sualine cevap aramamak, bilinmek istenen konunun elbette bilindiği şeklinde değerlendirilemez. “Niçin?” sualinin gereksizliğini ileri sürmek, şüphesiz sadece agnostik olmakla kabildir. Agnostisizm de bir bilgi değil, bilgisizliğin itirafıdır. İnsan bir şeyleri bilmeden hayatını sürdüremez mi, elbette sürdürebilir. Ancak böyle bir şeyin kabulü, “en hakiki mürşit” olduğu iddia edilen bilimin mürşit olduğuyla değil, aksine olmadığıyla telif edilebilir bir durumdur. Eşyanın işleyişiyle ilgili olarak dahi mürşit olamayan bilim, hayatın işleyişiyle ilgili nasıl mürşit olacaktır?

Acaba, hayatın nasıl işlemesi gerektiğini insan, nereden öğrenecektir? Sosyal ilişkilerin nasıl cereyan etmesi gerektiği sualini insan, nesnelere bakarak mı yoksa diğer insanlara bakarak mı öğrenecektir? Hele hele pozitivizmin psikolojiyi bir bilim olarak kabul etmediği dikkate alınırsa bu bilgi nasıl mümkün olacaktır? Bir başka ifadeyle sosyal ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair sualler ne şekilde cevaplandırılacaktır? Şayet sualler, deskriptif şeylere, nesnelere ilişkin olsaydı, teorik olarak cevap, ‘gider ve bakarız’ şeklinde olacaktı. Ancak, sosyal ilişkilerin nasıl olmaları gerektiğine dair nereye bakılacaktır? Bu rahatsız edici sualin kolay bir cevabı yoktur.

Hayatın nasıl işleyeceği suali, teolojik ya da metafizik bir sual olarak nitelendirilemeyeceğine göre, bu hususta agnostik bir tavır takınılması düşünülebilir mi? Geniş kontekste izahı zor bir mesele olsa da teolojik ya da metafizik konularda agnostik bir tavır, belki hoş görülebilir bir tavır diye karşılanabilir ama özellikle toplumsal pratiğe müteallik alanlarda agnostik bir tavır, kendi kendine bozgundan başka bir anlam taşımamaktadır. Mesela, toplumsal kuralların herhangi bir insanı ilgilendirmemesi veya bir devletin bağımsız ya da sömürge olması arasında bir ülke için fark görülmemesi düşünülebilir mi? Açıkçası hiçbir sosyal bilimci değerlerden ve dolayısıyla da tercihlerden muaf değildir. Değer yargılarında bulunmaksızın sosyal fenomenler asla incelenemez. Ufukları yeme içme ve sindirme ile sınırlı insanlara yönelik bir değerlendirme yapmayan araştırmacı, bir ekonometrist olabilir ise de toplumun karakterine yönelik hiçbir şey söyleyemez. İnsanlığın iyiliği için düşünce üretenlerle düzenbazlar arasında ayrım yapmayı reddeden bir insan iyi bir bibliyograf olabilir ise de siyaset ve siyaset tarihi üzerine hiçbir şey söyleyemez. Ahlakı esas alan bir dinsel düşünceyle batıl bir inanç arasında ayrım yapmayan sosyolog, iyi bir istatistikçi olabilir ama din sosyolojisi hakkında hiçbir şey konuşamaz. Kısacası, herhangi bir değer biçmeksizin ne bir düşünceyi ne bir eylemi ve ne de bir eseri anlamak imkân dâhilindedir. Salt betimsel olduğu iddia edilen ifadelerde bile net görülmese de değer yargıları gizlidir. Değer yargılarının son tahlilde, rasyonel denetime tabi olamayacağı iddiası, doğru ile yanlış ya da iyi ile kötü hakkında yalnızca sorumsuz spekülasyonlarda bulunma temayülüne sevk eder. Böylelikle de ehemmiyetli meseleler, basit hilelerle değer problemleri olarak geçiştirilerek, gözden ırak tutulmak istenir. Oysaki böyle bir tavır bile bir değer tercihinin ifadesidir. Doğru bilgiyi, bir değer olarak reddeden, onu seçmek kadar seçmemenin de savunulur olduğunu söyleyen bir sosyal bilimciye ya da sosyal bilime güvenilebilir mi? Böyle bir beyana tekabül edecek rasyonel ve reel hiçbir şey yoktur. Değersel nötralite, düşüncesizliğe ve vulgarlığa bir mazeret olmaktan öte baştanbaşa bir manipülasyondur. Dolayısıyla, sosyal bilimsel pozitivizm, bırakın “en hakiki mürşit” olmayı, konformizmden de öte bir nihilizmdir.

Bu yazı Eğitim, Güncel Yazılar, WEB kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.